Aşağıdaki konuşma, 5 Eylül 1967’de Sosyalist Alman Öğrenciler Birliği’nin (SDS) [i] 22. delege toplantısında Rudi Dutschke’nin yaptığı konuşmadır. Hans-Jürgen Krahl ile birlikte yazılmış bu metin örgütün geleneksel kanadından anti-otoriteryen bir kopuşu cesurca ilan ediyor ve şiddetli tartışmalara yol açıyordu.
Rudi Dutschke (1940-1979): Alman Yeni Solu’nun, öğrenci hareketinin ve parlamento dışı muhalefetinin belki en ünlü ve radikal figürüydü. Yüzlerce yazısının ya da konuşmasının hiçbiri İngilizcede yok. Dutschke, Berlin caddelerinde Nisan 1968’de vuruldu ve on yıldan biraz fazla bir süre sonra aldığı yaralar nedeniyle öldü.
Hans-Jürgen Krahl (1943-1970): militan, radikal bir entelektüel, Frankfurt’ta Adorno’nun öğrencisi (ve eleştirmeni), SDS’nin bir üyesi, Anayasa ve Sınıf Mücadelesi ve Soyut Emeğin Sonu kitaplarının yazarı.
Son delege konferansından bu yana öğrenci birliği içindeki politik faaliyetleri ikiye bölen iki temel siyasi olay, Büyük Koalisyon’un kurulması ve 2 Haziran’da Berlin’de gerçekleşen siyasi suikast oldu.[ii] SPD’den (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) ayrılmasından bu yana ilk kez, örgüt sorunu öğrenciler birliği içindeki güncel bir politik mesele olarak ortaya konmaktadır. Bu olaylardan hangisine politik önem atfedildiğine bağlı olarak, teorik görüşlerin pratik-siyasi mücadelelere dönüştürülmesine yönelik nesnel niyet ile karakterize edilen fraksiyonlar oluşma eğilimindeydi.
Bunun olası örgütsel sonuçları, örneğin Ulusal Yürütme Komitesi tarafından, özellikle gençlerin protesto hareketleri deneyiminden hareketle, muğlak ve boş terimlerle, “tek tip içerikle kamuda çalışan biçimsel olarak gevşek bir örgütlenme” olarak tanımlandı ve Berlin’de karşı-üniversite ve “enstitü birlikleri”[iii] başlığı altında tartışıldı; diğer gruplar için ise Büyük Koalisyon’un oluşumu, sosyalist grupların ve küçük grupların tekrarlanan bir toplanma hareketi girişimi için bir fırsat sağladı. Dahası, örgütsel yetersizliklerini pratik olarak deneyimlemek zorunda kalan bazı SDS grupları için örgütsel sorunun önemi 2 Haziran’dan sonra daha da keskinleşti. Anti-otoriter protestonun 2 Haziran’dan sonra eşi benzeri görülmemiş bir şekilde genişlemesi, SDS’nin hâlâ SPD’ye yönelmiş olan modası geçmiş örgütsel yapısıyla boy ölçüşemezdi. Hareketin kendiliğindenliği en büyük grupları örgütsel olarak felç etme tehdidi yarattı. Bu nedenle siyasi davranışları esas olarak tepkisel göründü ve siyasi liderlik girişimleri büyük ölçüde çaresiz kaldı.
Günümüzde hemen görülebilen, ekonomik büyümenin en önemli göstergelerindeki büyüme oranlarının düşmesi, yüzeysel olarak sadece konjonktürel dalgalanmalarla açıklanamaz. Ekonomik büyümenin temel faktörlerini, işgücünün yapısının niceliksel ve niteliksel olarak belirlenmesi ve buna bağlı olarak üretim araçlarının gelişme durumu oluşturmaktadır. Bu iki unsurun etkileşimi, ekonomik kalkınmanın “nesnel eğilim çizgisini” (Janossy) oluşturur. […]
Batı Almanya’daki işgücünün mükemmel yapısı temelinde (13 Ağustos 1961’e kadar eski Alman doğu bölgelerinden ve daha sonra Alman Demokratik Cumhuriyeti’nden vasıflı işçi akını), Amerikan sermayesinin aracılık ettiği uzun bir yükseliş için mevcut işgücü seviyesinden ve harekete geçirdiği üretim mekanizmasından tam olarak yararlanmak mümkün olmuştur. Buna ek olarak, ekonomik mucize izlenimi ancak Batı Almanya’da ortaya çıkabilirdi çünkü “sadece savaşın sonuçlarının üstesinden gelinmemiş, aynı zamanda iki dünya savaşı arasında yaratılan birikim de telafi edilmiştir.”
