William Gibson’ın 1984’te yayımlanan, aradan geçen 40 yıl boyunca piyasaya sürülen onlarca bilimkurgu, cyberpunk ve yapay zeka anlatısında izleri görülebilen romanı Neuromancer, N. Can Kantarcı’nın çevirisiyle İthaki Yayınları’ndan çıktı. Kantarcı’yla kitabın mirasını, Türkçeleştirirken tercih ettiği bazı kullanımları, neye iyi ya da kötü çeviri diyebileceğimizi, çevirilerde yapay zekaya başvurulmasının ne anlama geldiğini konuştuk.
Kitabın konusunu ve bilimkurgu tarihindeki yerini senden dinlemek iyi olur. Dilersen, öyle başlayalım.
Böyle söyleyince gerildim şimdi.
Neuromancer, William Gibson’ın 1984’te yayımladığı bir roman. Zaten üzerine düşündüğü meseleler olduğu için kısa sayılabilecek bir sürede, bir ya da iki yılda yazıyor. “Burning Chrome” diye bir öyküsü var, o dünyaya bir girizgâh sayılabilir.
Neuromancer’ın hangi yılda geçtiğine dair net bir bilgi verilmiyor, ama bazı şeylerin son derece normalleştiğini görüyoruz. Örneğin herhangi bir organın nakli, üretimi, satımı; insan vücudunun iç ve dış olarak ayrımının muğlaklaşması, dışarıdan her türlü kimyasal ve kimyasal olmayan girdilerin, çıktıların olması ve bunların da ticarileşmesi, tüm bunların kara borsasının olması… Büyük şirketler ve onların karşısında tek başına kalan bireyleri de görüyoruz. Bu da bilimkurgunun, özel olarak da cyperpunk’ın belirleyici temalarından biri.
Case diye bir başkarakterimiz var. Bir sanal âlem kovboyu, ilk defa Neuromancer’da geçtiği şekliyle “matrisin”, yani toplu bir halüsinasyonun içine girebiliyor, burada da örneğin farklı şirketlerden mallar kaçırıyor ya da insanların bilgilerini ele geçiriyor. Bize şu an normal, hatta demode gelebilecek bir kurgu var. Bu demodelik hissinin sebebi ise romanın ardından gelen pek çok bilimkurgu metni, dizisi ve filmi üzerinde büyük etkisi olmuş olması. Artık kendisinden sonra gelen örnekler için müthiş belirleyiciliği olan bu ortamda, Case’in de mesleğin en iyilerinden olduğunu anlıyoruz.
“Olduğunu anlıyoruz”, Neuromancer için kritik bir ifade, çünkü William Gibson’ın her sahnesi, her cümlesi in medias res. Bunun ardında da şöyle bir düşünce var: Nasıl şu an yaşadığımız dünyada biri gelip bir şeyleri açıklamıyorsa, her şeyi bir yandan yaşarken anlamak zorunda kalıyorsak, bu da inanılmaz hızlı, kimseyi beklemeyen bir dünya, dolayısıyla oradaki yaşayanlar nasıl algılıyorsa sen de öyle algılamak zorundasın. Bu da tabii İngilizce okuyanlar için de Türkçe okuyanlar için de, kitabı çevirmeye kalkanlar için de büyük bir “meydan okuma”. Bir meydanlar birliği, Kazlıçeşme.
Tatkaçıran vermeden konuya dönmek gerekirse, Case’in başına bir iş geliyor, bir şirkete yamuk yaptığı için artık kovboyluk yapamaz oluyor, o bağlanabilme yetisini biyolojik olarak elinden alıyorlar. Katman katman, soğan gibi açılacak, yapay zekanın da dahil olacağı bir hikayenin en başında “Bizim için şu işi yaparsan, sana matrise girebilme yeteneğini geri vereceğiz,” diyorlar. İşler giderek karmaşıklaşıyor, Case’in kimliği, o dünyada kendini konumlandırması, âşık olması, şirketlerin güçlerini elinde tutabilmek için her türlü şeyi denemesi gibi konulara temas eden bir yapıya evriliyor.
