2008’in Haziran ayı benim için üniversitenin ikinci yazına denk geliyor. Bir grup arkadaşımla birlikte Ankara Garı’ndan 23.30’daki Fatih Ekspresi’ne binmiş, ertesi sabah 7.30’da Haydarpaşa’ya varmışız. Yolda birbirimize verdiğimiz uyumama sözünü tabii ki tutamamışım, bir yandan arada uyanıp uyumuyor taklidi yaptığım için gece boyu eğlence malzemesi olmuşum. 2-3 günlük, içinde Türkiye ile Almanya arasındaki Euro 2008 maçını izlemenin de olduğu (başka da pek bir şey hatırlamadığım) kısa bir İstanbul tatilinin ardından Parkorman’daki Travis konserindeyiz. Nitekim İstanbul’a gelmemizin esas nedeni de bu. The Boy with No Name albümü yeni çıkmış, “Closer” ve “My Eyes”ı ezberlemişiz, onlarla birlikte eskileri de canlı dinleyeceğimiz için heyecanlıyız. Ön gruplardan biri mor ve ötesi, diğeri ise Sakin. Onlarla böyle tanışıyoruz.
Sıradan bir dinleyici olarak dersime çalışmadan gittiğim konserlerde sıkılabiliyorum, bu yüzden sevdiğim grupları dinlerken bile henüz yayımlanmamış şarkılar çalmalarını pek sevmiyorum. O gün Travis 2008’in sonbaharında çıkaracağı Ode to J. Smith albümünden bir şeyler çaldığında da (her ne kadar Fran Healy’nin ağır İskoç aksanıyla telaffuz ettiği “ode” sözcüğü benim için başlı başına bir eğlence kaynağı olsa da) bunu hissediyorum. Hiçbir şarkısını bilmediğimiz Sakin’le ise bu olmuyor. Onlar çalmaya başlar başlamaz bizim gruptan “bayağı iyiler yahu” mırıldanmaları yükseliyor. O sıralar dinlemekten en çok keyif aldığımız gitar tonları ve çiğ davullarla, hepsinden öte “rock star” tavırlarıyla bizi hemen yakalıyorlar. Solist henüz üçüncü şarkıda tişörtünü çıkarıp atıyor (bu sefer de “güzel hareket” ve “vücudu iyiymiş” mırıldanmaları geliyor), sonradan adının “Yağmur Güncesi” olduğunu öğrendiğimiz şarkının “Telaşta, bu kez de tekrardan ibaret, abiler sorumlu olur mu erken çöken kış akşamında?” sözlerinde abiler derken sahnenin önündeki korumaları gösteriyor, “Sentetik Sezar”ın “Örtük yüzüm diz çökerken / Göster beni aletin doluyken” sözlerinde elinde makineli tüfek varmış gibi “mim” yapıyor. Kısacası Travis konseri beklentilerimizi karşılarken beklenmedik tanışıklıklara da aracı oluyor.
Ankara’ya döndükten sonra 2008’in başlarında çıktığını öğrendiğimiz Hayat albümünü ediniyor, şarkıları defalarca dinliyor, o döneme özgü birtakım durumlar, çabalar, hislerle özdeşleştiriyoruz. Hayat, yeni yeni kullanmaya başladığım arabanın CD çalarından uzunca bir süre çıkmıyor. Muhtemelen Ankara’da verdikleri her konsere gidiyor, “Sen küçük kız bize alkış tut” gibi ritüelleri takip ediyor, kendi kendimize yenilerini geliştiriyoruz. Arada Kanye West’in “It’s Amazing”i gibi cover’lara denk geliyor, albümde yer almayan, yine ilk defa konserlerde duyduğumuz “İlk Yara”, “Küçük Prens” gibi şarkıları birilerinin YouTube’a koyduğu kötü kayıtlardan dinliyoruz.
Sakin’le yolumuz Bizim Büyük Çaresizliğimiz’le (Seyfi Teoman, 2011) tekrar kesişiyor. O sıralar Barış Bıçakçı’nın da Altyazı’nın da adını yeni yeni duymuşum, ama lise arkadaşlarım aracılığıyla tiyatroyla tanışmış, film festivallerini takip etmeye başlamışım. Hukuk okusam da vaktimi daha çok İletişim ve Tasarım Bölümü’nde geçiriyorum, “Bölüm mü değiştirsem?”, “Konservatuvar için geç mi?” soruları eşliğinde oyun çıkarmaya, film çekmeye, müzik yapmaya, yazmaya, herhangi bir şey üretmeye dair sürekli kafa yoran bir topluluğun parçasıyım. Sonuçta ortaya pek de somut bir şey çıkmıyor, ama her birimizin hayatını şekillendirecek bazı gelişmelerin temeli o dönemde atılıyor. Hülasa Bizim Büyük Çaresizliğimiz’in sonunda çalan “Hamur İşleri”ne böyle bir dönemde denk geliyor, daha çok Barış Bıçakçı okumam gerektiğine kanaat getiriyorum. Kısa bir süre sonra da Sakin’in dağıldığını öğreniyorum.
Onlardan haber almadan, albümü ve YouTube’daki kötü kayıtları dinleyerek geçen 2-3 yılın ardından grubun solisti 2015’te yepyeni bir imajla karşımıza çıkıyor. Adının yanına bir harf daha eklemiş, takım elbiseli, “ensesi kalın” bir popçu olarak Ayşe Hatun Önal’la birlikte “Güm Güm” diye bir şarkı yapmış. Kesinlikle iyi bir pop şarkısı, ona kimsenin diyeceği yok, ama sevdiği grup dağılan dinleyicilere has kırgınlığımızı da gizleyemiyoruz. Biz onu zihnimizde bir şeylerle özdeşleştirdik, gruba da belli bir yücelik atfettik diye onların da o tavrı kaybetmemesi gerektiğini sanıyoruz. Sakin’in “Edepsiz Komedya” şarkısındaki “Bugün senin günün, onu da mahvettin” sözünü bu ani değişimi açıklamak için kullanan ekşisözlük kullanıcısına hak verip grubu ve üyelerini takip etmeyi bırakıyoruz. Salon İKSV’deki The Away Days konserlerinden birindeki “Denek Hayatım” cover’ı sırasında sahneye Sakin’in solisti de çıkıyor, bu sürpriz dışında yıllar boyunca onların herhangi bir işine denk gelmiyoruz.
