Netflix’in başka kültürlerle derdi nedir?

Emily In Paris (Netflix,2020).

Son günlerde Netflix’in “Şimdi onlar altyazılı izlesin,” sloganlı reklamlarına İstanbul’un herhangi bir köşesinde rastlamış olabilirsiniz. Ezel Akay, Berkun Oya, Taylan Biraderler gibi popüler yönetmenleri orijinal dizi ve filmleri için çoktan safına alan Netflix, 2021’de de güçlü bir kadroyla Türkiye’den çıkan üretimlere yer vermeye devam edeceğini açıkladı. Bu açıklama Türkiye’deki izleyicilerine tabiri caizse bayrak astırdı. Ancak “şimdi onların altyazılı izleyeceği” bu içerikler ile bizim, daha doğrusu dünyanın ABD dışında kalan kısmının[i] izlediği Amerikan yapımı içerikler arasında bariz bir fark var: Netflix’in başka coğrafyaların kültürlerini egzotikleştiren bakış açısı.

Hollywood aslında doğuşundan beri başka coğrafyaları stereotipleştirmeyi normalleştiren, bundan beslenen bir sektördü. Örneğin Hollywood’a göre Uzak Doğu hep bilge ve gizemli, Ortadoğu oryantal ve mistik, Afrika vahşi ve geri kalmış, Avrupa ise kültürlü ve romantikti. Anlatılarda bu mekânlara hep bir Amerikalının gözünden, turistik bir heves ve sığ bir tarihsel arka planla bakıldı. Amerikalıların önyargıları bu anlatıları, anlatılar ise önyargıları besledi. Dolayısıyla dijital çağ ile değişen ve gelişen dengeler Netflix’i başka ülke ve kültürlerin hikâyelerini de kendi platformlarında barındırmaya davet etse de amaçlar arasında bu bakış açısından kurtulmak yoktu. Hedef iddia edilenin aksine bir tür kültür elçiliği değil, yalnızca daha büyük bir sermaye döngüsü için globalleşebilmekti, Stranger Things tanıtımları için Saadettin Teksoy’u kullanmak gibi yerelleşmeyi hedefleyen reklamlar da yine buna hizmet ediyordu. Başka kültürler yüce Amerikalının büyük icadında kendilerine adeta ilkokulların kültür tanıtım günlerindeki kadar yer bulabildi. Amerikan yapımı ya da yerli yapım olması fark etmeksizin bu orijinal anlatılarda mekânın egzotikleştirilmesi çoğu zaman anlatının önüne geçti. Örneğin Türkiye dizilerinde Topkapı Sarayı’nı ve Göbeklitepe’yi merkeze alan hikâyelerin yanında mistik atmosferler, yerli yersiz beliren İstanbul siluetleri ve ezan sesleri Batı’nın gözünden nasıl gözüktüğümüzü kendi dilimizle yineler nitelikteydi. Öyle ki bazı izleyiciler diyalogların sanki en başından itibaren İngilizceye çevrilmeye uygun yazılmasından duydukları rahatsızlığı da belirtti.

Burada bir parantez açalım: Bu gündem özellikle son günlerde Türkiye’de eşcinsellik, İslami değerler ve sansür gibi tartışmalar çerçevesinde şekillendiği için Netflix’in tavrına kültürel emperyalizm derken bir çizginin doğru çekilmesi gerektiğini düşünüyorum, zira bir mecranın arzu ettiğiniz değerlere uymamasıyla bu değerleri zorla dayatması arasında önemli bir fark var. Arzu edilen değerlerin kimin değeri olduğu ve karşısına konumlandırılan mekanizmanın konuyla ilgili tutumu da tartışmanın başka unsurları olabilir. Ancak nihayetinde tartışmalar sırasında Netflix’in isteyenin parayla üye olabileceği, istemeyenin maruz kalmak zorunda olmadığı bir platform olduğunu akılda tutmak önemli. Buna ek olarak Netflix’in bu eğiliminin yeni ya da Türkiye’ye özgü olmadığı da aşikâr.