- Yüksek büyüme oranlarının yaşandığı [savaş sonrası] müreffeh yeniden yapılanma dönemi boyunca, siyasi ve diğer çıkar gruplarının baskısıyla “zayıf devletten” yüksek para yardımları alındı ve iktidardaki oligarşi o zamanki koşullar altında bununla böyle başa çıkabildi.
- Yeniden yapılanmanın sonunda, yani [ekonomik kalkınmanın] trend çizgisine girildiği dönemde, sübvansiyonlara ek olarak, çoğunlukla verimsiz harcamalar, ekonominin daha da gelişmesi için tehlikeli ölü ağırlıklar, toplumsal faux frais, kapitalist üretimin “ölü maliyetleri” olarak ortaya çıkar.
- Çıkar demokrasisi sistemi içindeki çıkar gruplarının ölü ağırlığı, hâlâ çoğulcu olan toplumda kolayca ortadan kaldırılamaz, ancak yeniden yapılanmanın sonunda kontrol altına alınmalıdır. Böylece rasyonalizasyon, oluşum ve nihayetinde “uyumlu eylem” kavramları ortaya çıkmaktadır. İçinde bulunduğumuz dönemde sistemin çeşitli “reform girişimleri”, sermayenin kendisini tahakküm ve kâr açısından değişen koşullara uyarlama girişimleri olarak anlaşılmalıdır.
- Mevcut ekonomik oluşum döneminin en çarpıcı olgusu, üretim ve dolaşımın birliği olarak gerçek üretim sürecine devlet müdahalesinin artmasıdır. Devlet-toplum ekonomik düzenlemesinin bu toplam kompleksi, devlet kapitalizminin aksine, üretim araçlarının özel tasarrufunun sürdürülmesi temelinde, kapitalist rekabet yasalarını ortadan kaldıran ve toplam toplumsal artı değer kitlesinin devlet-toplum odaklı dağıtımı yoluyla kar oranının eskiden doğal olan eşitlenmesini tesis eden bütünsel bir devletçilik[iv] sistemi oluşturmaktadır.
Devlet ve sanayi bürokrasilerinin ortak yaşamı yoluyla, devlet bütün toplumsal kapitalist haline geldiği ölçüde, toplum bütün devlet kışlasına dönüşür ve operasyonel iş bölümü bütün toplumsal olana doğru genişleme eğilimi gösterir. Bütünsel bir devletçilik, tekelci kapitalizmin tamamlanmasıdır.
Ekonomi dışı zorlayıcı şiddet, bütüncül devletçilikte dolaysız bir ekonomik güç kazanır. Böylece mevcut kapitalist toplumsal formasyon için ilkel birikim günlerinden beri oynamadığı bir rol oynar. Eğer bu aşamada kitlelerin mülksüzleştirilmesi gibi kanlı bir sürece yol açarak ücretli emek ile sermayenin birbirinden ayrılmasına neden olduysa, Marx’a göre yerleşik rekabetçi kapitalizmde neredeyse hiç kullanılmamaktadır.