Aralık 2020. Spotify’ın Yeni Çıkanlar bölümünde karşıma Sakin’in solistinin kendi adıyla yayımladığı bir albüm çıkıyor. Açıyor ve dinlemeye başlıyorum. “İlk Yara” ve “Eksik Şarkı” adları hemen tanıdık geliyor, hızlı bir araştırmanın ardından bunun Sakin’in ikinci albümünün demoları olduğunu, hatta hemen öncesinde benzer bir tondaki “Haydut” adlı şarkıyı çıkardığını öğreniyorum. Sonra albümün adının Hayata olması dikkatimi çekiyor. Albümün Spotify bağlantısını Sakin’i birlikte keşfettiğimiz ekibe gönderdiğim mesaja iki cümle daha ekliyorum: “Sonunda ‘İlk Yara’nın doğru düzgün bir kaydını yüklemiş,” ve “Albümün adını resmen Hayat’a koymuş, adam affedilmek istiyor.”
Bu yolculuğun anlatmaya değer bir hikâye olduğunu düşünüyor, vesaire’nin müzik insanı ve yarı-ünlüsü Merve Evirgen aracılığıyla Sakin’in solisti olarak tanıdığım Onur Özdemir’le iletişime geçiyorum. Zoom’da buluşmak üzere sözleşiyoruz. E-posta üzerinden bir gün ve saat belirlemişiz, ama dijital davetler aracılığıyla takvimlere işlenmeyen buluşma sözlerinin geçersiz kabul edildiği günümüz kuralları dahilinde yeterince teyitleştiğimizden emin değilim. Sözleştiğimiz saati 15 dakika kadar geçmiş, Merve’yle endişeyle birbirimize bakmaya başlamışız. Aklımıza bir kurt düşmüş: Yoksa ekildik mi? Kısa süre içinde Merve’nin Instagram mesaj kutusuna, köpeklerinden Herkül’ün sağlık durumuyla ilgili ufak bir krizden ötürü gecikeceğini söyleyen Onur’un özür mesajı düşüyor. Nitekim sosyal medya hesaplarını incelediğinizde onun köpek sevgisini görebiliyorsunuz, bir de kültür-sanat sektöründeki çoğunluğun aksine politik çıkışlardan hiç çekinmediğini… Neyse ki Herkül’ün ciddi bir şeyi yok, biz de sohbete başlıyoruz.
Röportaja hazırlanırken Onur’un 2020 boyunca konuk olduğu diğer YouTube programlarını da izlemişim. Bu röportajların tümünde, sonradan Erdinç Babat imzasını taşıdığını öğreneceğim, kübist olarak adlandırabileceğimiz tarzdaki Atatürk çalışması var. Bizimle yapacağı konuşma öncesinde onun altına Fahrelnissa Zeid’in oğlu, Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın ise yeğeni olduğunu söylediği Nejad Devrim’in otoportresini yerleştirdiğini görüyorum. Kadrajın bize göre sol köşesinde bunlar varken Zoom’da herkesin doğrudan arkasına aldığı kütüphane sağ köşeye sıkışmış. Ben buna değinir değinmez Onur da “Hagrid evi” diye nitelendirdiği evinin kütüphanesiyle ilgili şunları söylüyor: “Pringles ve Nutella’dan tut dezenfektana, Mickey eldiveninden şapkalara ve Oxford Antikçağ Sözlüğü’ne dek ne ararsan var. O yüzden kütüphaneyi pek göstermiyorum.”
Röportaj öncesinde yaptığım araştırmalarla zaten bizim küskünlüğümüzle sonuçlanan “Sakin’den Onurr’a” sürecinin ardındakileri öğrenmiş, ne Onur’u ne de Onurr’u tanıdığımı anlamışım. Sohbetimizden sonra da ani olduğunu düşünsek bile bazı geçişlerin ardındaki süreci bilmeden ortaya atılan kısa açıklamaların kimi hikâyeler için fazlasıyla yetersiz olabileceğini hatırlıyorum. Bu konuda çok da deneyimim olduğunu söyleyemem, ama bugüne dek yaptığım neredeyse her röportajda muhabbetin tam akmadığı, “Burayı muhtemelen kullanmayız,” diye kafamda redaksiyon yaptığım anlar oluyor. Onur’la hiç böyle bir şey yaşamıyoruz, nitekim o da yazılı röportajlar yerine yüz yüze sohbet etmekten hoşlandığını söylüyor. 2,5-3 saati bulan sohbetimizin sonunda Onur Özdemir’in derdinin affedilmek filan olmadığını anlıyorum, bu da bana oldukça makul geliyor. Tabii bunu anlamak için önce hikâyeyi başa alıyoruz.
Onur Bursa’da, göçmenlerden oluşan orta sınıf bir aileye, kendi deyimiyle “orta düzeyde muhafazakâr” bir çevreye doğmuş. Babası DSİ’de çalışıyor, annesi tekel emeklisi. Belli değerler gözetilerek büyütülse de genel olarak özgür bırakılmış bir çocuk.
Müzikle kurduğu ilk ilişki de dansla karışık, efsanevi Lee Cooper reklamının taklidini içeriyor: “Bana sürekli onu yaptırırlardı. Amcam Alzheimer olduktan sonra bile ne zaman Onur dense o reklamı hatırlıyordu.” Anlatırken bir yandan “uvva uvva” diye yazıya dökebileceğim efekti yapmaya, kafasını sallamaya başlıyor.