Neuromancer pek çok yönden önemli. Yaklaşık sekiz yıl sonra yayımlanan Neal Stephenson’ın Snow Crash adlı romanı da cyberpunk türünün temel metinlerinden biri elbette, ama matris terimini bu bağlamda ilk kullanan William Gibson. Ayrıca “cyberpunk estetiği” denilen o donuk, yağmurlu şehir, neon ışıklar, ne olduğu belirsiz gölgelerle dolu görselliği bilimkurgu dünyasına getiriyor. Bilimkurgu dediğimiz şeyin illa inanılmaz güzel teknolojilerle dolu bir evren değil, son derece karanlık bir yönü de olabileceğini de vurguladığı, bunu da etkileyici bir üslupla, insanların zihnine kazınacak şekilde yaptığı için de önemli bir roman.
Gibson’ın düzyazısı, üslubu eleştirilebiliyor. Bunu yer yer haklı bulmuyor değilim, çok kendi içine kapanan bir tarzı var, anlamak zor olabiliyor. Türkçesinde de metne müdahale edemiyorsunuz sonuçta, İngilizcesi neyse onu korumaya çalışıyorsunuz. Tabii İngilizce denen dilin kendi içine kapanışıyla Türkçe denen dilin kendi içine kapanışı farklı, bu yüzden de ne taklalar atacağına şaşırıyorsunuz. Her halükarda etkileyici bir dil olduğunu düşünüyorum, çünkü nihayetinde o dünyayı çok güzel kuruyor. Çünkü dünya da kendi içine kapanan, kendini göstermekten ziyade saklamaya çalışan bir dünya. Gibson’ın üslubunun bu kapalılığı aktarması, yansıtması açısından başarılı diye düşünüyorum.
Kitabın mirasıyla ilgili bir sorum daha var. Belirttiğin gibi “matris” kavramını ilk defa bu şekilde geçirmesiyle Matrix’in de büyük ilham kaynaklarından biri olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte kendi adıma Neuromancer’ın etkisini daha güncel yapımlarda da görebildiğimi söyleyebilirim. Aralarında kurduğum bağlantıyı söylersem, hem oyunun hem de kitabın da sonunu söylemiş olacağım, ama örneğin Horizon Zero Dawn’un hikayesine çok benzettim.
Kesinlikle. Yapay zeka üzerine, tanrısal ya da değil, elektronik ya da organik hiç fark etmez, protezler üzerine iş yapıp Neuromancer’dan ilham almamak mümkün değil. Tıpkı sağlam bir noir yazmak istiyorsanız, The Third Man’i (Carol Reed, 1949) izlemeniz gerektiği gibi. Neuromancer altımızda paralanıp atomlarına ayrılan iç çamaşırlarımız gibi, her yerde uçuşuyor artık o, kaçış yok, bizim hücrelerimize sızmış durumda.
Kitabın bazı numaralarının bugün demode görülebileceğini söyledin. Ursula K. Le Guin’in Yerdeniz Üçlemesi’ni (1968) de yakın sayılabilecek bir zamanda okudum, o da bende “Bugün bunun daha iyi örneklerini biliyorum,” hissi uyandırmıştı. Bir yandan da bu temaları, bu tartışmaları ilk kez ortaya atmak, ilk defa bir kurmaca evrenine katmak, bu bağlamda kullanmak çok değerli. Bugün buradan baktığımızda bu tür öncü eserleri nasıl değerlendirmek lazım?
Sen tabii örnek olarak verdin, ama ben Yerdeniz’in hâlâ kendi ayakları üzerinde durabildiğini düşünüyorum. Benim için daha zamansız bir hissiyatı var.
William Gibson’ın “Ben geleceği tahmin edeyim, matrisi buldu desinler,” gibi bir derdi yok. Örneğin Dragonlance’teki Raistlin, baktığı her yeri yaşlanırken görür, her şey önünde çürüyüp biter. Gibson’ın bakışı da bana böyle geliyor. 1970’ler, özellikle de 1980’ler Japonyası heyula gibi beliren bir varlıktı, teknolojik atılımları acayip etkileyiciydi. Philip K. Dick’in The Man in the High Castle’ının (1962) da bu etkiyle yazıldığını söylemek çok da uçmak olmaz diye düşünüyorum, II. Dünya Savaşı’nı Almanya’yla birlikte Japonya’nın kazandığı bir alternatif dünyada geçer. Ha keza Ridley Scott’ın yine Philip K. Dick romanından uyarlama Blade Runner’ı (1982) benzer bir etki gösterir.