Meta biçimi kavramının nesnel olarak kendi kendine hareket etmesi için, ekonomik şiddet doğrudan üreticilerin bilincinde içselleştirildiği ölçüde, değeri kendisini kapitalist gelişmenin doğal yasaları içinde oluşturur. Ekonomik şiddetin içselleştirilmesi, devletin ve siyasi, ahlaki ve hukuki kuralların eğilimsel olarak liberalleşmesini sağlar. Mevcut krizde, kapitalist gelişmenin doğası gereği ürettiği kriz koşulu, materyalist teorinin yorumuna göre iki çözümü olan ekonomik şiddetin içselleştirilmesini sorunsallaştırmaktadır. Bir yandan kriz, proleter sınıf bilincinin ortaya çıkmasını ve kendi kendini özgürleştiren işçi sınıfının özerk eylemi yoluyla maddi karşı-şiddet olarak örgütlenmesini kolaylaştırır. Öte yandan, burjuvaziyi, ekonomik kontrol gücü uğruna devletin fiziksel olarak terörist zorlayıcı gücüne başvurmaya nesnel olarak zorlar.
Kapitalizmin 1929’daki dünya ekonomik krizinden çıkış yolu, faşist devletin terörist güç yapısına sabitlenmesine dayanıyordu. 1945’ten sonra, bu ekonomi dışı zorlayıcı şiddet hiçbir şekilde ortadan kaldırılmadı, ancak psikolojik olarak totaliter bir ölçekte uygulandı.
Bu içselleştirme, mutlak bir dış düşmanın anti-komünist yansıtması pahasına da olsa, açık iç baskının reddini içeriyordu ve sözde-liberalizm ve sözde-parlamentarizmin kurucusuydu.
Batı Almanya’nın değişen uluslararası kümelenmesinden [constellation] kaynaklanan “yumuşama politikası”[v], özellikle yeniden yapılanma döneminin sonunda militan anti-komünizmin çözülme sürecini hızlandırmaya yardımcı oldu. Manipülatif olarak içselleştirilen ekonomi dışı zorlayıcı güç, kapitalist sistemin yeni bir doğallık niteliğini oluşturmaktadır. Bununla birlikte, kapitalist gelişmenin doğal yasalarına bir müdahale ancak sermayenin nesnel değerlenme sürecini yapısal olarak değiştirdiği takdirde anlamlı bir şekilde düşünülebilir. Bu varsayım olmaksızın, manipülasyon sisteminin eleştirisi sadece kültürel eleştiri olarak kalacak ve toplumun tüm alanlarının tek boyutlu hale getirilmesi, yani üstyapı ve taban, devlet ve toplum arasındaki bilimsel farklılıkların düzleştirilmesi tesadüfi olarak kalacaktır. Ekonomik eleştiriye [ökonomiekritische], materyalist bir perspektife ancak değer ve değişim değeri arasındaki ilişkinin, üretim alanı ve dolaşım alanının da toplumun küresel tek boyutlulaştırılmasına dahil edilmesi koşuluyla ulaşabiliriz.
O halde şu soru ortaya çıkıyor: Kurumsal bir manipülasyon sistemi olarak üstyapı – devletin ekonomi dışı şiddeti, hukuk, vs – meta üretiminin özüne, yani soyut emeğin kendisine nasıl uyuyor? Değerin özü olan soyut emek, bir işbölümü içinde özel olarak çalışan yalıtılmış bireylerin üretim ilişkilerini ifade eder. Üretimdeki yalıtılmışlıkları nedeniyle, ürünlerini piyasada meta olarak satmak zorunda kalırlar, yani üreticilerin kendi aralarındaki toplumsal ilişki üretimin kendisinde değil, dolaşım alanında kurulur.
Tekelci kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, dolaşım alanının giderek tasfiye edilmesi eğilimi ortaya çıkar ve soyut emeğin ortadan kaldırılması olasılığını vurgular. Marx, doğrudan ilişkili bireylerin toplumsal sermayesi olarak bahsettiği anonim şirket analiziyle bunun ipuçlarını verir. Ekonomi dışı zorlayıcı şiddet, devlet ve diğer üstyapısal olgular meta dolaşımına öyle bir şekilde müdahale eder ki, soyut emek devasa bir kurumsal manipülasyon sistemi aracılığıyla yapay olarak yeniden üretilir.