İlkokul 3. sınıfta her Türk genci gibi blok flütle tanıştıktan sonra yetenekleri fark edildiğinde kendinden iki yaş büyüklerin, 5. sınıfın korosuna alınıyor. Bizim zamanımızda herkesin blok flütle en sık çaldığı şarkının Yılan Hikâyesi’nin jenerik müziği olduğunu söylüyor, Onur’dan bunun 1980’lerin sonundaki muadilinin “Lambada” olduğunu öğreniyorum.
Ortaokul yıllarının onun için en büyük zorluğu Anadolu Lisesi sınavı. Aylarca çalışıp girdiği sınavın sorularından bazılarının birkaç gün önce Hürriyet’te yayımlandığı ortaya çıkınca sınav iptal ediliyor, birkaç ay sonra tekrar yapılıyor: “Ben de yarış atı modundan öyle sıkılmışım ki sınav iptal olunca çalışmayı bıraktım. Anadolu liselerini kazanamadım, bir arkadaşımdan etkilenip Anadolu İmam Hatip Lisesi’ne girdim.” Göçmen bir ailenin muhafazakârlık standartlarıyla büyüdüğü için orada da idare edebileceğini düşünüyor, ancak o dönemi çok karanlık yıllar olarak hatırlıyor. İslami filolojiye, mitolojiye, mistisizme dair bir şeyler öğrendiği, en azından o terminolojiye hâkim olduğu için mutlu olsa da orada yaşadığı gerginliği de unutmuyor. İlkokuldan kalma Yonca Evcimik, Kenan Doğulu gibi dinleme alışkanlıkları varken o gerginliğin içinde Emre adında bir arkadaşı aracılığıyla Nirvana’nın In Utero albümüyle tanışıyor. Bunu “Oha, rock müzik diye bir şey var,” farkındalığını yaşadığı an olarak nitelendirirken “Heart Shaped Box”ın nakaratını söylemeye başlıyor.
Emre’nin evinde “alınıp da bir türlü çalınmayan o klasik gitarlardan biri” var. O gitarı alan ve arkadaşından akort etmeyi öğrenen Onur, o günden itibaren kendini ve müzisyenliğini geliştirmeye başlıyor. “The Man Who Sold the World” çaldığından bahsederken bu sefer de onun gitar melodisini söylüyor: “Çok basittir bir de onun akorları, bir majör bir minör…”
1980’lerde doğup 1990’larda büyümüş herkes gibi “Nothing Else Matters”, Blur, Radiohead, Pearl Jam’le geçen bir dönemin ardından Bursa Fen Lisesi’ni kazanıyor ve yatılı okumaya başlıyor. Üst dönemden, Steve Harris gibi giyinip takılmayı şiar edinmiş bir abi sayesinde Iron Maiden’la tanışıyor: “Walkman kulağında gezen bir insandım, o koca şeyi ceketimin cebine koyup takılırdım. Beni en çok değiştiren ise Megadeath’in Youthanasia albümü oldu.” Hafta sonu evci çıkarken Youthanasia’yı ilk defa dinlediği ânı, albümün ilk şarkısı “Reckoning Day”in girişindeki gitar riff’ini ağzıyla, davul partisyonunu ise elleriyle yaparak tasvir ediyor: “Dave Mustaine’in sesi dinlediğim hiçbir şeye benzemiyordu, benim için çığır açtı.”
Teoman, Yaşar Kurt, Düş Sokağı Sakinleri, mor ve ötesi, Replikas ve BaBa ZuLa gibi gruplar aracılığıyla 1990’ların ortasındaki rock patlamasını takip ediyor. Fen Lisesi’nde akşamları 19.00-21.00 ve 21.30-23.30 arası etütler yapılıyor, o yarım saatlik arada Güven Erkin Erkal’ın Eko TV’deki programını yakalamaya çalışıyor: “Harun [Tekin] ve Derin’in [Esmer] de programı vardı. Merak eden, müzik için çıldıran gençlerdik.”
Sonra Boğaziçi Üniversitesi’nin felsefe bölümünü kazanıyor, okul başladıktan birkaç hafta sonra da liseden arkadaşı Çağrı [Küçükyıldız] ve onun hazırlıktan arkadaşı Özdemir’le [Dereli] Sakin’i kuruyorlar. Onur o sıralar heavy metalden biraz sıkılmış, yeni bir şeyler dinlemek istiyor. Oradaki arkadaş grubu aracılığıyla Pulp, Suede, Belle and Sebastian ve Mogwai’le, yani brit-pop’la tanışıyor. Kendisi o dönemi “2000-2010 arası İngiltere’nin köyünden çıkmış şeyleri bile dinledim,” diye anlatıyor.
2003’te Sakin’in kadrosu oturuyor. Velvet Goldmine (Todd Haynes, 1998) ve 24 Hour Party People’da (Michael Winterbottom, 2002) gördükleri hayatları yaşamak istiyorlar. Daha doğru düzgün gitar çalmayı bile bilmeden saçlarını boyayıp, tırnaklarına oje, gözlerinin altına da makyaj sürüp Taşoda konserlerine çıkmaya başlıyorlar: “Orada Pink Floyd cover’ı yapan gruplar da, sonradan Badem’e dönüşecek grup gibi kendi bestelerini çalanlar da vardı. Biz ise Placebo gibi çıkıyorduk, ben kendimi gerçekten Brian Molko sanıyordum.” Felsefe bölümünde önceden hiç okumadığı filozoflarla tanışan, kendini beslemeye başlayan Onur, o sıralar kendi müziğini yapmaya dair hiç olmadığı kadar istekli.
Kendi müziğini yaparak Taksim’de sahne alan grupların önünü açan iki milattan bahsediyor: mor ve ötesi’nin “Cambaz”ı yayımlaması, bir de “ikinci Peyote“nin açılması. O zamana dek Zakkum, Gripin gibi gruplar dahi hep cover yapıyor, herkes ya “Song 2”, ya “Supergirl”, ya da “Enjoy The Silence” çalıyor: “Ben de bunu yapmak istemiyorum, nefret ediyorum.” Bunu anlatırken Onur’un yaptığı “Super girls don’t cry” ve “All I ever wanted, all I ever needed” sözlerini söyleyen vokal taklitleri bizi çok eğlendiriyor.
