Sadece ölüler görür

Adnan Menderes Üniversitesi’nde okuyan Zeren Ertaş, 22 yaşındaydı. Aydın’da, Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun Güzelhisar Kız Öğrenci Yurdu’nda defalarca şikayet edilmesine rağmen bakımı yapılmayan bir asansörün düşmesi nedeniyle hayatını kaybetti. Cinayetin ardından feryat eden arkadaşlarını susturmak için yurt önüne polis ve jandarma yığıldı, öğrencilerin video ve fotoğraf çekmeleri yasaklandı.

Her ihmalde olduğu gibi olayın üstü hızlıca örtülecekti ama Zeren’in arkadaşları susmadılar. Türkiye’nin dört bir yanında öğrenciler Zeren’in arkasından eylemlere başladılar. Zeren’in babası ziyaretlerine giden Aydın Valisi’ne şöyle seslendi: “Devlete olan inancımı kaybettim. Çocuğumu ilk defa devlete emanet ettim ama devlet benim çocuğuma 20-25 gün bakamadı.” Zeren, çocuklarını yaşatamayan bir iktidarın ve bu düzende yaşamı değerli bulunmayanların en acı örneklerinden biri oldu. Zeren Ertaş’ın daha önce sosyal medyada paylaştığı bir asansör fotoğrafında ise şu yazıyordu: “Sadece ölüler görür.”

Sanki sürekli ölüyoruz. Hatta o kadar ölüyoruz ki yas tutacak vakti bile bulamıyoruz. Daha kırkımız çıkmadan yeni kayıplar veriyoruz. Otobüs durağında beklerken patlayan bir bombayla, yoksulluk sebebiyle yaşanan bir intiharla, ihmal sebebiyle yaşanan bir maden kazasıyla, en ufak bir doğa olayıyla… Ne çok ölüyoruz. Cesedi bir yorgana, bir battaniyeye sarılıp da gömülenlerin şanslı olduğu bir ülke artık burası, ölü bedenlerinin parçaları depremde olduğu gibi moloz yığınlarıyla birlikte kaldırılabilirdi çünkü.

Depremzedelerin kredilerinin ertelenmesine dönük talebinden dolayı bir süredir işyerinde mobbing’e maruz kalan Yapı Kredi Teknoloji çalışanı Efe Demir, geçen mart ayında uzun saatler çalıştırıldığı bir günün sonunda intihar etmişti. İntihar etmeden önce şirket yöneticilerine gönderdiği e-postada şöyle diyordu: “Kral çıplak demenin suç addedildiği bir ülkede, ben en azından kurumum açısından kral çıplak diyorum. Bir şeyleri yoluna koymak için hala çok geç değil”.

Geçen Mayıs ayında 20 yaşındaki Kübra Ergin ise arkasında bir mektup bırakarak hayatına son verdi. Şöyle diyordu mektupta: “Yoruldum, gençliğimi çaldılar. Bir kadın olarak hiçbir zaman özgür hissetmedim. Bu ülkenin insanı yüzünden çocukluğumu yaşayamadım, gençliğimi yaşayamadım. Bir ders kitabı alıyorum 200 lira. Psikoloğa gidiyorum 1.000 lira.”

AKP iktidarıyla geçen son 20 yılda, 2002-2022 yılları arasında geçim sıkıntısı nedeniyle yaşantısına son veren kişi sayısı beş binden fazla. En çok intihar eden yaş grubu ise 20-24 yaş aralığındaki gençlerden oluşuyor. İnsanlık onuruna yaraşır bir hayatla mesafemizi her geçen gün açan iktidar ve ortaklarının öteki yüzünü gençlerin geride bıraktığı intihar mektuplarından okuyoruz artık.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi’nin verilerine göre, AKP’li yıllarda 31 binden fazla insan iş cinayetlerinde öldü. Kim bu 31 bin kişi? Eğitim hakkından mahrum bırakılan çocuk işçiler, atanamadığı için inşaatta çalışan genç öğretmen adayları, güvencesizliğin orta yerindeki tarım emekçisi kadınlar, emekli maaşıyla geçinemediği için 60 yaşından sonra çalışmak zorunda kalan emekliler, yerin yedi kat altında hiçbir önlem alınmadan çalışan maden işçileri… Emekçileri “ücretli köle” yapan bir sistemin öbür tarafı da bu işte: ekmek kavgasında ölmek.