Bu tür olgular meta olarak emek gücünün üretimine de müdahale eder. Makinenin teknik ilerlemesi potansiyel olarak emeği ortadan kaldırırken fiilen işçileri ortadan kaldırdığında ve egemenlerin kitleleri beslemek zorunda olduğu bir durum ortaya çıktığında, bir meta olarak emek gücü değiştirilme eğilimine girer. Ücretliler artık kendilerini kiralayamazlar bile, işsizler artık emek güçlerini bir meta olarak kullanamazlar. Bunun bir göstergesi, yeniden yapılanma döneminin sonunda yapısal işsizliğin artık yedek ordunun işlevsel tanımıyla bağlantılı olarak analiz edilemeyeceği gerçeğinde yatmaktadır.
Bu eğilim ancak otomasyona doğru teknik ilerlemenin ölü ve canlı emek arasındaki ilişkide meydana getirdiği kümelenmeye yönelik değişim bağlamında anlaşılabilir. Karl Korsch ve Herbert Marcuse’nin Marx’a atıfta bulunarak belirttiği gibi, bu kümelenmeye yönelik değişim, değer standardını sağlayanın artık değer yasası, nesnel olarak uygulanan emek zamanı değil, makinelerin bütünlüğü olduğu anlamına gelir.
Bu hipotezlerin devrimci eylem stratejisi için temel çıkarımları vardır. Tüm ekonomik ve toplumsal farklılıkların küresel ölçekte tek boyutlu hale getirilmesi nedeniyle, bir zamanlar anarşizme yönelik pratik olarak haklı ve doğru bir Marksist eleştiri olan – iradeci bir öznelcilik olduğu, Bakunin’in yalnızca devrimci iradeye dayandığı ve ekonomik gerekliliği göz ardı ettiği – eleştiri, artık geçerliliğini yitirmiştir.
Eğer bütüncül devletçilik yapısı, tüm kurumsal dolayımları aracılığıyla devasa bir manipülasyon sistemini temsil ediyorsa, bu durum artık kendi başlarına öfke duyma yetisine sahip olmayan kitleler için yeni bir acı niteliği üretmektedir. Çıkarlarının, ihtiyaçlarının ve arzularının öz-örgütlenmesi bu nedenle tarihsel olarak imkansız hale gelmiştir. Toplumsal gerçekliği yalnızca tahakküm sisteminin içselleştirilmiş şemaları aracılığıyla kavrarlar. Niteliksel siyasi deneyim olasılığı minimuma indirilmiştir. Kurumsal sistemdeki özgül konumları göz önüne alındığında, devrimci bilinç grupları duyusal olarak açık eylem [sinnlich manifeste Aktion] yoluyla belirli bir düzeyde netleştirici karşı sinyaller üretebilir. Bunu yaparken, kendilerini geleneksel siyasi çatışma biçimlerinden temelde ayıran bir siyasi mücadele yöntemi kullanırlar.
Eylemlerdeki kışkırtıcılık, devletin yürütme gücüyle karşı karşıya gelen örgütlü bireysel savaşçıların duyusal deneyimi, radikal muhalefetin genişlemesinde harekete geçirici faktörü oluşturur ve proaktif azınlıkların pasif ve acı çeken kitleler içinde bilinçlendiği bir süreci kolaylaştırma eğilimindedir. Görünürde kanunsuz [irreguläre] eylemler yoluyla, sistemin soyut şiddeti herkes için duyusal bir kesinliğe dönüştürülür. Üçüncü Dünya’daki “atış propagandası” (Che) metropollerdeki “eylem propagandası” ile tamamlanmalıdır ki bu da kırsal gerilla faaliyetinin kentleşmesini tarihsel olarak mümkün kılar. Kent gerillası, baskıcı kurumlar sisteminin yıkımı olarak mutlak kanunsuzluğun [Irregularität] örgütleyicisidir.
Üniversite onun güvenlik alanını, daha doğrusu kurumlara karşı mücadeleyi, yemekhane üzerindeki mücadeleyi ve devlet iktidarı üzerindeki mücadeleyi örgütlediği toplumsal üssünü oluşturur.
