Yeryüzünde sayısız örneği olmasına rağmen mutlu aşkın yazılı bir tarihinin olmadığını uzun zamandır biliyoruz. Mutlu aşkın anlatılmaya değer bir yanı bulunamadı, aşk daima mutsuzluğun bir biçimi olarak ele alındı. Dünya edebiyatının en büyük aşk hikayelerini şöyle bir düşünün, hepsi de öyle veya böyle kavuşamamanın hikayesidir. Mutsuz aşkın epik niteliğini hikayenin trajik özü belirler, âşıklar nihayetinde hüsrana uğrarlar, ayrılığa, bozguna, ölüme veya kaderlerine boyun eğerler.
Tragedyalar istediklerini elde edemeyen insanların hikayeleriyse, o halde arzuyu böylesine trajik, netameli, dehşet verici veya hüsrana meyilli yapanın ne olduğunu düşünmenin faydası olabilir. Psikoterapist Adam Phillips’e kulak verelim: “Yaşam, insanlar öyle her istediklerini elde edemedi diye değil, arzuları kendilerine hasar vermeye başladığında, istedikleri şey katlanılmaz kayıplara gebe olduğunda trajik bir hal alır.”[i]
Tragedyalar başkalarının bizi değişime maruz bırakmasına izin vermek yerine her şeyi nasıl yok etmeyi yeğlediğimizin, değişmemek adına neleri göze alacağımızın hikayesini anlatır. O halde “büyük” aşk hikayeleri birer hüsran hikayesidir, yeniden Adam Phillips’e dönelim: “Âşık olmak varlığından haberdar olmadığınız bir hüsranın hatırlatılmasıdır; birini istemiş, bir şeyden mahrum kalmışsınızdır ve sonra birden o şey karşınızda belirir. Bu deneyimle yenilenen, yoğun bir hüsran ve yoğun bir tatmindir.”
Hayalinizdeki aşkı bulduğunuzda, bu karşılaşmadan önce boşlukta asıl duran hüsranınızın kaynağını da bulmuşsunuz demektir. Biri sizi hüsrana uğratıyorsa, ona değer verdiğinizi elbette bilirsiniz. Kaderinizi de hüsran karşısında aldığınız tavır belirleyecektir. Tatmin olmanın yolu hüsranla başa çıkmaktan ve hüsranı anlamaktan olduğu kadar doyuma ulaşmak için emek vermekten ve mücadele etmekten geçer. Hüsrana uğramamızı engelleyecek yegane şey bilgidir, yeni denemelere kalkışmadan veya risk almadan yeni imkanlara ulaşmamızın yolu yoktur.
Phillips’e bakılırsa, dillere destan olmuş mutsuz aşkları konu edinen tragedyalarda hüsrana üretilen çözümler, tanımları gereği, neredeyse kaçınılmazdır: “Sanki yola gelmeyen bazı hüsranlar ya da belli hüsranlar karşısında yola gelmeyen insanlar vardır. Yola gelmezler çünkü tatminleri fazlasıyla net tasavvur edilmiştir. Bu hüsranları yeniden tanımlayıp bir nebze özgürleşmek mümkün değildir.” Göz göre göre kaybetmeyi çaresizce arzulamak…
Büyük aşk hikayelerine sanki gerek kalmadı, işte gündelik hayatın tragedyası: hüsran yaratacağını bile bile imkansız şeylere kalkışmanın kefareti. Arzunun (meşhur) kayıp nesnesini bir kenara bırakalım, o halde arzuladığımızın mümkün olduğuna nasıl karar vereceğiz? Aşkın binlerce yıldır yazılan makus talihinin ötesine nasıl geçeceğiz? Psikanalizin en ilerlemiş kavrayışı bile hâlâ derdimize deva olamıyor.
Aşkı artık pek ciddiye almayan, modası geçmiş bir duygu olarak tanımlayan, onu hemen bir ailevi düzene veya “özgür aşk” sanılan bir savurganlığa dönüştürmeye elverişli bir çağda yaşıyoruz. Ütopyaların olmadığı bir zamanda başka bir dünyayı hayal etmeye cüret edemediğimiz gibi, aşkı da “bir şefkat ilişkisi” olarak tanımlamakta zorlanıyoruz.
Aşkı (daha doğrusu sevgiyi) tanımlamaya girişmek cüretini gösteren Spinoza yardıma koşabilir. Spinoza’nın açıkça söylediği gibi, aşk sevginin yalnızca bir sonucuydu, nedeni değil. Sevgimizi hiç değilse sevdiğimiz, ama esasında kendimiz için tanımlamak zorundayız. Çünkü bütün insan toplumsallığının kaynağında yer alan bu duyguyu, “dış bir nedenin imajı eşliğinde” ve imajların bağlandığı çağrışımlar yoluyla yaşıyoruz. Spinoza duyguların engellenemez olduğunun farkındaydı, nefretimizin nedenini kavradığımızda nefretin ortadan kaybolduğunu biliyordu. Nefreti bağladığımız imajları pekâlâ varoluş gücümüzü yükselten sevgiye bağlama şansımız da vardı. O halde sevgi de bizden başka bir nesnenin fikrini gerektiren bir inanç, emek ve özen olarak karşımıza çıkacaktı.
Artık (bağlamından koparmayı göze alarak) Karl Marx’ın el yazmalarını hatırlamanın tam sırası: “İnsanla ve doğayla ilişkilerinizin her biri, gerçek bireysel hayatınızın belirli bir şekilde kendini göstermesi olmalı, istemimizin nesnesine uymalıdır. Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız, yani sevgi olarak sevginiz karşılığında sevgi yaratmıyorsa, seven bir kişi olarak dışavurumunuzla kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız, sevginiz güçsüzdür, bir talihsizliktir.”[ii]
Öyleyse mutlu aşkın yazılı olmayan tarihi vakit, sabır, emek ve mücadele isteyen bir tutku kültürünün tarihidir. Değişmeyi göze alanların, koşullara meydan okuyanların, engelleri aşanların, hüsranıyla başa çıkanların, başkalarını yüreklendirenlerin, ötekinde sevgi uyandıranların, etrafını canlandıranların, talihine küsmeyenlerin hikayesidir.
Mutlu aşk, kan ve gözyaşıyla yoğrulmuş bir imgeden ziyade coşku ve neşeyle özdeşleşen bir çehreye sahiptir. Günden güne aşkı besleyenlerin, hayallerine özen gösterenlerin, tutkularına yaşam hakkı verenlerin, mutsuz aşkın tarihini hayatla kesintiye uğratanların uğraşıdır. Aşkın yerine savurganlığı koymayı salık veren bir dünyada aşka ulaşmak, belli ki incelik ister. Hikayelerin olsa da, gündelik hayatımızda trajik odaklara veya motiflere ihtiyacımız yok.
[i] Adam Phillips. Kaçırdıklarımız: Yaşanmamış Hayata Övgü. Çeviren: Selin Siral. Metis Yayınları, 2015.
[ii] Karl Marx. “Burjuva Toplumunda Paranın Gücü”. 1844 Felsefe Yazıları içinde. Çeviren: Murat Belge. Payel Yayınları, 1975.
Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.
Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.