“Dance like nobody’s watching” (kimse izlemiyormuş gibi dans et) sözünü çoğumuz duymuşuzdur. Don Williams’ın, sözleri Susanna Clark ve Richard Leigh tarafından yazılmış meşhur şarkısı “Come from the Heart”da geçen bu sözün yer aldığı kısmı şöyle Türkçeye çevirebiliriz: “Paraya ihtiyacın yokmuş gibi şarkı söylemelisin, hiç kırılmayacakmış gibi sevmelisin, kimse izlemiyormuş gibi dans etmelisin, eğer işe yaramasını istiyorsan kalpten gelmeli…”
Normalde bizim için çocuk oyuncağı olan bir işi, başkalarının bakışlarını üzerimizde hissettiğimizde elimiz ayağımıza dolaşarak yapmamız tesadüf değil. Çünkü başkaları devreye girdiği an; eleştirilmek, yanlış anlaşılmak, yargılanmak ya da yadırganmak gibi son derece olağan sosyal korkuların pençesine düşmek kaçınılmazdır. Cehennem pratik anlamda başkalarıdır artık.
İğne atsan yere düşmeyecek bir seyirci kalabalığının karşısında kimse izlemiyormuş gibi dans eden kişi en iyi dans eden kişidir. Çünkü çekincesi yoktur, alabildiğine özgürdür, cesareti ona tüm hünerlerini korkusuzca sergileme özgürlüğünü bahşetmiştir, hareketleri esnek ve coşkuludur, başkalarının bakışlarının yaratacağı çekingenlikten azade hareket etmektedir. Peki, bedeni hareket ettirmek üzerinden kurduğumuz bu mantığı kalemi hareket ettirmeye uygularsak ve kimse okumayacakmış gibi yazarsak ne olur?
İnsanın kendine en çok yaklaştığı anlardan biri olarak değerlendirebileceğimiz yazma edimi, her şeyden önce, bireysel bir eylem oluşuyla bizi başkalarının bakışlarının esaretinden kurtarır. Yazmak –dolayısıyla da edebiyat– dans, tiyatro ya da sinema gibi doğrudan göstermeye veya sahnelenmeye dayalı değildir. Mütevazı bir tavırla şov dünyasının uzağında konumlanır; ışıkların, kostümün, sahnenin, alkışların, şatafatın uzağındadır. Hem üretim hem de tüketim açısından kolektivitenin sarhoş edici görkeminden en uzakta yer alan sanat eylemidir. “Hadi, bu akşam sinemaya/tiyatroya/konsere gidelim” sözünü çok duymuşuzdur da “Hadi bu akşam birlikte kitap okuyalım” sözünü duymamışızdır. Üstelik kitap okumak birlikte yapıldığında dahi bireysellikten tamamen sıyrılamaz. Buna karşın en sofistike ve çekici olan da yine yazmaktır. Her şeyden önce, yazıda, sözcüklerle açıklayamayacağımız bir gizem yatar. Yazılanı okuduğumuzda, yazar metinden mecburen tamamen çekilmiştir. Dolaylı ve sırlarla dolu bir iletişimin kapılarını aralamışızdır artık, sözcükler yalnızca ulaktır. “Yazmak geri çekilmektir,” der Jacques Derrida. Okur eserle baş başadır artık, aralarına kimse giremez, yazar bile…
Göstergebilimin ve okur odaklı yaklaşımların öncü isimlerinden Roland Barthes, “yazarın ölümü” fikrini ortaya atarak metnin anlamını okuyucuda arar. “Yazar ortadan kalktığında metnin anlamını ‘deşifre etmek’ gereksiz hale gelir. Bir metne Yazar atamak o metne kilit vurmaktır, onu nihai bir gösterilene/kavrama mahkum etmektir, yazıyı kapatmaktır,” der. Barthes’a göre eserin özerkliğini kazanması için yazarın gölgesini eserden çekmesi gerekir. Eserin her okunuşunda ve her alıcıda bambaşka bir anlama bürünerek nefes almaya devam etmesi için yazar mutlaka ölmelidir. Bu kavrayış tamamen yoruma odaklanan postmodern sanatın da çekirdeğini oluşturur. Fakat Barthes yazarın ölümünü savunurken deşifre edilmesi gerekilen bir anlatım şemasını kutsuyor gibi dursa da aslında bu deşifre etme merakının tam anlamıyla karşısında konumlanır. Ona göre yazarın saltanatını yıkmak devrimci bir harekettir, bir eseri deşifre etmeye soyunan eleştirmenler ise imkansız ve dolayısıyla da gülünç bir gayenin peşine düşmüşlerdir. Aslında Barthes’ın verdiği bir örnekle, görünenin aksine kapalı ve büsbütün bireysel yorumlamalara dayanan bir anlatı dilini savunmadığı belirginleşir: Barthes, epik tiyatronun öncüsü Bertolt Brecht’in eserlerinde yazarın ciddi oranda “ortadan kalktığına” işaret eder. Barthes’ın, eserlerini Marksizm-Leninizm ideolojisiyle ortaya koyan ve toplumsal sorunları kendine has bir yöntemle sahneye taşırken iletisinin bulanıklaşmaması için seyirciyi biçimsel yollarla etkin kılmaya çalışan Brecht’i örnek göstermesi; Barthes’ın bireyci bir sanat anlayışını savunmadığının kanıtı niteliğindedir.