Amacın o olsa da olmasa da öncü bir roman yazıyorsan, her zaman bayat kalma riskin var, ama bunu yapsan bile etkileyiciliğini koruyabiliyorsun. Neuromancer’ın önsözünde de Gibson “Burada bir akıllı telefon yok, onu öngöremedim,” diyor mesela. Case İstanbul’daki otelden dönerken sırayla ankesörlü telefonlar çalıyor. Bir yandan da herhangi bir akıllı telefonla yapabileceğinden bin kat daha etkileyici bir sahne. Ne olursa olsun, bir santral kurulmuş, oraya kablolar döşenmiş, o kablolar üzerinden sana ulaşmaya çalışan elektronik bir kuvvet var. Akıllı telefonun –bu sefer negatif anlamda– o atomlara ayrılmış iç çamaşır gibi her yerde olması bütün atmosferi ve hatta hikaye kurulumunu dinamitleyebilecekken, ankesörlü telefonların o sıra sıra uğursuz duruşu müthiş bir etki bırakabiliyor okur üstünde.
Aynı gerilim hissiyle doğrudan Matrix evrenine de taşınmış bir estetik.
Aynen öyle. Hem Matrix hem Blade Runner hem de Ghost in the Shell (Mamoru Oshii, 1995) üzerinde inanılmaz etkisi var.
Bilimkurgu ve fantastik eserlerin çevirilerine has olabileceğini düşündüğüm bir zorluk var. Yazarlar yeni bir evren tahayyül ediyor, dolayısıyla başlı başına zor sözcükler, fonetiğiyle olduğu gibi Türkçeleştirmen gerekenler, yazarın icat ettiği ve çevirmenin Türkçe karşılık bulmak zorunda kaldığı ifadeler çok oluyordur diye tahmin ediyorum. Diğer türlere kıyasla bu anlamda bilimkurgu ve fantazya çevirilerinin daha zor olduğundan bahsedebilir miyiz?
Aslında bu sorunun asıl muhatabı, bu konuya çok kafa yoran, bu alanda yetkin çalışmaları olan çevirmen arkadaşım Kadir Yiğit Us. Daha toy dönemlerimde, bundan yaklaşık 15-20 yıl kadar önce bir Ekşi Sözlük çevirmenler zirvesi olmuştu, orada buluşmuştuk. Muhabbet ediyoruz, ben bazı Türkçeleştirmelerin bana fazla geldiğini, Ejderha Mızrağı serisindeki Türkçe bir şeyin battığından söz etmiştim. Yiğit de son derece olgunluk göstererek bunun böyle olması gerektiğini (burada Yiğit’in söylediklerini bire bir aktaramıyor olabilirim, bende bıraktığı etkiyi aktarıyorum diyelim), Türkçeleştirmeye kalkmadıkça o İngilizcelerin kendi kendilerine metnin içinde organik köklerini salamadan kalakalacaklarını anlatmış, hatta “Solace’ı[i] da çevirmelilerdi bence, niye çevrilmesin ki? Yeter ki kendi içinde tutarlı olsun,” minvalinde bir şeyler söylemiş, bana da çok büyük bir kapı açmıştı.
Önce acele etmeden, romanı ilk kez okurken bakmak lazım. Kitap sana ne sunuyor, kendi dilinde ne kadar oynama, ne kadar neolojizm yapıyor? İngilizce teknoloji üreten bir medeniyetin dili olduğu için her sözcük üstünde pek çok uyumlu “port” barındırarak geliyor. Evrensel lego parçaları gibi işleyen bu malzeme de ister istemez yeni sözcükler yaratmaya daha uyumlu oluyor. Kitapta bu avantajın ne kadar kullanıldığına bakıyorsun, sonra kendi cephaneliğine dönüp karar vermeye çalışıyorsun.