İkinci sınıftayken ABD’deki bir üniversiteden burs alan Onur, Kierkegaard ve varoluşçuluk çalışmak için kısa süre Türkiye’den ayrılıyor. O sırada Sakin’in diğer üyeleri bir cover grubu kuruyor, Taksim’deki Gitar Cafe’de çalmaya başlıyorlar: “Ben dönünce yeni yeni sahne alıyorlardı, ‘Plug in Baby’ filan çalıyorlar. Beni sahneye de almıyorlar, sinirle izliyorum. Artık nasıl bir sinirle baktıysam bir seferinde Özdemir sahneden düştü.” Üç dört kere bu şekilde sahneye çıkan grup, sonrasında bildiğimiz hâliyle kendi müziğini yapmaya başlıyor.
Ankara’nın bilinen kulüplerinden Manhattan’ın (sonradan Indigo’ya dönüşen) İstanbul şubesinde çalmaya başlayan, ücretsiz kültür-sanat ajandası ZIP İstanbul gibi mecralarda tanıtılarak adını ufak ufak duyuran Sakin, Nevizade’de tekrar açılan Peyote’de de sahne almak için Hakan Orman’la iletişime geçiyor: “2000’lerdeki rock patlamasının kilit ismi Hakan Orman’dır. O dönemin belgeseli filan yapılacaksa ve tek bir kişiye odaklanılacaksa bence o insan Hakan Abi olmalı.” Müzikal tarzları ve hepsinden önemlisi kendilerine atfettikleri havayla Sakin, Hakan Orman’ın tam da aradığı grup. Orman’ın onayıyla Ayyuka ve DDR gibi gruplarla sahne almaya başlayan Sakin, Peyote’de kendi kitlesini oluşturuyor. 2006-2007 arasında neredeyse her ay orada çıkıyor, hepsinde de mekânı tamamen dolduruyorlar.
Peyote dönemiyle birlikte “küçük mor ve ötesi” olarak anılmaya başlayan Sakin’in yolu bu sefer de Gül Kendine’nin prodüktörlüğünü yapmış, canlı konserlerin tonmeister’liğini de üstlenen, genel olarak grubun tüm seslerinden sorumlu olduğunu söyleyebileceğimiz Volkan Gürkan’la kesişiyor. Albüm için birlikte çalışmaya başlıyorlar, ama ilk defa bir prodüktörle çalıştıkları, kayıt temizliğini yakalamak istedikleri için ortaya herkesin içine sinen bir şeyin çıkması iki yılı buluyor: “Şimdi bakınca gereğinden fazla anlamsız ve uzun bir süreçmiş. Rock grubu kurduğunda aslında arkadaşlarınla beraber buluşup dinlediğin müziği taklit etmeye çalışıyorsun. İyi müzisyen olup kurmuyorsun, kurduktan sonra müzisyen oluyorsun, ama kendini yetiştirmediysen o prodüksiyon süreci çok yavaşlıyor. Bir yandan havana bakıp kıyafetini, saçını yaparken gitarını çalıştıysan ne âlâ, aksi olursa iş çok uzuyor.” Aklıma 2000’lerin ortasında solist Johnny Borrell’in “Bob Dylan’dan daha iyi besteci-güfteciyim,” iddiasıyla ortaya çıkarak dikkat çeken, sonra o havanın altını dolduramayan Razorlight geliyor. Eminim daha iyi örnekleri de vardır.
Söz yavaş yavaş bizim Sakin’le tanıştığımız konsere geliyor, bir şekilde kodlayıp belki de yüceleştirdiğimiz anların ardından bambaşka hikâyeler çıkıyor: “O kadar ilginç zamanlara denk gelmişsin ki. O sıralar In Rainbows albümünün turnesinin Glasgow konserine bilet almıştım. Mart gibi menajerimizle toplantı yapıyorduk, bir anda ‘Travis geliyor, mor ve ötesi de çıkıyor, siz de çıkın,’ dedi. Tarihi de 27 Haziran, Glasgow konseriyle aynı gün. Benim aklım Radiohead’de, ama tamam demek zorunda kaldım, konser biletim yandı. O günden şöyle bir sahne arkası videosu var: Boynuma asılmış isimlikte Sakin yazıyor. Kamera oraya zoom yapmış, geri çıkıyor, iç çamaşırlarımla oturuyorum, ‘Sizin ağzınıza sıçacağım geri zekâlılar, Radiohead’e gidecektim,’ diye bağırıyorum. O kadar sarhoşum ki. Daha üçüncü şarkıda tişörtü attım, normalde asla yapabileceğim şeyler değil. ‘Abiler’ derken korumaları filan gösteriyorum, dönseler beni rahatlıkla dövebilirler, ama o kadar sinirliydim ki… Çok doluydum o konserde.” Konserlerindeki “It’s Amazing” gibi cover’ları hatırlattığımda ise Kanye West’in 808s & Heartbreak albümüyle hip-hop dünyasını 808 bass ve autotune ile tanıştırdığına değiniyor: “Sözlerde Kanye West’in egoistliği, tuhaflığı yine görülüyordu tabii, ama o albümü şarkı yazımı açısından çok sevmiştik. Partisyonları zaten apayrıydı. Konserlerde ‘Paranoid’ adlı şarkıyı da çalıyorduk. Adam normalde çocuk oyuncağı gözüyle bakılan aletten albüm yaptı, hip-hop dünyası bir anda 808 diye bir şeyin varlığını fark etti, oradan koca bir janr çıktı.”
