Şampiyonluğun ardındaki düğüm

Kadın Voleybol Takımı’nın Avrupa şampiyonluğunu kazanmasının ardından şampiyonluğu kutlamakla kutlamamak, takımı savunmakla savunmamak gibi çeşitli karşıtlıklar üzerinden muhtelif görüşler öne sürüldü. “Tartışmalar yürütüldü” yerine “görüşler öne sürüldü” diyorum çünkü aslında öne sürülen şeyler “tartışma” niteliği taşımıyor. Görüş öne sürmekten linç etmeye varana değin, meseleye el uzatan neredeyse herkes açısından yıpratıcı bir durum var ortada.

Kadın Voleybol Takımı bağlamındaki gelişmeler turnuva sürecinde ve şampiyonluk sonrasında yaşananlarla ilgili bir değerlendirme zeminin ötesine uzanıyor. Öyle bir an gelir ki, birbirine oldukça uzak görülen olaylar ve kavramlar kimi meseleler özelinde düğümlenir. Kadın voleybol takımının şampiyonluğuyla o an gelmiş, o düğüm oluşmuş görünüyor. Ortadaki düğüm çok boyutlu ve sanılanın aksine oldukça politik, aynı zamanda düğümün arka planında değerlendirmelere ve tartışmalara olanak sağlayacak derin bir teorik bağlam var. Bu noktada, derli toplu bir tartışma sürecine ihtiyacımız olduğunu aşikâr.

Dilara İlbuğa Yıldırım’ın yazdığı “Her şey politiktir, voleybol maçları dahil” başlıklı yazı tartışmayı başlatmak adına iyi bir zemin oluşturuyor. Yıldırım’ın yazısında birkaç nokta dikkat çekiyor: (a) “Kolektif Mutluluk” olarak kavramsallaştırılabilecek “birlikte olma” ve “toplumsallık” haline yapılan vurgu, (b) Kadın, LGBTİ+ ve sekülerlik gibi kimlik kategorileri bağlamı ve (c) Birleştirici olduğu varsayılan “yurtseverlik” kavramına yapılan vurgu.

“Kolektif mutluluğumuz” gerçekten kolektif mutluluğumuz mudur? Uluslararası spor müsabakalarının veya müzik yarışmalarının kolektif olarak bizi birleştirebileceğinden ve belirli bir ortak amaç doğrultusunda “onarıcı etki” yaratabileceğinden söz edebilir miyiz? Sorular “hayır” diye yanıtlanabilir. Elbette hayır tarafında olmak böyle bir etkinin ol(a)mayacağını söylemekle eşdeğer değil, bu noktanın altını çizmek gerekir. Ulusal düzeyde gerçekleşen bu tarz müsabakalar çoğunlukla egemen sınıfın ihtiyaç duyduğu ve oldukça kullanışlı bir atmosferi yaratmak için ideal durumlar oluştururlar: sahte ve geçici ulusal birliktelikler. Olimpik oyunlar ve çeşitli alanlardaki müsabakalar bu bağlamda bir tarihselliğe sahip. Tarihselliğe konu olan bu sahteliğin bir yüzünde müsabakaların ardındaki ekonomik hacimden beslenen şirketler, yatırımcılar ve sahte birlik havasını avantaja çevirip rakip kaleye hücum etmek için elini sıvazlayan siyasal iktidar yer alırken, diğer yüzünde ulusal birliktelik içinde olduğunu düşünen, aralarındaki birlikteliği tek bir politik haberin bozabileceği yoğun örgütsüz kitleler bulunur. Bu, birlikteliğin sahteliğini kanıtlayabilecek önemli bir veridir. Kaldı ki, iktidar sahipleri bu sahte birliktelik halini konsolidasyon aracı olarak kullanmakla birlikte karşıtlıkları yeniden körüklemek amacıyla kullanabilirler ve genellikle kullanırlar.

Türkiye’de yaşananları baz aldığımızda bu tespiti bir miktar açarak ve kimliklerle olan ilişkisini kurarak ilerlemek gerekiyor. Zira madalyonun ilk yüzünde bulunan siyasal iktidar, takımın zaferine içten içe öfke duyuyor. Çünkü orada kadınların, LGBTİ+’ların elde ettiği bir başarı var. Siyasal iktidar, elde edilen başarıyı kutlamamak için elinden geleni yapsa da kimi bürokratik aygıtlar iktidarı bu kutlamaya zorluyor. İçlerindeki öfke harlansa da kutlamaktan gocunmayacaklar, üstüne bu kutlamayı siyasal rant aracına çevirmenin yolunu arayacaklar. Daha önce yapmadıkları şey değil, defalarca yaptılar. Dahası, meseleyi avantaja çevirme konusunda oldukça tecrübeliler ve bu tecrübenin de farkındalar.

Geçen seçim sürecinde iktidarın top çevirdiği ve karşılık bulduğu alanlardan biri de kimlik kutuplaşmalarıydı. Türk-Kürt, Sünni-Alevi vb. kutuplaşmaları üzerinden hem kendi kitlesini konsolide eden hem de muhtemel sınıfsal birlikteliklerin önünü kesebilen bu kutuplaştırma biçimi aslında iktidarın ana araçlarıdnan biriydi. Eğer sol, sahte birlikteliklere sarılmaya devam ederse iktidar bu durumdan da kendi kutuplaşmalarını yaratmak suretiyle kendi kazanımları için çalışmaktan imtina etmeyecektir, üstelik bunu, karşısında dağılmış ve neredeyse yıkılmış bir “takım” olduğunu bilmenin verdiği rahatlıkla yapacaktır.