SimStim[ii] diye bir şey o sırada İngilizcede de yok, herhangi bir bilimkurgu romanında geçmemiş. Ama Gibson böyle kullanıyor ve anlamanı bekliyor. Ben de olabildiğince bir denge tutturmaya çalıştım. Sonuçta dermatolojinin ciltle ilgili olduğunu biliyoruz, ben de oradaki derm’ü[iii] derm olarak tutmak istedim, zaten İngilizce konuşan kimse de ortalıkta “dermal yapım” diye dolaşmıyor. William Gibson orada şuna güveniyor, öyle bir gelecekten bahsediyoruz ki bu laflar gündelik hayata dahil olmuş. Örneğin şu an gigabayt ifadesi böyle, taksicideki MP3 çaların üzerinde bile yazıyor.
Bir yandan Kışdilsizi[iv], Eğretışık[v] gibi doğrudan çevirdiklerin de var. İngilizce dilinin yapısının da bu tür birleşik sözcüklerin kurulmasına uygun olduğunu söylemiştin, gerçekten de Eğretışık gibi kombinasyonlar Türkçeye yalnızca bu tür eserlerden geçiyor, burada olmasa Yüzüklerin Efendisi’nde Gandalf’ın asasının adı filan olurdu herhalde.
Eğretışık alakasız, uydurma bir isim olsa, başka türlü çevrilebilir veya olduğu gibi korunabilirdi. Ama William Gibson öyle yapmıyor. “The light is stray” [Işık eğridir] demiyor, öyle bir isim vermiş ki o yanılsamayı, karşına çıkanın insan olmadığını, insansa bile “üretildiğini” çıtlatıyor. Dolayısıyla ışığın kırılması, kaçmış olmasıyla ilgili bir durum var. Straylight “stray cat” [sokak kedisi] gibi bir yandan. Case’in durumunu özetliyor, serseri, kaçıp gitmiş ya ardında bıraktığı kendi izini yakalamaya çalışan bir ışık huzmesi gibi. Aynı zamanda o villada olan bitenlere, bu ailenin yaptıklarına dair de fikir veriyor. Hepsini kafanda bir şekilde toplamaya çalışarak karşılık bulmaya çalışıyorsun. En kötü ihtimalle de şuna güveniyorsun: İnsanlar bu kadar incelemeye meraklıysa, ki meraklı olsunlar, ne güzel bir şey, orijinaline baksınlar, önerilerini söylesinler, konuşalım, tartışalım, böyle bir kültür oluşsun.
Geçen Goril Çizgi Roman’ın Instagram sayfasında gördüm, X-Men’in Büyük Maceralar serisinde bahsettiğine benzer bir çeviri yaklaşımı denemişler[vi]. Sıklıkla karşımıza çıkmayan karakter adlarını direkt Türkçeleştirerek kullanırken Cyclops, Rogue[vii] gibi bilinen, oturmuş karakter adları için künye gibi ayrı bir Türkçe karşılık listesi vermişler. Solace örneği üzerinden aklıma geldi.
Kesinlikle olabilir bence. Senin dilinde karşılığı varsa, bir denemek, oturuyor mu bakmak lazım. Bilgisayar derken artık yadırgamıyorsun mesela. Dünyanın en manyak kelimesi aslında bilgisayar, ama o kelime insanların ortak zihninde kendine öyle tutamaçlar buluyor, kök salıyor ki, tak diye oluveriyor.
Kitabın üslubunun zorluğundan bahsettin, gerçekten de ağır bir temposu olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca dediğin gibi Gibson sürekli in medias res’e başvuruyor, bir nevi kitabın ortasından konuşuyor. Başta buna dair bir ipucu vermiştin, çevirirken bu üslubu korumaya çalıştığını anlıyorum. Bu önemli mi sence, yoksa çevirmen inisiyatif alarak üslubu değiştirip örneğin daha akıcı hale getirmeyi deneyebilir mi?