6 Şubat depremlerinde 50 binden fazla yurttaşımızı kaybettik. Cesetlerini moloz yığınlarıyla kaldırdılar, kalanlara aylar geçmesine rağmen elektrik, su bile götürmediler. Kamusal denetimin ve kontrolün olmadığı, ihalelerin usulünün ahbaplık temelline indirgendiği, kentlerin yağma ve talan üstüne kurulduğu bu dönemde ölümler kader değildi, faili belli bir katliamdı.

Pandemi döneminde Hacı Sabancı’nın yalısında spor yaptığı fotoğrafı hatırlayalım. Bütün konforuyla “evde kal” çağrılarına uyan Sabancı’nın şirketlerinden CarrefourSA marketlerinde çalıştırılmaya zorlanan emekçiler sömürülmeye devam ediyordu. Pandemi sebebiyle yaşanan ölümlerde en çok kaybı veren hep işçi mahalleleriydi çünkü çalışmak zorundalardı.

Bu ülkede hepimiz bir kere ölmekten ucuz yırtmışızdır. Otobüs durağına geç kaldığımız için o bombadan kurtulmuş, Çorlu trenine o gün binmediğimiz için ya da polisin gaz fişeği bizi sıyırdığı için yaşıyoruzdur. Şimdilik. Tekmelerle öldürdükleri Ali İsmail’in fotoğrafını taşırken, henüz yasımız bitmemiş, acımız dinmemişken Ankara Garı’nda ölebilirdik; Ali Deniz Uzatmaz gibi. Ya da bu sefer de kaybettiğimiz Ali Deniz’in fotoğrafını taşırken bir sonraki patlamada Kızılay’da ölebilirdik; Ozancan Akkuş gibi. Cesetlerimiz bir motorun arkasında yırtık bir çarşafla ya da battaniyelerle katır sırtında taşınabilirdi, Hatay depreminde ve Roboski’de olduğu gibi. Kendi evimizde bir polis kurşunuyla da ölebilirdik; Dilek Doğan gibi. Daha birkaç gün önce annemizi arayıp “yurttaki asansörde kaldım” dedikten birkaç gün sonra o asansörde can verebilirdik; Zeren Ertaş gibi.

Yaşamın her alanı nasıl politikse ölüm o kadar politiktir. Hep yoksulların ölmesi kaderle açıklanamaz. Yoksulun çocuğu askerde ölür, yurtta ölür, eylemde yerde tekmelenerek ölür, kötü koşullarda çalışmak zorunda kaldığı için ölür, ölmediyse intihar eder. Yani yemeği hep başkaları yer, ziyafeti başkaları çeker; hesabı canıyla kanıyla bu ülkenin yoksulu öder.

Ölülerimiz, hayatları yaşamaya değer bulunmayanlardır. Kapitalizmde yaşamı değerli bulunmayanların ölümleri cinayetten sayılmaz, onlar için yas tutulmaz, bayraklar yarıya indirilmez. Öğrenci yurdu mezar olmuş, yorgan kefen olmuş kapitalizm için önemi yoktur.

Biz, yası tutulmayanların yasını tutacağız. Kimseyi geride bırakmadan, katillerimizin üzerine yürüyeceğiz, Efe’nin de dediği gibi “Bir şeyleri yoluna koymak için hâlâ çok geç değil.” Yaralarımızı sermaye sahiplerinin 29 Ekim reklamlarıyla değil, birbirimize tutunarak saracağız. Cumhuriyet’in 100. yılına canının güvenliğini arayan gençlerin feryatlarıyla girdik, hazin bir son ama yepyeni bir başlangıcın eşiği de olabilir.

Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.

Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Siyasi polemikten iptal kültürüne

Son yıllarda, özellikle sosyal medyanın hayatımızın öznesi haline gelişiyle “iptal kültürü”, “kensıllamak” ve “woke” kavramları sıkça kullanılır oldu.…
Henry Kissinger ve Vladimir Putin, 2016. Fotoğraf: Alexandra Mudrats, © ITAR-TASS.
daha fazla

Batı’nın Pravda’ları

1970’lerin başında bir Amerikalı ile bir Sovyet hangi toplumun daha özgür olduğunu tartışmaktadır. Amerikalı, birden “Biz en azından…
Total
0
Share