Meseleyi kendi eksenimizden çıkarabilmek için Netflix’in başka bir kültürü konu alan dizilerinden Emily in Paris’i ele alalım. Hollywood’un onlarca kez işlediği “Paris’te bir Amerikalı” konseptinin 2020 sürümü olan dizinin ana karakteri Emily, tıpkı 2000’li yıllardaki atası Carrie Bradshaw gibi[ii] Paris sokaklarında kırmızı beresiyle dolaşırken ait olmadığı bir kültürün merkezine düştüğünde mekânın gerçekliğine uyum sağlamak ve sunduklarını deneyimlemek yerine kendi klişelerini saplantılı bir şekilde sosyal medya üzerinden yeniden üretmeyi tercih ediyor ve başarılı oluyor. Emily dizi boyunca despot Fransızlara sadece uzmanı olduğu yeni pazarlama stratejilerini değil gündelik iletişimden cinsiyetçilik tartışmalarına kadar birçok unsuru öğretmeye devam ediyor. Üstelik tüm bunları yaparken Fransız kültürüyle ve diliyle olan etkileşimi de bir turistten öteye gitmiyor. Bu durum sanki Amerikalıların dünyanın geri kalanına ne denli üstten baktığının açık bir itirafı niteliğinde. Amerikan stereotipi Emily ile karşıt karakteri olarak konumlandırılan Fransız stereotipi Sylvie arasındaki olumlu ve olumsuz özellikler eşitsizliği ise izleyiciyi rahatsız edecek boyutta, hatta dizide Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’ya barış getiren yüce gönüllülüğünün bir benzerini Emily Fransızlara reklamcılığı öğretirken izlediğimizi söyleyebiliriz.

Bununla beraber yaşayanların deneyimlerine göre Paris Emily’nin tahayyülünün aksine dünyanın en pahalı şehirlerinden biri ve lüks parfümleriyle olduğu kadar geçim sıkıntısının beraberinde getirdiği grevleriyle de ünlü. Bu da demek oluyor ki giyim tarzından oturduğu ev ve tavırlarına kadar her mânâda Hollywood klişelerinin bir yansıması olan Emily’nin yanından gerçek hayatta geçen bir Parisli muhtemelen onun iddia edildiği gibi ortalama gelire sahip bir reklamcı değil zengin bir Amerikalı turist olduğunu saniyesinde anlardı. Yine muhtemelen dizideki bazı unsurları sadece klişe olarak değil büsbütün yabancı düşmanlığı olarak okurdu.

Sadece kültürel değil tarihsel hatalar da içeren diğer örnekler Trotsky ve The Last Czars gibi siyasi diziler başta olmak üzere çoğaltılabilir. Ancak sonuç olarak Netflix aynı platform içinde Türkiye’de ahlakdışı olduğu gerekçesiyle eleştirilirken orijinal dizilerinde Fransızların cinselliğe bakışına karşı görece muhafazakâr bir tutum alabiliyorsa ortadaki mutlak normun Amerikan kültürü olduğu su götürmez bir gerçek hâline geliyor. Normun Amerikan kültürü olarak belirlendiği bir mecrada ise başka kültürel unsurlar ya Amerikan kültürüne benzemeye ya da stereotipleşmeye ve egzotikleştirilmeye başlıyor. Her iki yönelim de bir yandan anlatının gerçekliğine ve özgünlüğüne balta vururken bir yandan da kültürel emperyalizme davetiye çıkarıyor. Ancak bu tabii ki kültürel emperyalizmin biletinin sadece Netflix’e kesilmesine ya da herhangi bir şekilde sansürü desteklemeye yol açmamalı. İnsanlığın ekranla tanışması neredeyse yüzüncü yılını tamamlarken belki de artık izleyicinin televizyonla olan ilişkisini tek ve katı bir boyuta indirgemekten vazgeçmeliyiz.


[i] Netflix şu an 190’dan fazla ülkede hizmet veriyor.
[ii] Sex and The City ve Emily in Paris dizilerinin yaratıcısı aynı: Darren Star.

2 Yorum
  1. Ne ince bir analiz, elinize zihninize sağlık. Tektipleşmede Amerikan hegemonyası bütün mecralarda rahatsız edici.

  2. Aynı diziyi izlediğimizden şüphe ettim. Bence Emily in Paris’ te Amerikan sistemi empoze edilmiyor, hatta açıkca yeriliyor. Fransız iş kültürünün daha iyi olduğu algısından başka bir şey almadım ben.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
BREAKFAST AT TIFFANY'S (Blake Edwards, 1961).
daha fazla

Moda demokratik olabilir mi?

Lee Alexander McQueen’in intihar ettiği haberini okuduğumda günlerce yas tuttum. Modanın ne anlama geldiğini kavramamı, o dünyayı keşfetmemi…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et