Aslında öyle bir piyasa olsa ki, zaman olarak öyle bir rahatlık olsa ki iki versiyonu da çevirsek. Bir serbest çevirmen versiyonu, bir de sadık çevirmen versiyonu. Serbest ve sadık doğru kelimeler olmayabilir, çünkü özellikle “sadık” son derece cinsiyet yüklü bir kelime, kadının sadakatinin imasını taşıyan bir sadakat bu, erkeğin değil. Bunlar yerine daha tutucu ve daha akıcı versiyon da diyebiliriz. Ama nihayetinde çevirirken “Bu yazar bu cümle yapısını neden kurmuş?” diye düşünmek gerekiyor. Kafana göre sadeleştirip, basitleştirip, yan cümlecikleri böle böle, ayarsızca Türkçeleştirirsen, birinin yıllar içinde tane tane toprağından ulu ulu ağaçlarına kadar besleye besleye oluşturduğu o düşünsel ve üslupsal ormanı fütursuzca budamış oluyorsun, metni kendince “anlaşılır” kıldığını düşünüyorsun. Halbuki yaptığın şeyin Habsburg Hanedanı’nın o geometrik bahçelerinden bir farkı yok bence. Dışarıdan empoze edilmiş bir gerçeklik gibi geliyor bana, sırf içinde rahat dolaşılabilsin diye. Orman bu, yazar bu üsluba çok çalışmış. Sen de çalışıyorsun çevirmen olarak, ama ne olursa olsun, senin önüne bir şey geliyor. Oradaki fide, oradaki dal, ufacık organizmalar, altlarındaki göremediğimiz mantarlar, bunların hepsinin bir rolü var. Ve bunları bizim her daim zihnimizde bulunduruyor olmamız şart.
Amerika’da mercimek çorbası yapınca buradakinin tadıyla aynı olmuyor, çünkü buradaki mikrofauna orada yok. Rakıyı koyduğun zaman bile tadı değişiyor, değişmek zorunda. Aldığı hava, su aynı değil, mineraller farklı bir kere. Ama gidip rakıdan viski sour yapmaya kalkışmıyorsun, usturupluca koyup içiyorsun. Sen bir çevirmen olarak çevirirken de bize o tadı vermeye çalışabilirsin. Bu bakımdan, Odysseia’yı yakın zamanda muazzam bir şekilde çevirmiş olan Emily Wilson’ın aynı yapıtın başındaki Çevirmenin Notu’nu okumanızı tavsiye ederim. Antik Yunanca ile İngilizce arasındaki farklılıkları, sırf eski bir metin diye arkaik bir İngilizce kullanmaya kalkmanın nasıl bir arkaiklik olacağını, yeni ve istenmeyen anakronizmler doğuracağını çok iyi anlatıyor.
Eğer örnek Neuromancer’sa, bu adamın bunu böyle yapmasının bir sebebi var. Oluşturduğu dünya baş döndürücü, sadece baş da değil, her türlü yer yön duygusunu altüst edici bir dünya. Bunu kasten yapmış. İstese daha rahat yazmaz mıydı? “Bakın, buna SimStim diyoruz,”, “Şu yeni gelen dermleri bana versene dostum, tenim nasıl da kendine geldi şimdi,” filan demeyi o da biliyordu tabii ki. Nasıl o dünyadaki insanlar başlarına gelen olaylar karşısında sürekli akıllarını kaçırmış gibi bakakalıyorlarsa, bunu okuyucunun da hissetmesini istiyor. Senin de Türkçeye aktarırken buna dikkat etmen lazım.
Dili kırmadan olabildiğince bükmeye çalışıyoruz, sonuçta biz de İkinci Yeni değiliz, haddimizi bilmemiz lazım. Olmayacak şeyi oldurmaya çalışmak da sakil durabiliyor. Biz de editörüm Emre Aygün ile buna çok dikkat ettik. Defalarca okuduk, İthaki yayın yönetmeni Alican Saygı Ortanca da defalarca okudu, çalıştı metin üzerine. Her şeyin dengesini tutturmaya çalıştık. Evet, Türkçe bazı yerlerde yeterli değil. Ama yeterli değil diye durmak da bana manasız geliyor. Yeter ki deneyelim, çok aşırıya da kaçmayalım, çok korkak da davranmayalım.
Aslında bu –yüklülük şerhini düşerek– sadakat-serbestlik spektrumu yerelleştirme örneklerinde de geçerli. Örneğin kitapta birbirine “gardaş” diye hitap eden karakterler var. O tür kararları nasıl alıyorsun?
Sonuçta bu adam Türkiye’deki belli bir yöreden gelmiyor. Bir kere uzayda, yani Amerika’nın köyünden de gelmiyor. Ama oradaki Rastafaryan kültüründen etkilenerek bir dünya oluşturmuş Gibson. Başka türlü argo kullanan karakterler de var, ortaya çıkan elektriğe bakıp karar veriyorsun.
