Resmi verilere göre 50 binden fazla insanın hayatını kaybettiği, 100 bini aşkın insanın da yaralandığı depremin üzerinden henüz dört ay geçmişken, Türkiye halkın gerçek gündeminden büyük ölçüde kopuk sorularla dolu kritik bir seçim sürecinden geçti. Altılı masa dağıldı mı, dağılacak mı? Meral Akşener “ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışan” Kılıçdaroğlu CHP’siyle ittifakını sürdürmeyi mi seçecek, yoksa masayı mı devirmeyi tercih edecek? Mansur Yavaş ile Ekrem İmamoğlu nerede duracak? Belediye başkanlığına mı devam edecekler, yoksa müstakbel cumhurbaşkanının yardımcılığına mı terfi edecekler? Ülkenin hiçbir yakıcı meselesine dokunmayıp, sadece devletçi refleksler ve Kürt (hareketi) karşıtlığı üzerinden toplumsallaşmayı alışkanlık haline getiren, toplumsal linçten beslenen siyasi aktörler karşısında HDP’nin tavrı ne olacak? Peki, ya Cumhurbaşkanlığı seçiminde partisi tarafından ihanete uğradığını iddia eden Muharrem İnce’nin Cumhurbaşkanlığı adaylığı? 100.000 imza toplayabilir mi?
İtalyan tarihçi Enzo Traverso Solun Melankolisi (İletişim Yayınları, 2018) adlı kitabında 21. yüzyılı “ütopyanın çöktüğü” yüzyıl olarak tanımlar. Traverso, 1917 ile başlayan süreci dünya halklarına özgürlük ve eşitlik vaat eden tarihsel eşiğin başlangıcı olarak görür. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin resmen çözülmesi de bu tarihsel eşiğin kapanışını temsil eder. Bu kapanışın ardından sınıfsız bir dünyayı ve dünyanın farklı yerlerinde sömürgecilik karşıtı mücadeleyi olanaklı kılan bir dünya hayali yitip gitmiş, dünya halkları da öksüz ve ütopyasız kalmıştır.
Liberal demokrasi ise toplumsal belleğimizde hepimizin yakından tanıdığı kapitalist nobranlıkla 20. yüzyılda özgürlüğün yolunun kolektif mücadeleden geçtiğine inanan örgütlü işçi sınıfı imgesini yıktı. Bu imgeyi kurtuluşu bireysellikte, terfide ve tüketimde gören “iyi eğimli” ve “prezentabl” iş insanlarının uğraşıyla değiştirdi. Özgürleştirici, toplumları hayal kurmaya ve bu hayaller için mücadele etmeye teşvik eden “büyük anlatıların” yerini “ilham verici” bireysel başarı hikayeleri aldı. Daha da kötüsü, insanın yapıp yapabileceğinin bununla sınırlı olduğunun ve insanlığın “tarihin sonunda” bulunduğunun ima edilmesiydi. Frederic Jameson’un da söylediği gibi, 21. yüzyıl insanının elinde kalan dünya, dünyanın sonunun kapitalizmin sonundan daha olanaklı görüldüğü bir dünyadır.
Liberal demokrasinin ışıltılı (ve gerçekleştiremediği) vaatler havuzunun en derinlerinde ise hayal kırıklığı ve öfke vardır. 21. yüzyılın ütopyasız dünyasında zafer yoktur, olsa olsa yenilgiden kaçınmak vardır. Hayaller değil gerçekler, yapabileceklerimiz değil bizi ancak müşkül durumdan kurtarabilecek eylemler. Görkemli ve büyük saraylardan gelen kararlar, terfi, terfi yoksa kadercilik ve mahkumiyet. 21. yüzyılın ilk çeyreğinin insanlığa şimdiye kadar vadettikleri bunlardan ibarettir. Dünyayı olduğu haliyle yaşamaya mahkum olmaktan bahsetmişken: Ya Meral Akşener masayı devirseydi, ne yapardık?