Uzun yıllardır Türkiye soluna egemen olan kimlik siyasetinin yetersizliği ve sığlığı bu düğüm noktasında yeniden açığa çıkmıştır. Yeşil Sol Parti Milletvekili Sevilay Çelenk’in açıklamasının ardından ilerleyen atışmalar bu şekilde okunabilir. Çelenk’in yazdığı şeyden bağımsız, barış isteme ve bu konuda bedel ödeme konusunda çekinmeyen bir isme bu şekilde yürütülen linç kampanyası solda yıllardır gerileyen dayanışma duygusunun ve tartışabilme yetisinin de tezahürüdür.

Peki, bu noktada meseleye nasıl bakmalı ve meselenin hangi tarafında durmalıyız? Takımın zaferine sevinmek, o zaferi kutlamak yahut takıma saldırmak ve(ya) görmezden gelmek gibi iki kutup arasında sıkışmak zorunda mıyız? Ya da bu iki kutbu seküler-muhafazakâr kategorileri üzerinden kazanımlar ve kayıplar ekseninde değerlendirdiğimizde nereye varabiliriz? Sorular kuşkusuz önemli ama öncelik verilmesi gereken çok daha başka sorular var.

Spor ve sanat gibi alanlarda çocukların ve gençlerin fırsat eşitliği ekseninde, dayanışmayı önceleyen gelişimini bu ülkede kim engelliyor? Pek çok alanda olduğu gibi bahse mevzu alanlarda sermaye çevrelerinin ve iktidarın kazanımı ne durumda? Daha net bir örnek olarak şampiyonluğun ardından ünlü bir restoran zincirinin “Sultanlar Ligi”ne sponsor olması bizim için ne ifade ediyor?  Kız çocuklarının okullaşma oranı düşerken ve çocuk evliliği oranları artış gösterirken voleybol takımının Avrupa şampiyonluğunu “ulusal” ve(ya) “toplumsal” birlik ekseninde bir muhalefet alanı olarak görmek bize hangi bağlamda yol gösterebilir?

Sol siyasetin kendi çekirdeğini -sınıfsal merkezini- gün geçtikçe kaybetmesi ve sonu gelmez kategoriler arasında süzülüp gitmesi aklımızı netleştirecek soru, tartışma ve eylemlerin de dağınık bir hal almasıyla sonuçlanıyor. Yelpaze şeklinde salınıp duruyoruz. Bu yelpazenin ulusalcı-milliyetçi, kimlikçi, liberal vb. uçları -ki bazen bu uçlar bileşke oluşturabiliyor- arasında salınmak bize herhangi bir şey kazandırmıyor. Elbette kimlik kategorilerini düzleyecek sekterlikte bir sınıfsal anlayışa kapı aralamak değil niyetim, oraya gelecek eleştirilere kapıyı şimdiden kapatmak gerekir. Ancak bastığımız sağlam zemini -sınıfsal ve enternasyonalist zemini- unutmaya ve kaybetmeye devam ediyoruz.

Yurtseverlik kavramı da bu noktada -tarihsel misyonu gereği- kaybolmaya başlayan zeminde konum alabilmenin bir aracı olarak kullanılıyor. Kamuculuk, laiklik, ilericilik, kazanımlar ve hatta enternasyonalizmle bağı üzerinden meşru bir şekle büründürülmeye çalışılsa da sahte birliğin altını doldurmaya yetmiyor. Çünkü sol siyasetin ulusal sınırları yoktur. Sol siyaset, sahte ulusal birlikteliklere bel bağlamak yerine hangi koşul ve durumda olursa olsun her türlü ulusal bağlamdan kopmak ve enternasyonalist bağlamı ve enternasyonalist dayanışmayı kavramak zorundadır. Aksi takdirde solun oyun alanı daralacak, sol olmadığı/olmaması gereken şekillere bürünmeye başlayacak ve sahteliğin içinde eriyip gidecektir.

Bu noktada, kadın voleybol takımının şampiyonluğunun ötesine uzanan bu tartışmaların yeni bir düzleme evrilmesi için çabalamak zorundayız. Kimlik siyaseti, ulusal siyaset, enternasyonalizm ve sınıfsal perspektif gibi başlıklarda solun yeni bir tartışma ve polemik silsilesine ihtiyacı var. Çünkü takımın zaferinin ardından yaşanılanlar gösterdi ki sol, bu tartışmalar bağlamında ciddi anlamda eksik durumda. Dolayısıyla diyebiliriz ki takımın zaferi ve ardından yaşananlar, ne tam anlamıyla “seküler kesim” için bir zafer ne de tam anlamıyla “muhafazakâr kesim” için bir kayıptır. Ama solda büyük kayıplar yaşandığının yeni bir göstergesidir.

1 Yorum
  1. Hislerime tercüman oldunuz. Ben de diyorum kaç gündür kafam karışık, sadece sevinmek yetmiyor, düşünmek lazım!

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Yazıya her zaman güvenin

İleride birileri bana falanca video, üç boyutlu baskı, oyunlar veya dinamik multimedya sistemleri hakkında fikrimi sorarsa, ne düşündüğüme…
daha fazla

12 Eylül 1980’de ne oldu?

Tam 43 yıl önce, bütün fiziki ve manevi evreniyle günümüzde yaşamayı sürdüren 12 Eylül darbesi gerçekleştirildi. Şili, Arjantin,…
Total
0
Share