O dünyada çok absürt kalan bir durum bu. Case kreol gibi adlandırabileceğimiz o dili konuşan karakterin karşısında bir yabancılaşma hissediyordu, ben de Türkçe konuşurken absürt kalabilecek bir kullanım üzerinden gittim. Birkaç öneri de sundum editöre, en sırıtmadan sırıtanının bu olduğuna karar verdik. Bizde o kadar yaygın bir Rastafaryan kültürü yok, dolayısıyla onlara has bir argo olduğunu ve atladığımı düşünmüyorum. Oradaki farklı dil kullanımlarından ortaya çıkan cereyanı en cılkını çıkarmadan vermenin yolu buydu.
Bir de romanın ilk cümlesindeki tercihini sormak istiyorum. Aslında bu söyleşi fikri de buradan çıktı. Sevgili Orçun Can dikkatimi çekmişti, orijinalindeki “dead channel”[viii] ifadesini “ölü bir kanal”[ix] diye çevirmişsin. Acaba neden karıncalı ekran dememiş diye konuşuyorduk, fark ettim ki çevirmenle arkadaşız, rahatlıkla sorabilirim.
Orada acayip taklalar var. Roman 1984’te çıkmış, 83’te yazmış, 82’de tasarlamış, 81’de düşünmüş, belki de daha öncesinde… O zamanı düşünüyorsun, evet, karıncalı ekran olabilir. Ama frekanslar var, farklı dinamikler var, bizim bildiğimiz karıncalı ekranla tam aynı şey olmayabiliyor diye düşüneyazıyordum.
Zaten böyle bir şüphem devam ederken gördüm ki William Gibson’ın bu tasviri, 1950’li yıllarda dedesinin evindeki, kolonlarıyla birlikte gelen Motorola televizyondan geliyormuş. Orada bahsi geçen, o eski televizyondaki ölü ekran. O yıllarda daha düz bir sinyal var, dolayısıyla karınca yok aslında.
Bu fikir biraz Matrix’in “Bakın, böyle bir dünya göstereceğiz,” diyen açılış sahnesinden de geliyor. Halbuki burada farklı bir durum var. Belki bundan 50 yıl sonra niye karıncalanıyormuş denecek, gökyüzünün kafamızda beliren tanımı da değişecek. Belki 20 yıl sonra yeniden çevrilecek Nöromansçı. O zaman da farklı bir gök tasviri sunacak bize çevirmen. Ve hatta belki benim erkek bir çevirmen olarak ister protez olsun ister gizli zehir kesecikleri, vücutlara yapılan ihlallerde daha dan-dun girdiğim şeyleri spektrumun farklı bir noktasındaki bir çevirmen daha incelikle, başka bir hassasiyetle aktaracak. Buna tanık olma ihtimalimiz bana büyük heyecan veriyor.
Her neyse, çok dağıtmadan devam edecek olursam, bütün bunlardan dolayı o kısmı olabildiğince nötr bırakmaya çalıştım. Kendi zamanını düşünüyorsun, Gibson’ın yazdığı zamanı düşünüyorsun, ama Blade Runner’da kapının önüne konulan o tek boynuzlu at gibi, bilmiyorsun ki nereden etkilendiğini…
Kitapta başka çok zorlandığın, çok üzerinde durduğun, bir türlü beceremedik, günler, haftalar harcadık dediğin ifadeler, sözcükler, sahneler var mı? Çok var. Kitabın İngilizce baskısı eline geçerse, rastgele bir sayfasını aç, bir bak. Herhangi bir sayfası diyorum bak, bu kadar iddialıyım. Diyaloglar da bazen çok muğlak kalabiliyor, ama genel olarak herhangi bir betimleme paragrafı, gerek insanların düşüncelerini gerek oradaki ortamı aktardığı kısımların hemen hepsi zordu.
İngilizce okurken ne demek istediğinin zor anlaşıldığını mı, yoksa Türkçede her bir sözcük için ortaya atılabilecek çok sayıda karşılık olmasını mı kastediyorsun?