Postmodern dünyanın şiarı “bireyi her şeyin önünde” konumlandırmak olduğundan günümüzün sanat anlayışında da en toplumsal olanı bile en bireysel olan üzerinden, kapalı ve metaforlara gömülü bir dille anlatmanın daha estetik bulunduğu bir tutum hakimdir. “Ne kadar karmaşıksa o kadar iyidir, ne kadar az insan anlarsa o kadar sanattır” biçiminde açıklanabilecek tehlikeli ve içi boş bir anlayışın da temelini oluşturur bu. Dolayısıyla “yazar öldü” sözünü bağlamından koparıp münferit düşündüğümüzde, göstergenin özü gereği taşıdığı doğal karmaşayı açıklama meramının ötesine geçerek metaforu fetişleştirme ve okura odaklanma makyajının altında okuru etkisizleştirme riski taşıdığını görürüz. Üstelik ne yaparsak yapalım sanatçıyla eserini birbirinden bağımsız düşünmenin mümkün olmadığı gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekir. Yazar kendi intiharını gururla gerçekleştirip okura metni anlamlandırma sürecinde sonsuz bir demokrasi ortamı sunmaya hazır olsa dahi her sanatçının ideolojisi, dünya görüşü, geldiği sosyoekonomik ortam, çevresi, anıları, deneyimleri, seçimleri –kısacası olduğu kişi– istese de istemese de yarattığı esere içkindir. Üstelik sanatçıyla eserini birbirinden ayırmak mümkün gözükmediği gibi gerekli ya da doğru da durmamaktadır. Tükettiklerimize eleştirel bir bakış getirmenin anahtarı onu üreten tüm koşul, zaman, mekan, kavrayış ve kişileri tarihselleştirerek bütüncül bir perspektifle değerlendirebilmektir. Bunun şiir gibi imgelemin ve dolayısıyla da yorumun had safhada olduğu bir metin türü için dahi geçerli olduğunu unutmamak gerekir. Bu eleştirel bakışı geliştirebilmenin yollarından biri biçimi başlı başına anlamsal bir unsura dönüştürmekten geçebilir. Bu yol tercih edildiğinde –tıpkı Brecht’in yaptığı gibi– eser ve alıcı arasına mesafe girer. Bu mesafe –yabancılaştırma efekti– uzun uzun yorumlanmayı ve deşifre edilmeyi bekleyen mecazlarla değil, okura/seyirciye bunun sadece bir anlatı olduğu konusunda dürüst davranmakla oluşur. Sanatçının esas amacı; alıcıyı eğlendirmek, sürüklemek, uyuşturmak ya da estetik ağırlığı ile boğmaktan ziyade ona sorumluluk vermek ve onu diri tutmak olmalıdır.