Tüm bunların SDS ile ne ilgisi var? Öğrenci birliğinde, kendi yaşamlarıyla hiçbir ilgisi olmayan soyut sosyalizmi artık siyasi bir duruş olarak kabul etmek istemeyen çok sayıda yoldaş olduğunu çok iyi biliyoruz. SDS gruplarında farklı bir örgütsel işbirliği biçimi için kişisel ön koşullar mevcuttur. Eğer entegrasyon ve sinizm bir sonraki adım olmayacaksa, kişinin kendi kurumsal çevresine uymayı reddetmesi bir gerilla zihniyeti gerektirir.
SDS’nin önceki yapısı, burjuva üye partilerinin revizyonist modeline yönelikti. Yönetim kurulu, örgütün hedeflerine sadece soyut bir taahhütte bulunmak zorunda olan ücretli üyeleri bürokratik olarak kendi arasında topladı. Ancak SDS, revizyonist üye partilerin mükemmel idari işlevini tam olarak üstlenemedi çünkü sadece kısmen bürokratikleşmiş bir dernek, örgütsel bir karışımdı. Buna karşılık, bugün örgütlenme sorunu kendisini bir devrimci varoluş sorunu olarak ortaya koymaktadır.
*Bu yazı, Rudi Dutschke ve Hans-Jürgen Krahl’ın Ill Will’de yayımlanan ve Jacob Blumenfeld’in İngilizceye çevirdiği konuşmasının tercümesidir. Bartu Şanlı tarafından Türkçeleştirilmiştir.
[1] Rudi Dutschke ve Hans-Jürgen Krahl, “Organisationsreferat’, içinde Wolfgang Kraushaar (ed.), Frankfurter Schule und Studentenbewegung. Von der Flaschen zum Molotowcocktail 1946-1995, Vol.2, Roger&Bernhard, 1998, 287-290. Bu konuşmanın elle yazılmış hali kayıptır. Basılı metin, bir ses kaydını temel almıştır. Bazı kısa anlaşılmaz pasajlar, dahil edilmemiştir. Janossy’nin alıntıları, o dönemde sadece el yazması halinde bulunan Das Ende der Wirtschaftswunder [Ekonomik Mucizenin Sonu] adlı kitabındandır.
[ii] SPD ve CDU/CSU koalisyonu, öğrenci Benno Ohnesorg’un bir gösteride polis tarafından öldürülmesi.
[iii] Dutschke ve yoldaşları tarafından, anti-otoriterlerden oluşan küçük yakın grupların teori ve pratiği birlikte oluşturmak üzere bir araya gelmesi için bir öneriyi tanımlamaya dönük icat edilen bir deyim. Bkz. Rudi Dutschke, “Zum Verhältnis von Organisation und Emanzipationbewegung – Zum Besuch Herbert Marcuses,” in Kraushaar (ed.), Von der Flaschen zum Molotowcocktail, 259: “Eleştirel-özgürleştirici çalışmanın örgütsel dönemeci, dayanışmaya dayalı işbirliği yoluyla bilimsel eğitimin geliştirileceği, ortak araştırma ve çalışma alanlarının kurulacağı, ‘karşılıklı yardımlaşma’ (Kropotkin) yoluyla daha egemen olmayan bir iletişimin kurulabileceği çok sayıda küçük – altı ila on kişilik – anti-otoriter ‘enstitü derneklerinin’ ortaya çıkması olacaktır. […] Toplumun farklı grupları ve öğrencilerin anti-otoriter kampı arasında böylesi gerçek bir dayanışma temelinde, fabrikaların siyasallaşması sorununu hayal etmek de daha kolay olacaktır.”
[iv] “Bütünsel bir devletçilik ya da devlet sosyalizmi, kendisini özel sermayeye bağımlılıktan kurtarmış olan otoriter devletin en tutarlı biçimidir.” Max Horkheimer, Otoriteryen Devlet, 1940.
[v] 1970-73 yıllarında Brandt yönetiminde Doğu ile yapılan anlaşmalarla sonuca ulaşan Alman Demokratik Cumhuriyeti ile yakınlaşma girişimlerine bir gönderme.