Hepsi birden. Editörle aynı konu başlığı altında birbirimize attığımız 44 mail var. Word dosyasındaki yorumları, notları saymıyorum bile.
Mesela bir yerde expat yerine ekspet yazmışım, zaten gündelik dilde de okunduğu gibi kullanıyoruz. Expat bar yerine gurbetçi barı demeyi de önerdim, ama fazla yerel kalabileceğini düşündük.
Neuromancer önceden de Türkçeye çevrilmişti, değil mi?
İlk olarak Sarmal Yayınları bastı, sonra Altın Yayınları bu çevirinin haklarını alıp kullanmaya başladı. Son olarak da 6:45 basmıştı, ama o çevirinin çok özenli olmayabileceğine dair bazı eleştiriler vardı.
Açıkçası hangi çeviri olduğunu hatırlamıyorum, çünkü hiçbirine –az önce bahsettiğimiz farkında olmadan etkilenme ihtimallerinden dolayı– bir defa bile bakmadım, ama bu basımlardan birinde özensiz olmanın yanı sıra imla hatalarının olduğunu, Türkçe karakterlerin olmadığını, kitabın “isiklar kapali kalmis” gibi cümlelerle basıldığını biliyorum.
Tabii şunu da söyleyelim, Ekşi Sözlük’te benim çevirimi eleştiren insanlar yok değil. “Tamam, Türkçe yetersiz, ama çevirmen ille de böyle mi yapmalıydı?” diyorlar. Düzgün şekilde ifade edildiği müddetçe hiçbir sorun yok, yapıttan keyif almıyorlarsa bir şey diyemeyiz. Yeter ki özensiz demesinler, çok özendik çünkü. Buraya da bir smiley gelsin.
Peki, sence kötü çeviri, özensiz çeviri mi demek? Bir metinde ne gördüğünde kötü bir çeviri olduğunu düşünürsün?
Okurken bazı şeylere takılmadan edemiyorum. Ve bağlacını çok kullanıyorsa… Türkçede o kadar sık kullanılmaz aslında. Bunu zaten hissiyatla anlarız, ama dikkat etmeyiz. “Ahmet ve İlke geliyor,” demezsin mesela. Ama çevirilerde farkında olmadan çok kullanıyoruz. Ve üstüne ve üstüne ve üstüne ve…
İngilizcenin düşünce akışıyla Türkçeninki aynı değil. Türkçe okurken Türkçenin bir şey ifade etmesi gerekiyor. Olmuyorsa cümleyi bölmen lazım, bölerken de üslupta ve aktarımda elbette hasar olacak, ama düşünce akışının hasara uğramaması lazım. Yine yukarıda bahsettiğimiz kırmadan bükmek gibi. Buna dikkat edip etmediğine de bakıyorum.
Keşke böyle olmasaydı dediğim ufak tefek şeyler de var. Ben de oldukça geç farkına vardım, 10 yıl kadar oldu herhalde, ama zamir “bu” kelimesiyle cümleye başlamak, Türkçede olacak bir şey değil. Zamir “bu”, mümkünse Türkçede sona gelmeli. Sıfat halindeki “Bu çocuk” filan demeyi kastetmiyorum tabii ki, ama “Bu, şöyle bir durumdu,” yerine “Şöyle bir durumdu bu,” ya da “Çok kötü olmuştu bu,” demek lazım. Özellikle çocuk kitaplarında karşıma çok çıktığını ve bu kitapları oğluma sesli okurken o “bu”ları hep sona aldığımı söylemek zorundayım.
Daha genel bir sorundan bahsedersek de Türkçe değil İngilizce okuyarak –amca alarmı geliyor– büyümüş bir nesil var. Cep telefonlarında, tabletlerde, çizgi filmlerde denk gelinen dili de dahil ediyorum. Türkçe konuşuyor ama bu Türkçe öyle bir Türkçe ki, üstüne sağlam bir yağmur yağsa altındaki İngilizce boya hemen ortaya çıkacak gibi geliyor. Türkçenin kendiliğinden ortaya çıkan cümle yapısına çok az şahit oluyoruz. Sadece çevirilerde de değil, özgün yazılarda, makalelerde de çok var. Halbuki Türkçe acayip esnek, çok tatlı bir dil. Ama New Yorker’dan, Atlantic’ten ya da daha sosyal medya içerikleri üzerinden o kadar çok İngilizce yazı okunmuş ki karbon kağıdı gibi düşünce biçimimizin üzerinden geçilmiş, kalem sürekli oraya kayıyor.