Açık kalan kapılara manidar analizler yazdığımız, yuvarlanan bir elmayı saatlerce tartıştığımız, gelişigüzel bir nesneye tumturaklı anlamlar yüklediğimiz, basit bir fırça darbesini içimizde depremler yaratmışçasına uzun uzun izlediğimiz, sürekli bir şeyleri çözümlediğimiz postmodernist sanat anlayışıyla hepimiz rakı şişesindeki balıklara dönmüşken; dolaysız, gösterişsiz ve toplumcu gerçekçi estetiğe yaslanan bir sanat anlayışının da hatırı sayılır örneklerine rastlıyoruz. Gramsci’nin ve Hebbel’in dediği gibi, yaşamak kayıtsız kalmamak ve taraf tutmaksa şayet, sanatçı da hem yaşayan hem gerçekliği yeniden üreten bir varlık olarak iki kere taraflıdır. Sade ve dolaysız bir anlatım tarzının itibarsızlaşmaya başladığı bir sanat kavrayışında, en zor olanın en basit olanı anlatmak olduğunu kabul edip sanatın estetik olabilmesi için mutlaka karmaşık ve simgesel olması gerektiği gibi bir peşin yargıyı kırmamız gerekir. Sanatın doğası gereği iletilerin alıcılarda farklı farklı karşılıklar bulacağını –ve bunun çok da güzel olduğunu– gayet tabii kabul etmekle birlikte iletisini dolambaçlı yollardan göndermeyip ortak bir kavrayış oluşturan, toplumsal belleği besleyen ve politik bilinç uyandıran eserlerin değerinin hatırlatılmasında fayda var.
Bahsedilen durumun en çok sorunsallaştığı sanat dallarından biri olan sinema üzerinden örnek vermek gerekirse, sinemada en etkili metaforların en basit olanlar olduğu kanaatindeyim. 2020’de En İyi Film Oscar’ını kazanan Parazit’in –her ne kadar sınıf çatışmasını ele alış biçimi tartışmalı olsa da– başarısında metaforlardaki sadeliğin ciddi bir etkisi var. Örneğin, yağmurun yağışının varlıklı ve yoksul kesimde bulduğu iki uç yankının anlatıldığı sahne sınıfsallığı yağmur ile anlatıyordu ve bu en ortalama sinema seyircisinin bile anlayabileceği basitlikte bir eğretilemeydi. Ya da Güneşli Pazartesiler (Los Lunes al Sol) filminde işsiz karakterlerin bilet alamadıkları için maçı tribünden değil, sahanın sadece yarısını görebildikleri bir çatıdan izlerken gol atıldığını tribündeki taraftarların tepkisinden sonra gecikmeli olarak anlamaları son derece sıradan fakat bir o kadar da vurucu bir anlatım yoluydu. İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin imza filmlerinden Bisiklet Hırsızları, alelade bir bisiklet üzerinden içinden çıkılmaz ahlaki ikilemler yaratıyordu ve film boyunca bir an olsun bile terk edilmeyen yalınlık baş döndürüyordu.
Bu şekilde birçok örnek sıralanabilir fakat en çarpıcılardan birine değinmeden geçmek olmaz: Dardenne Kardeşlerin Rosetta filminde alkolik annesiyle sefalet içinde yaşayan ve işsiz kalan Rosetta, tüpü açıp intihar etmek istediğinde tüp biter. İntihar etmek istemesinin sebebi olan yoksulluk, intihar etmesine bile müsaade etmemektedir. Çıplak, gösterişsiz ve tüm gücünü basitliğinden alan bir metafordur bu. Üstelik Rosetta filmi, Belçika hükümetinin işsiz gençlere işsizlik parası vermesini öngören “Rosetta yasasının” çıkmasını sağlamıştır. Toplumcu ve katışıksız bir sanat anlayışının güçlü bir silaha dönüşebileceğinin, ayrıca dolaysız yollarla da estetik olgunluğa erişilebileceğinin en açık seçik örneklerinden biridir bu. Fakat politikayı sadece eserin duyarlı bir imaja yaslanması için arka fon olarak kullanan ve sarsılmaz varlığıyla dikilen sınıf mücadelesini görünmez kılan; zamansız, mekansız ve soyutlanmış bir anlatım şeklinin oldukça sanatsal bulunup göklere çıkarıldığı bir sanat ortamında; hakikatli bir politik bilinç uyandırabilecek bir eserle bunu sadece anlatısına meze yapan bir eser arasındaki çizginin bulanıklaşmaya başladığını belirtmek gerek. Bu bulanıklığı gidermeye yönelik bir arzumuz varsa eğer, Barthes’a sırt çevirip tekrar yazara –eserin kaynağına– dönmemiz gerekecektir.