2005-2010 yılları arasında Taksim’deki konserleri “rock ve indie’nin Türkiye’deki Lale Devri” olarak adlandıran Merve’nin attığı pası “Bir şey en tepedeyken aslında çürümesinin de ilk esamelerini görmeye başlıyorsun,” diye alan Onur, 2010’larla birlikte başlayan sürecin kısa bir özetini yapıyor. 2010’da Avrupa Kültür Başkenti seçilen İstanbul, sonraki süreçte hayatımızı alenen esir alan politik konjonktürün etkisiyle kısıtlamaların merkezi hâline geliyor. Mekânlar tek tek kapanırken rock müzik de gerilemeye başlıyor. Öte yandan bu geri çekilme hâli yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada gözlemlenebiliyor. Rock dinlemeye başladığı 1994’ten 2010’lara dek bu türün farklı dallarıyla müziğin merkezinde yer aldığını söyleyen Onur, kendisini ve çevresini özellikle etkileyen isimler arasında Nirvana, The Cardigans, Santana, Radiohead, Muse, Coldplay, Red Hot Chili Peppers’ı sayıyor. Popüler olan, anaakıma yerleşen her şey rock’la temas hâlindeyken 2010’larla birlikte hip-hop ya da R&B’ye temas etmeye başlıyor. Onur’a göre ise bunun tek nedeni tarzların ya da dinleme alışkanlıklarının değişmesi değil: “Kim köyün agorasına çıkıp güzel müzik yaparsa o dinleniyor. 2010’larda kimse çıkıp bir ‘By The Way’ yazmadı. Radiohead bile 1990’larda daha easy listening, radyo dostu şarkılar yapan, şarkı odaklı bir grupken alternatife kaydı. Hâlâ güzeldi, hâlâ dinliyorduk, ama anaakımken avangarda dönüştü. Farklı bir şeyler denemek istediler, belki de yaşla ilgilidir, ama şarkılarına eşlik edebileceğimiz rock piyasası boşaldı.”
O dönem konserlere devam etse de ortalama bir indie grubunun “ne ileri ne geri” seyrinden çıkamayan Sakin’de sinirler gerilmeye başlıyor. Herkesin yaşları 30’a yaklaşmış, gruptan iki kişi çalışmaya başlamış, grubun çalışmaları onların düzenine göre ayarlanıyor. Yeterince konser yapamadıklarını da düşünüyorlar, menajerleriyle fikir ayrılıkları var, kimse mutlu değil. Osmanbey’de kirada oturdukları evden çıkıyor, “en azından kira vermeyiz” düşüncesiyle o dönemki davulcularının ailesinin Kurtköy’deki evine taşınıyorlar: “O andan itibaren yaptığım hiçbir şey beni ikna etmemeye başladı. ‘İster pezevenklik yap ister müezzinlik, ama buradan kurtulman lazım,’ diye düşünüyordum.” Boğaziçi’nden mezun olduktan sonra diğer arkadaşları ABD’de doktora yapmaya giderken grup için Türkiye’de kalan Onur’un “orta düzeyde muhafazakâr” ailesinden de “Boğaziçi mezunusun, İngilizcen var, boş duruyorsun,” baskısı gelmeye başlıyor. Grupta ise o mutsuzluğun ve istediğini yaşayamamanın getirdiği kavgalar, konserden sonra karşılıklı bağrışmalar, iç hesaplaşmaları sürüyor: “Hâlbuki basitçe birimiz artık kötü gitar çalıyordu. Yapacak bir şey yok, ne diyebilirsin ki?”
Kurtköy’deki eve ne zaman girse günlerce çıkmayan, bir yandan da İTÜ’de sanat tarihi üzerine doktora yapan Onur, Erasmus programıyla Berlin’e gitmeye karar veriyor. Devletten aldığı bursla bir kısmını karşıladığı okul ücretinin kalanını “O sıralar TL’nin en kral zamanları,” diyerek hatırlattığı döviz kuruyla dahi ödeyemiyorken Ömer Koç’a ulaşıyor ve onun desteğiyle soluğu Berlin’de alıyor. Berghain’la birlikte tanıştığı ortam, ona ilk defa “Rock müzikle ne işim olur,” dedirtiyor. Pazar sabahları Berghain’a girmeye, içeride 12 saate yakın kalmaya, çarşambaları zar zor kendine geldikten sonra Türkiye’ye dönüp Bronx’ta konser vermeye ve grup üyeleriyle kavga etmeye, sonra elektronik müziğe dönmeye dayalı bir rutin oturtuyor. Adını kulübün sahiplerinin önceki mekânlarından alan Ostgut tone’un müzikal enstrüman ve notasyon kullanmadan yarattığı ritmik, endüstriyel techno melodileriyle tanışınca, haftalık rutininin hangi parçasının denklemden çıkması gerektiğine de kafa yormaya başlıyor.
Sakin’i dağıtırken benimsediği ruh hâlini babasını öldüreceği, annesiyle evleneceği ona tebliğ edilmesine rağmen bundan kaçamayan Kral Oedipus gibi tragedya karakterlerine benzetiyor: “Mitolojik bir hata yaptığımı biliyordum, ama ne yapayım, ilerlemek için bunu yapmak zorundaydım.”
2011’de Sakin’in davulcusu Soner ve Ars Longa’dan Sinan’ın katılımıyla SOS adı altında Bronx’ta son bir konser veriyorlar. Onur’un aklında hem biraz para kazanmak hem de “Göz Göre Göre” gibi yeni yazmaya başladığı pop şarkılarını çalmak var. Mustafa Sandal – “Beni Ağlatma”, Sezen Aksu – “İstanbul Hatırası”, Sertab Erener – “İncelikler Yüzünden” gibi cover’lara da yer verdikleri konserde “Kuzu Kuzu”yu da çalmak isteyen Onur, grubun diğer üyelerinden veto yiyor: “Birkaç aydır Berghain’dan her çıktığımızda, yani her pazartesi sabahı dinlediğimiz iki şarkı vardı: Whitney Houston’ın ‘I’m Every Woman’ı ve Tarkan’ın “Kuzu Kuzu”su… Onu çalmak istediğimi görünce Sinan, Soner’e dönüp ‘Bizi rezil edecek, biliyorsun değil mi?’ dedi. ‘Eksik Şarkı’yı akustik çaldığımız o konserde aslında ‘Kuzu Kuzu’ da olacaktı, ama istemediler.” Bronx’taki o konserden sonra Berlin’deki elektronik müzik mesaisi de tam zamanlı olmaya başlıyor.