Çeviri programlarıyla, dil modellemeleriyle ilgili ne düşünüyorsun? Dedalus Kitap’ın çevirilerde yapay zeka destekli uygulamalardan faydalandığının ortaya çıkmasıyla çevirmenlerin çalışma koşulları ve geleceklerine dair tartışmalar arttı.
Bu Türkiye’ye özgü bir durum değil, o yüzden “yurdum insanı” gibi yakıştırmalar yapmak istemem, ama bizde meselelere histeriyle yaklaşma eğilimi olabiliyor. Hiçbir telefoncu “Nokia 7110 geldi, yandık,” demiyor. Ona göre pozisyon alıyorsun, önceden ankesörlü satıyorsan, bu telefonlara geçmeye başlıyorsun, ya da biraz daha dişini sıkıyorsun, 30 yıl sonra senin sattığın telefonlar tekrar moda oluyor. Ne diyeyim yani şimdi? En histerik olanlara “İnsan çevirmen de tekrar moda olacak, merak etmeyin,” diyeceğim.
Direkt yapay zekaya çeviri yaptırmak belirli alanlarda, düz metinler için, teknik metinler için işe yarayabilir. Dedalus Kitap’ın açıklamalarını okudum, bana ikna edici gelmedi.
Artık DeepL var, ChatGPT var, Claude’un ikinci versiyonu çıktı ve bayağı coşmuş durumda. Bunlara çevirinin kendisini yaptırmaktan ziyade, çeviriye örneğin altı ay ya da bir yıl önce başladıysan, o sayfayı yeniden okuman gerekiyorsa, o sayfayı sana anında başka sözcüklerle açıklayabilme kapasitesi olarak görüyorum. Takıldığın, emin olamadığın bir bağlamı netleştirmekte de faydalı oluyor. Bazen de “Boston’da 1996’da şu dükkan var mıydı, sistemini tarar mısın?” diyorum. Bunlar için kullanmak işimi çok kolaylaştırıyor, ama gidip çeviri yaptırmak, özellikle de edebi metinlerde anlamlı gelmiyor.
Edebi metinlerin en büyük farklarından biri de şu: Öncesindeki ve sonrasındaki cümlelerle ilişkili ortaya çıkan bağlamı çok ani, çok keskin değişebilen cümleler barındıran metinler. Sen de çevirmen olarak buna dikkat etmek zorundasın. Şu anki teknolojinin en âlâ programına çevirttir, yine hata olabiliyor. Dolayısıyla bunları öğrenip, kavrayıp, nereye gidebileceklerini kestirmeye çalışıp, panik yapmadan ona göre pozisyon almamız lazım bence. Çevirmenler bir süre sonra muhtemelen iyi editörler olacak. Bu iş üstel büyüdüğü için 3-5 yıl sonra yapay zekanın edebi eserleri de çevirmeye başladığını görürüz herhalde, ama onu da kontrol edecek birilerine ihtiyaç var. Olmalı.
[i] Hikayenin geçtiği kasabanın adı.
[ii] Duyuları, deneyimleri ve duyusal girdileri yayımlayan veya kaydeden bir teknoloji. Kantarcı, Türkçede de simstim olarak kullanmayı tercih etmiş.
[iii] Cilde yapıştırılan ve ilaç ya da uyuşturucu gibi maddeleri kana salan yamalar.
[iv] İngilizcesi Wintermute.
[v] İngilizcesi Straylight. Tessier-Ashpool adlı şirketin merkezinin yer aldığı villanın adı.
[vi] Bu yıl Arka Bahçe Yayıncılık’tan çıkmaya başlayan serinin ilk bölümünü İdil Çetinyol Türkçeleştirdi.
[vii] Sırasıyla Tepegöz ve Serseri adıyla Türkçeleştirilmiş.
[viii] “The sky above the port was the color of television, tuned to a dead channel.”
[ix] “Limanın tepesindeki gökyüzü, ölü bir kanala çevrilmiş televizyon rengindeydi.”
Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.
Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.