Barthes’ın yazarı simgesel olarak katletmesinin göstergebilime dayalı bir bağlamda düşündüğümüzde son derece tutarlı ve doğru olduğunu kabul etmekle birlikte daha bütüncül bir ölçekte baktığımızda bu anlayışın yer yer çelişkili olduğunu ve bazı önemli toplumsal dinamikleri ıskalama riskini taşıdığını görüyoruz. Peki, Barthes’ın bahsettiği yazarın ölümü meselesini diğer ucundan ele alırsak, yazarı değil de okuru öldürürsek ne olur?
Her şeyden önce, okuru öldürmek, hiç kimse okumayacakmış gibi yazmak mümkün müdür? Çoğu zaman kendi kendimize konuşurken bile büsbütün özgür hissedemezken insanların yargılarına karşı savunmasız bir hale gelmeyi göze alıp içsel dünyamızı yazıyla kalıcılaştırabilmek ve bunu yaparken otosansüre yenik düşmemek olası mıdır? Üstelik otosansürle cebelleşmek için illaki her yazdığı büyük kitlelere ulaşan ünlü bir yazar olmanız gerekmez, çocukken kendi halimizde yazdığımız günlükler bile kim bilir nice otosansürle doludur. Yazının en büyük alametifarikası olan kalıcılık, onu biraz da tekinsiz bir eyleme dönüştürür. Kerouac, Hemingway, Bukowski ve daha nicelerinin içkiyle neredeyse ikonikleşmiş sıkı fıkı bir ilişkisi olduğunu biliyoruz. Belki de içki içmenin yazar camiasında bu kadar yaygın olmasının sebeplerinden biri de budur, belki de sarhoş bir vaziyette yazmak okuru öldürecek cesaret ve özgürlüğe yaklaştırıyordur yazarı.
Burada bahsedilen “okuyucudan kopma” işlemi, divan edebiyatı yazarlarının yaptığı gibi halkla hiçbir teması kalmamış bir yüksek zümre edebiyatı oluşturmak olarak yorumlanmamalıdır. Tam aksine, yazarın kitlelerin beklentilerine ve popüler kültüre göre hareket etmemesi ve çoğunluğu oluşturan okur görüntüsünü gözetmeden eseri ortaya koyması eseri gerçek bir sanat yapıtı konumuna taşıyıp çağın ötesine geçirecektir. Çünkü sanatçının rolü beklentileri karşılamak değil; gerektiğinde mevcut durumu değiştirebilmek, beklentinin temelindeki değerleri yeniden inşa edebilmektir. Bu tutum yazarın anlaşılmayı çok sonralara –belki ölümünden bile sonraya– bırakabilme yürekliliğini göstermesini gerektirebilir. Okuru öldürmek okuru kaale almamak değil; okura hizmet edebilmek, onu olduğu noktadan daha ileriye taşıyabilmek içindir. İyi bir yazar; içinde bulunduğu coğrafyanın, dönemin ve toplumun panoramasını çok iyi tahlil etmiş olmalıdır şüphesiz. Fakat bu tahlili çağın getirdiklerine hiç direnmeyip kitlelerin beklentisini karşılayarak “bestseller” olmak için değil; gerektiğinde dönemin ve toplumun tüm koşullanmış isteklerine başkaldırabilmek, bu isteklerin ve kanıksanmış beklentilerin özünde yatan değerleri değiştirebilmek için yapmalıdır. Bu yüzden ölmelidir okur, yazarı özgür bırakabilmek için. Hiç kimse izlemiyormuş gibi dans edip hiç kimse okumuyormuş gibi yazmak için.
Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.
Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.
Ayşe Hanım yazınızı sonuna kadar merakla okudum. İçimden geçenlerin en nektar ifadesini bulduğum için çok mutlu oldum. Kaleminize, emeğinize sağlık. Sadelik hem yazıda hem hayatta ulaşılması en güç derinlik ve doruktur. Brecht’in sadeliğiyle veda ederken:
“Savaş istiyoruz! En önce vuruldu bunu yazan.”