O arada Oxford’da doktoraya başvursa da heykel bilgisi eksik bulunduğu için yüksek lisans yapması teklif ediliyor, Onur da böylelikle Klasik Arkeoloji bölümüne giriyor. Oxford’da yanına gittiği hoca Afrodisyas’ı kazan ekibin başında olduğu, o antik kentin en büyük sponsoru da Koç grubu olduğu için Ömer Koç’tan tekrar maddi destek alıyor. O süreçte Alper Narman’la tanışan ve şarkılar yazmaya devam eden Onur, İzel’in onlarla çalışmak istemesiyle baştan sona 11 şarkılık bir albüm yapıyor: Aşk En Büyüktür Her Zaman. Şarkı yazma işi tam da Oxford öncesi bu denli ciddileşince eğitimine istediği ölçüde odaklanamıyor, kendisini Alper’le çalışırken buluyor.
Oxford’da şehir merkezine doğru gitmek için bisiklete her atladığında, pedalla aynı anda play tuşuna basarak dinlediği “Kalbe Ben” şarkısını söyleyen Ayşe Hatun Önal’la Türkiye’ye döndükten 4-5 ay sonra tanışıyor. Onunla uzun yıllar süren işbirlikleri de böyle başlıyor: “O süreçte Sezen’in stüdyosunda ilginç ilginç insanlarla tanıştım, kendimi huşu içinde kaldığım anların, bazen de ‘buradan hemen kaçmalıyım’ dedirten mafyöz durumların içinde buldum. Tabii Hayata’yı yayımladıktan sonra daha iyi fark ediyorum ki o sırada insanları boşlukta bırakmışız.” Özellikle o sıralar Onur’u ya da Sakin’i seven kimse bu süreçlere vakıf değil. Hatta “Güm Güm”ün klibinde görünene dek kimse onun arka planda yazdığı şarkıları bilmiyor. O yüzden “insanları boşlukta bırakmaktan” neyi kastettiğini, “yerel bir festivalde vasat bir grup olarak sonsuza dek mutsuz yaşamayı” neden istemediğini biraz daha açmasını rica ediyorum.
Grup içinde onca kavga varken, bireysel tatminsizlik ve olmamışlık hissi de bu denli yoğun yaşanıyorken, kendini ve birbirini yıpratmaktansa dağılmayı tercih etmek kulağa çok da mantıksız gelmiyor. Sonuçta kimse internet biraz daha mutlu olsun diye güvencesiz bir yaşama mahkûm olmak zorunda değil.
Sakin günlerini geride bırakmadan önce Bizim Büyük Çaresizliğimiz’i, Seyfi Teoman ve Barış Bıçakçı gibi isimlerle nasıl tanıştığını soruyorum. Boğaziçi’ndeki arkadaş çevresinin sinemacılardan oluştuğunu söyleyen Onur, tıpkı onların Sakin’le yaptığı müzik gibi sinemacı arkadaşlarının da o sıralar çok da matah bir şey yaptıklarını bilmediğinden, öylesine takılırken işlerin bir anda ciddiye dönüştüğünden bahsediyor. Altyazı onun öğrenciliği sırasında açılmış, Mithat Alam da o sıralar ders veriyormuş: “Emin Alper en yakın arkadaşlarımdan birinin sevgilisiydi mesela. Sinemaya çok meraklıydı ama yönetmenliğin y’siyle ilgisi yoktu. Şu an sinema komünitesi için bambaşka bir yerde, ama benim için ‘Emin’. Seyfi de Cenker’in [Kökten, Sakin’in basçısı] çok yakın arkadaşıydı, Cenker onun tüm filmlerinin ses tasarımlarını yaptı.” Seyfi Teoman Bizim Büyük Çaresizliğimiz’i yaparken de Sakin’den fazlasıyla net taleplerde bulunuyor. Filmin sinopsisini bile okumayan grup, “dans sahnesi için balad”, “bir tane reggae şarkısı”, “Tindersticks’e benzer bir şey”, “daha deep industrial, Massive Attack tarzı bir şey” gibi tanımlar üzerinden parçalar üretiyor. Bitiş jeneriği için de Barış Bıçakçı’nın şiirine şarkı yapılması istenince Onur oturuyor ve tek başına bir demo yapıyor. Grubun bir yerlere evriltmesini beklerken herkes o versiyonu sevince ortaya bas bile olmayan bir şarkı çıkıyor: “Bana hâlâ kendi kendime takıldığım demo gibi geliyor. İnsanların beğenip büyük büyük anlamlar yüklemeleri bir yandan çok hoşuma gidiyor, bir yandan da bunun geçmişe dönmekle bağlantılı bir yanı var sanki. Ben Papazçeşmeliyim, teyzem hâlâ orada yaşıyor. Küçükken babamın götürdüğü bayram namazlarını hatırlıyorum. İnançlı biri değilim, ama namazların kültürel boyutu bana ilginç geliyordu, geriye dönüp bakmak da hoşuma gidiyor. Bunu da müzikal anlamda geçmişe dönüş gibi düşünüyorum.”
