Burjuva toplumunun şiddet hakkında konuşma biçimi fazlasıyla gülünç. George Floyd’un polis tarafından öldürülmesinin ardından binlerce insan öfkelerini ve adalet taleplerini duyurmak üzere sokaklara döküldüğünde burjuva medyasının manşetleri şöyleydi: “Siyahi adamın gözaltında ölümünün sonra Minneapolis’te şiddet patlak verdi.”
Ne tuhaf bir yöntem! Üstelik başlık adamın nasıl öldüğünü gizlemekle kalmıyor. Anlaşılan, bir kamu görevlisinin alıkonmuş bir adamı boğarak öldürmesi “şiddet” değil. Hayır, “şiddet” asıl ondan sonra başlamış.
Bu tarafgirlik burjuva toplumunun nasıl işlediğini gösteriyor. Sıradan bir günde siyahi bir adam devlet eliyle öldürülüyor, ama insanların bir Target mağazasından parasını ödemeden bir şeyler almaları felaket oluyor. Demek insanlar gözden çıkarılabilir, ama mülkiyet kutsaldır.
Gerçekten de kapitalist toplum sistematik şiddetin her türlüsüne hepten olağan gözüyle bakıyor, bunu “şiddet” diye adlandırmaya bile layık bulmuyor. Bir polis güpegündüz cinayet işleyebiliyor, yeterince protesto olursa da “orantısız şiddet” diye kınanıyor. Peki, polisler tüm kanunlara ve yönetmeliklere gerçekten uyarsa ne olacak? Mesela bir aileyi mahkeme kararıyla evinden çıkarırsa, bu şiddet olmuyor mu? Ya bir dükkân aç insanların yiyecek almalarını engelliyorsa? Ya bir hükümet pandemi nedeniyle 100 bin kişinin ölümüne göz yumuyorsa? Bu şiddet olmuyor mu?
Alman komünist şair Bertolt Brecht daha veciz bir ifadeyle anlatmıştı: “Öldürmenin pek çok yolu vardır. Karnınıza bir bıçak saplayabilir, elinizdeki ekmeği alabilir, hastalığınızı iyileştirmeyebilir, sizi berbat bir evde yaşamaya zorlayabilir, ölesiye çalıştırabilir, intihara itebilir, savaşa yollayabilirler vs. Memleketimizde bunların pek azı yasaktır.”
Burjuva politikacıları, protestolara cevaben şiddet aleyhinde konuşmalar yapıyorlar. Elbette polisin her gün başvurduğu şiddeti kastetmiyorlar. ABD ordusu tarafından gerçekleştirilen katliamlardan veya Amerikan şirketlerinin neden olduğu ekonomik yıkımdan bahsetmiyorlar. Hayır, onların asıl derdi, ister istemez, mülkiyete verilen hasar.
Mesela Minneapolis delegesi, ilerici demokrat Ilhan Omar geçtiğimiz günlerde şöyle bir tweet paylaştı: “Barışçıl yollarla protesto etmek zorundayız. Gelin, bu şiddet döngüsünü kıralım.” Demokrat partili Atlanta valisi Keisha Lance Bottoms ise “Bu, Martin Luther King Jr.’ın ruhuna aykırı,” dedi.

Peki, neydi bu Martin Luther King Jr. ruhu? Martin Luther King Jr. sosyalist değildi, ama ezilenlerin zulme direnmeye mecbur olduğunu biliyordu. İktidar sahipleri tarafından sözde “şiddeti” nedeniyle kınanmıştı. 12 Nisan 1963’te sekiz din adamı, King’i Alabama’da siyahilerin yurttaş haklarını savunmak üzere planladığı gösterilerden vazgeçmeye davet etti. Bu protestoları “mantıksız ve zamansız” olarak nitelendirdiler, çünkü “kâğıt üzerinde ne kadar barışçıl olursa olsun nefreti ve şiddeti körükleyebilirlerdi.” Kitlelerin mobilizasyonunu “aşırılık” ilan ettiler ve siyahilerin mahkemelere “güzellikle itaat etmesini” buyurdular.
King, elbette söz dinlemedi. Ayaklanmaları “sesi duyulmayanların dili” olarak savundu ve ABD hükümetini Vietnam’daki korkunç katliamlarıyla itham edecek kadar ileri gidebildi. Zararsız bir ikona, sözümona pasif direnişten başka bir şey vaaz etmeyen meleksi bir figüre dönüşmesi ise ancak öldürüldükten sonra gerçekleşecekti.
Omar gibi ilerici demokratlar insanlara barış çağrısında bulunmuyorlar, onları cinayet işleyen bir sisteme güzel güzel itaat etmeye davet ediyorlar. Omar, ABD federal hükümetinin polis cinayetlerini soruşturmasını istiyor. Ancak on yıllardır gerçekleştirilen polis reformları bu kurumun ıslah edilemeyeceğini kanıtlıyor. Siyahi bir polis tarafından yönetilen Minneapolis Emniyet Müdürlüğü vaktiyle ırkçı uygulamaları nedeniyle dava edilmişti. Kapitalist polisin, en aydınlanmış liderlikle bile, kapitalist mülkiyeti korumaktan başka işlevi olamaz. Bu, işçi sınıfının en yoksul kesimine, bilhassa da siyahi insanlara zulüm anlamına geliyor.
Sosyalistler olarak şiddeti yani kapitalist sistemin milyonlarca insana uyguladığı şiddeti kınıyoruz. İşçi sınıfı ve yoksul insanlar düzenin şiddetine karşı kendilerini savunmaya başladıklarında değil.
Ayaklanmalar yönetici sınıfın dikkatini çekmeye hizmet eder, hatta yönetici sınıfı taviz vermeye zorlar. Bu nedenle Minneapolis sokaklarındaki öfkeyi sosyalist örgütlenmeyle uzlaştırmamız gerekiyor. Demokrat Parti politikacıları (kendilerine sosyalist diyenler dahil) insanları baskıcı kurumlara razı gelmeye durmadan davet edecekler. Oysa hakiki sosyalistler egemen sınıftan bağımsız kurumlar, devletler ve partiler inşa etmek ister.
Kapitalistlerin küçük bir azınlığı, insanların büyük çoğunluğunun emeğini sömürüyor. Egemenliklerini sürdürmek için de devleti devlet yapan polisler, hapishaneler, ordular, yargıçlar gibi zor aygıtlarını savunuyorlar. Medeniyetimizin tamamını felakete sürüklüyorlar. Ancak iktidarlarından gönüllü olarak vazgeçmeyecekler. Tarih boyunca hiçbir egemen sınıf devrilmeden iktidarını terk etmedi. Karl Marx’ın söylediği gibi, “Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir (zor, bizatihi iktisadi bir güçtür).” İşçi sınıfının tam da bu nedenle kapitalistlerin silahlı güçlerinin karşısına dikilmesi gerekiyor.
İşçi sınıfı bir polis karakolunu ateşe verdiğinde kapitalistlerin medyası buna “şiddet” diyor, ancak bu kapitalizmin her gün başvurduğu şiddete karşı bir özsavunmadan başka bir şey değil. Kapitalist devletten kurtulmak, yerine de işçilerin bizzat yönettiği bir toplumu geçirmek zorundayız. Sosyalist devrimin özü budur. Minneapolis sokaklarındaki yangınlar ise kapitalizmin derinleşen krizinin ABD toplumunu nasıl biraz daha sona yaklaştırdığını gösteriyor.
*Bu yazı, Cüneyt Bender tarafından Nathaniel Flake’in Left Voice’de yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.
1 Yorum