Cumhuriyet’in 100. yılında mevcut iktidarın saltanatına son vermek tarihsel bir zorunluluk olarak toplumsal muhalefetin önünde dururken, yüksek siyasetin önerdiği hayal “Erdoğan’dan kurtulma” hayalinin bir adım ötesine geçemedi. Siyasi elitlerin halkın gündeminden büyük ölçüde kopuk çekişmeleri, milletvekili hesabı üzerinden şekillenen ilkesiz seçim ittifakları, sınır ötesine yapılan askeri müdahalelerde noter rolü oynayan muhalifleri, onlarca masum sivil insanın ölümünden sonra dahi oy hesabı yapan siyasileri, bir dakika bile kaybetmeden hemen geride bırakmamız gerekiyor. Siyasal alanın böylesine daraldığı, çıkan her aykırı sesin kriminalize edilip, “terörist” olmakla suçlandığı bu atmosfer masanın beşli, altılı veya yedili olmasından öte bir tartışmayı hak ediyor.
Ülke yönetmeyi rant dağıtıp muhalif tutuklamakla bir tutan, halkı tehdit edecek kadar ileriye giden fütursuz bir zihniyetten kurtulmak hâlâ bir zorunluluk. Ancak toplumsal muhalefetin sorumluluğu bunun çok daha ötesinde. Seçimi geride bıraktığımıza göre, vekil ve koltuk sayılarını da artık bir yana bırakıp, Gramsci’nin anladığı biçimiyle bu toplumun tüm hücrelerine nüfuz etmemizi sağlayacak yeni bir karşı hegemonya, siyasi ve ahlaki bir önderlik inşa etmemiz gerekiyor. Otoriter bir iktidarın ırkçılığı daha da beslediği, toplumun tüm kesimlerini kucaklamak bahanesiyle sağ siyasete sıkı sıkıya sarılan bir siyasi pozisyonla aşılamadığı artık netleşmiş durumda. Bu durum, Sinan Oğan’ın Millet İttifak’ına destek verdiği durumda bile değişmeyecekti.
Bu yeni siyaset dilinin, hegemonik söylemin emekçiden, Kürtlerden, göçmenlerden yana değil tam da bu toplumsal kesimlerle birlikte inşa edilmesi gerektiği gerçeği önümüzde duruyor. Sandık siyaseti ve meclis aritmetiği odaklı siyasetin (veya siyasetsizliğin) Türkiye solunu organik kitlesinden koparma tehlikesini de beraberinde getirebildiğini, muhalif aktörlerin Kemal Kılıçdaroğlu ile Ümit Özdağ arasında yapılan anlaşmayı utanç verici bir sessizlikle karşıladığında gördük. Seçim sonrasında Türkiye tarihinin “en sağcı, gerici, anti-demokratik” meclisiyle karşı karşıya kalmamız basit bir tesadüf değil. İtiraf edelim: Meclis’teki bu profil Türkiye siyasetine hakim dinamiklerin alenen yansımasından fazlası değil. Muhalefetin AKP’yle mücadele etme biçimi ise gerçekte AKP’nin iktidarı nasıl elinde tuttuğunu ve bu düzenin toplumsal düzeyde nasıl rıza ürettiğini göstermekten başka bir işe yaramıyor.
Durum böyleyken Türkiye’nin solun evrensel değerlerin ve ilkelerinden beslenen, azınlığın çıkarlarına ve düşün dünyasına boyun eğen değil, ezilenlerin ve çoğunluğun taleplerini her ne pahasına olsun taşıyabilen bir cepheye ihtiyacı var. Solun tarihi bize hiçbir şey öğretmediyse şunu öğretmiştir: Siyaset yapma hakkını Meclis’teki siyasetçilere delege edip, kenara çekilmeyen, örgütlü hareket edebilen binlerce insan, siyasi katılımı sandıkla sınırlanmış milyonlarla sınırlanmış bir grup insandan daha güçlüdür. Eğitim ve sağlığın parasız hale getirilmesi, şirketleri ve patronları değil halkı önceleyen bir kamu ve maliye yönetimi, sömürü mekanizmalarına karşı özsavunma hakkını kullanabilen, harekete geçebilen örgütlü bir topluma giden yol kişi sayısından değil fabrikalarda, yoksul mahallelerde, işçi havzalarında, meslek örgütlerinde ve hatta stadyumlarda ne kadar örgütlü hareket edebildiğimizden geçiyor.
Hayır, dünyayı olduğu gibi yaşamak zorunda değiliz. Yeniden sınıfsız bir toplum arzusunu hegemonik bir fikir ve talep haline getirmek, hayal kurabilmenin önünü açmak, yetinmeyen ve “varolan her şeyin acımasız eleştirisini yapabilen” bir toplumu inşa etmek… 21. yüzyılın ilk çeyreğinin insanlığı sürüklediği krizler silsilesi, bu perspektifle siyaset yapmayı zorunlu kılıyor.