“Hamur İşleri”nin “Çörek otu ve susam-sam-sam-sam,” diye giden sözlerinden lafı son albüme getiriyoruz. Onur’un müzikal oyunlar oynamaktan, o ciddiyeti kırmaktan hoşlanan bir hâli var. Akademideki tavrının da böyle olduğunu, okumalarını hep ciddiye alsa da örneğin Boğaziçi’nde antik çağ felsefesi anlatırken tırnaklarını pembeye boyayıp gittiğini, bir şekilde birilerini rahatsız etmek istediğini anlatıyor. Hayata’da yer alan “Orta Güvenlik Sahası”nda araya giren İngilizce sözleri sorduğumda da o sıralar sıklıkla dinlediği Pulp’ın solisti Jarvis Cocker’dan ve şarkıların D bölümlerinde bir anda okumaya başladığı şiirlerden bahsediyor. O şarkının ikinci kısmında ona benzer bir şeyler denemek istediğine, şiiri yazana kadar da provalarda o boşlukları dolduracak doğaçlama sözler söylediğine değiniyor. Sonuç olarak o kısmı South Park’ın 13. sezonunun “Fishsticks” adlı 5. bölümünde yaptığı “gay fish”[i] şakası tüm ülkeye yayılınca Ellen DeGeneres’ın programına çıkan Eric Cartman’ın taklidiyle[ii] doldurmaya karar veriyor[iii]. Gruptakilerle turne otobüslerinde, sahne arkalarında, stüdyoda sürekli atıfta bulundukları bir replik bu.
Yazının başında belirttiğim gibi Hayata’ya denk geldiğimde, Onur’u takip etmeyi bir süredir bıraktığımın da farkına varıyorum. 2020’nin başlarında bir Sakin tribute grubu kurmayı, eski demoları da tekrar canlandırmayı hayal ettiğini farklı mecralardan çoktan dillendirdiğini görüyorum. Albüm çıktıktan sonra Hikmet Demirkol’la sohbetlerini dinlediğimde ise Hayata’nın grupla birlikte eskiden beri planlanan, hayat sözcüğünün hayata, hayatı, hayatta, hayattan gibi çekimleri üzerinden albümler çıkarma hayalinin bir parçası olduğunu öğreniyorum. Merve’yle bana bunun ardındaki düşünceyi biraz daha açıyor: “Bu yalnızca Türkçeyi bilen, konuşan, bu coğrafyaya aşina birine anlatılabilecek bir şey. Hayata’nın ismin yaklaşma hâlini (-e/-a) tutturması, bir yandan da ilk ve tek Sakin albümüne atıfta bulunması çok güzel. ‘Şerefe’ gibi bir anlamı da var. Hayat kelimesi geçtikçe zaten duygulanıyorum, onun periferisinde kalmak istedim.” Paylaşmayı düşündüğü şarkıların içinde yeni bir şey olmadığını söyleyebilecekleri memnun etmek için “Haydut”u çıkarıyor. Onur Özdemir adını ise yeni şarkı yazmak ile Sakin şarkılarını düzgün kayıtlarla devam ettirmek arasında dilediği yere savrulma lüksünü kendisine tanımak için kullandığını belirtiyor. Esasında ne büsbütün Onurr ne de büsbütün Onur Özdemir olmak istediği aşikâr: “Mutsuz olsam bırakayım diyeceğim, ama kendime yalan söylemek istemiyorum, pop müzik yaparken mutluyum.” Peki, Sakin hayranlarının tepkileriyle ilgili bugün ne hissediyor? “Tacize varan hareketler, suçlamalar, iğnelemeler derken Hayata çıktıktan sonra fark ettim (belki onlar da fark etti) ki aslında boşluğa duyulan bir özlem varmış.” O boşluğu doldurma misyonunu sahiplenmenin getirdiği Jeanne d’Arc havası da hoşuna gidiyor, “ben kurtaracağım” iddiası olmasa da “Kimsenin yüzüne bakmadığı alanda bir şeyler yapayım,” düşüncesi baskın gelmeye başlıyor. Günümüzün popüler gruplarıyla ilgili de şunları söylüyor: “‘Üçüncü yeni’ diye kodlanan grupları anlıyorum, onlara saygı da duyuyorum, ama onların yaptıklarından farklı, drive’ın olduğu, distortion’ın ve o sert davulların net duyulduğu, vokalle davulun ilişkisinin hissedildiği bir gitar müziğinin özlemini duyuyorum. Arka arkaya 4-5 şarkı yüksek davullar duymak istiyorum.” Albümün çıkışını sosyal medya hesaplarından duyururken kullandığı “cangır cungur çalınırlar” ifadesi de tam bu sound’u betimliyor. “Bu müzik türüyle ilgili ‘Ulan kimse bakmıyor bu çocuğun yüzüne,’ diye düşünmeye başladım açıkçası. Bu zamana kadar öyle bir düşüncem yoktu, bana yazılanların etkisiyle olmadı, bir iki aydır böyle düşünüyorum. İnsanlar en ufak demoyu bile bu kadar sindirmişse bir şeylere katkıda bulunduğunu hissediyorsun. Yaparken ‘Ben büyük bir şeyler yapıyorum,’ hissi olmuyor ki. Deniyorsun, ‘Doğru mu, yapabiliyor muyum, güzel oldu mu?’ diye kendine sora sora ilerliyorsun. Ben onları ne güvensizliklerle yazmışım, 10 yıl sonra insanlar bakıp ‘vay be’ diyor.” Arşivlik kayıtları olmamasına rağmen şarkıların kendi hayatlarına devam etmeleri onu mutlu eden bir diğer ayrıntı. Bunu da bir şekilde sürdürmeye çalışıyor: “Son zamanlarda eskiden olduğu gibi elime elektro gitarı alıp saatlerce takılıyorum, 4/4’lük giden bir ritimle aşırı basit şeyler çalmaya, yazmaya, 1995-2005 arası duyduklarımızı bir şekilde tekrar yakalamaya çalışıyorum. Artık sonunda ne çıkar bilmiyorum, ama böyle bir gazım var.”
Burada sözü Merve alıyor ve 2020 gibi bir yılın son ayında bu albümün yayımlanmasının “‘Eksik Şarkı’ydı, artık tamamlandı,” hissi uyandırmasından, kendini tanımladığı zamanları değerlendirdiği bir yılda kendini tanımlamasına yardımcı olan Sakin’i hatırlamanın çok güzel olduğundan bahsediyor. Ben de Hayat albümünde yer alan ve dinlerken birtakım şeylerle özdeşleştirdiğim pek çok şarkının Hayata’dakilerde bir karşılık bulduğunu düşündüğümü ekliyorum. “Bir Ses”in yazın arabadayız, uzun yoldayız, “Sen küçük kız bize alkış tut” derken alkış tutuyoruz hissiyatının yerini “Semender Dürtüsü” almış, “İlk Yara”nın “Söylenmemiş güzel sözleri al, hepsinin içinde hadi kendini bul,” sözü direkt “Laleler Beyaz”daki “Hoş senin de bir varoluş sebebin var, yakından uzaktan alakam olsa mutluyum”la konuşuyor gibi. Sonuç olarak ister tekil şarkılar üzerinden ilerlesin ister bütüncül bir his doğursun, bu albümde bir şekilde eskiye dair bir şeyler bulduğumuz konusunda hemfikiriz. Onur ise artık o dönemleri daha rahat değerlendirebildiğini söylüyor.
Daha sormak istediğim bir sürü soru var. Öte yandan hem sohbet üç saati bulmuşken Onur’u ve Merve’yi daha fazla tutmamak hem de “bunu insan okuyacak” düşüncesiyle zaten fazlasıyla uzun bir röportajı yüksek lisans tezine çevirmemek için Hayat albümünün şarkılarından “Bu Defa”ya dair son bir soru soruyorum. Bu şarkı benim için önemli, çünkü hemen başında geçen “Birkaç gün ya, birkaç hafta, üç gün 23 dakika,” sözlerinin Jack Black’in “Chop Suey!”e dair söylediği “Bu sözlerin ne anlama geldiğini bilmiyorum, ama önemli değil, çünkü harika bir rock parçası harika bir rock parçasıdır,” cümlesine iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. Tabii hazır yakalamışken anlamını da öğrensek fena olmaz: “Hatırlamıyorum, ama üç gün o şarkıyı yazana, şarkıyla ilgili önemli bir şeyler oturana kadar geçen süredir herhalde. Muhtemelen tam 23 dakika sürmemiştir, onu biraz Aysel Gürel’vari bir yaklaşımla oraya sıkıştırmışımdır. O da betimleme yaparken sahneyi gözünde net bir biçimde canlandırıp cümleyi olabilecek en ters kelimelerle kurardı. Bunu yaptığında ardından gelen ‘Bir defa kalsan yanımda’ gibi normalde klişe kaçabilecek sözlerin etkisi de artıyor.” Pop şarkıları yazarken uyguladığını söylediği “bir satırda şiir, bir satırda dijital dünya dili” kuralının da buradan evrildiğini, en azından benzer bir kafa yorma sürecinin sonunda ortaya çıktığını tahmin ediyorum.
Kayıt bittikten sonra yıllar önce birlikte Sakin dinlediğim arkadaşlarıma Onur’la röportaj yaptığımı söylüyorum. “Niye popçu olmuş?” diye soruyorlar, “Bir tek biz dinliyormuşuz, kirasını ödeyemiyormuş,” diyorum. Artık biz de 30’larının başlarında insanlarız, bunun ne demek olduğunu hepimiz anlıyoruz.
[i] Hızlı söylendiğinde “Do you like fish sticks?” (Balık kroket sever misin?) sorusunun son iki sözcüğünün “fish dicks” (balık penisi) gibi duyulmasından hareketle soruya evet cevabını verenlere “What are you, a gay fish?” (Ne yani, sen eşcinsel bir balık mısın?) gibi bir takip sorusu yöneltilmesine dayalı bir şaka.
[ii] “The truth about making funny jokes, Ellen, it’s all about cooperation. It’s like racketball – you serve, you hit back, you serve, you hit back, you know? You guys like fish sticks? Haha OK, thank you, thank you, really.” (Esprilerle ilgili bilmen gereken şey, Ellen, bu işin tamamen işbirliğine dayalı olduğu. Raketbola benzer, sen vurursun, karşı taraf vurur, sen vurursun, karşı taraf vurur, bilirsin işte… Balık kroket sever misiniz? Haha peki, teşekkürler. Teşekkürler, gerçekten.)
[iii] Tüm dünyaya yayılan şakayı bir türlü anlamayan tek kişi ise Kanye West. Hatta bu konuyu epey ciddiye alıyor, önce “Ben eşcinsel bir balık değilim!” temalı bir basın toplantısı düzenliyor, sonra da eşcinsel bir balık olduğunu kabul edip denizin altında şarkı söylemeye başlıyor. Bu bölümde South Park ekibiyle birlikte çalışan Bill Hader’ın “fish sticks” – “fish dicks” kelime oyununun daha önce hiç yapılmadığını öğrendiklerinde nasıl heyecanlandıklarını, “Dünyada espri anlayışı olmayan tek kişi kim?” sorusu üzerinden Kanye West’e nasıl ulaştıklarını anlattığı videoyu meraklısı mutlaka izlesin.
Hocam ne güzel bir röportaj yahu. 2006-2011, Cebeci, Ankara mukimi bir Siyasallı olarak Sakin’in birçoğumuzda yarattığı etki paha biçilemezdi. Can Bey’e de saygılarımı gönderiyorum; ne yalan söyleyeyim ben röportajı yapsam ne soracaksam birebir onları sormuş gibi bir izlenim edindim. Mesela hayatımın bir döneminde binlerce kez dinlediğim Bu Defa parçasının kendi anlamlandırdığımız giriş bölümü… Onur’a ekşisözlük kırgın ve kızgın tayfasından biri de bendim ama hayat bir kez yaşanıyor. Kaleminin ve kalbinin güçlülüğünü hakkında okudukça anladım, biraz da yaşlandık bir şeyler yerine oturdu. Biraz Mabel, biraz Onur; onlar da olmasa eksik kalırdı. hayat.
Yazımıyla içeriğiyle harika bir röportaj olmuş. Cümle atlamadım. Değişime direnmek yersiz.