Uzun zamandır yokuş aşağı yuvarlanan ülkemizde, seçimlerin ardından düşüşün daha hızlı olacağı ve baskı ortamının daha da ağırlaşacağı kesin. Böyle “çöküş” anlarında umudu örgütlemek, yılgınlığın açtığı derin izleri sarmak zorlaşıyor. Toplumların ilerleyişini sadece sandık odaklı değerlendirenler için 14/28 Mayıs seçimleri “tarihi” bir yenilgi. Ama memleket mücadelesini sandıktan ibaret görmeyenlere göre yenilgiden alacağımız dersler, birlikte inşa etmek zorunda olduğumuz başka bir gelecek var.
Seçimler toplumların kaderini tayin etme açısından değil ama karşı mücadeleyi beslemek ve büyütmek açısından referans noktası olabilir. Malum, son seçim islamcı ve milliyetçi dalganın lehine sonuçlanmış gibi görünüyor. Ama MHP, İYİ Parti ve Zafer Partisi toplam yüzde 21,98 civarında oy aldı. Yani 2018 seçimlerine kıyasla milliyetçi partilerin toplam oylarındaki artış yüzde 1’in altında. Görünen o ki, daha çok söylem açısından genişleyen ve hegemonik hale gelen bir milliyetçi dalgayla karşı karşıyayız.
Neoliberalizmin en kıymetli sığınaklarından milliyetçilik ideolojisini yalnızca milliyetçi partilerin değil, iktidar ve muhalefet partilerinin de söylemler ve kampanyalar aracılığıyla beslediğini söyleyebiliriz. Dünya genelinde de durum farklı görünmüyor. Sınıfsal çelişkiler büyüdükçe, ekonomik krizler derinleştikçe egemen bloklar güvendikleri limana, yani milliyetçiliğe sığınıyor. Göçmen, kadın ve LGBTİ+ düşmanlığının yanında militarizm yükseliyor, saldırganlığın ve yayılmacılığın maliyeti büyüyor. Ancak dünya gibi Türkiye’nin de bütünüyle milliyetçiliğe teslim olduğu yönünde kestirme bir yargıya varmak zor. Bu kestirme yargının aksine uzun süredir tartışılan strateji ve örgütlenme meselesine kafa yormalı, toplumsal mücadeleyi büyütmek, hakiki dönüşüme ve umuda kapı aralamak için harekete geçmeliyiz.
Hapsolduğumuz bu milliyetçi söylemden, çekildiğimiz savunma hattından çıkabilmek için milliyetçiliğin karşısında konumlanan yurtsever bir dalgaya, Cumhuriyet’in birikimiyle kavgalı değil barışık ama onu aşan bir politik hatta ihtiyacımız var. Bu politik hattı kurarken Türkiye soluna sızmayı başarmış postmodern kimlikçi siyasete direnmeye ihtiyacımız var, siyasi meşruiyet üretecek yeni bir temsil mekanizmasını inşa etmeye ihtiyacımız var.
Özellikle 1980 darbesinin ardından Türkiye soluna yönelik saldırılardan “yurtseverlik” kavramı da nasibini aldı. İnşa edilecek politik hattın sağlamlığı, toplumsal direnişi de sağlam kılacağından öncelikle içi boşaltılan bu kavramın ne olduğuna hatırlamak faydalı olabilir. Yurtseverliği, milliyetçiliğin bir türevi olarak kodlayan liberal görüşün aksine bu sığlığa hapsedilmeyen bir yurtseverlik anlayışının yeniden yeşertilmesi toplumsal birliğin temeli olacaktır. Bir başka deyişle, yurtseverliği milliyetçilikle aynı kefeye koyan, Cumhuriyet’in birikimiyle kavgalı, savruk ve dalgalı liberal söylemlerin karşısına yurtseverliği koyarak işe başlayabiliriz.
Yurtsever olmak, her şeyden önce, faşizm ve emperyalizm arasına sıkışmamaktır. En basit haliyle memleketin için mücadele etmek, geliştirdiğin ve ilerlemesine katkıda bulunduğun memleketini sevmektir. Antiemperyalist ve antikapitalist olmaktır. Ülkede yaşayan tüm yurttaşların hiçbir ayrım gözetilmeksizin eşitlik ve adalet temelinde buluşturulmasıdır. Demokratik, eşit, özgür ve laik bir ülkede yaşama tutkusudur. Emperyalizme olduğu kadar, ulusal kapitalizme karşı mücadele etmektir. Yurtseverlik halkçı ve toplumcu bir karaktere sahiptir, elbette enternasyonalisttir. Milliyetçilik gibi içi boşaltılmış kof bir vatan sevgisine ya da kültürel kimliklere hapsolmaz, sınıf eksenlidir.
Aydınlanmacı, kamucu, yurtsever ve enternasyonalist bir politik hat, faşist saldırıya karşı direnişin sesini güçlü kılacaktır. Türkiye solunun geçmişte olduğu gibi bugün de yurtseverlik alanına kök salması, toplumsal mücadelenin zeminini ve yurttaşın sol ile bağını güçlendirmek için önemli bir işlev görecektir. Buradan çıkış, toplumun tüm kesimlerinin siyasete dahil edilmesiyle bağımsız, laik, dayanışmacı, katılımcı ve yurtsever bir cumhuriyeti, ezilenlerin ve çoğunluğun taleplerini her ne pahasına olsun taşıyabilen bir cepheyi kurmakta saklı.
Yurtseverlik emekçilere ait bir motiftir, onların elinde yeşerecektir, geçmişte olduğu gibi. Paris Komünü’nde işçiler, hem Alman işgaline karşı hem de burjuvaziye karşı savaşmışlardı. Nazi istilasına karşı Sovyet halkları “anavatan savunması” diyerek omuz omuza mücadele etmişlerdi. Küba halkı ABD’ye karşı “patria o muerte” (anavatan ya da ölüm) sloganıyla direnmişti. Türkiye solu da Mustafa Suphi’lerden Behice Boran’a, Nazım Hikmet’ten Deniz Gezmiş’e kadar yurtseverliğin örnekleriyle parlıyor. Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları’nda şöyle diyor:
“Evet, biraz da milli gurur duyuyorum. Tarihinde Bedreddin hareketi gibi bir destan söyleyebilmiş her milletin şuurlu proleteri bundan milli bir gurur duyar. Evet, Bedreddin hareketi aynı zamanda benim milli gururumdur. Milli gurur! Sözlerden ürkme! İki kelimenin yan yana gelişi seni korkutmasın. Lenin’i hatırla. Hangimiz Lenin kadar beynelmilelci olduğumuzu iddia edebiliriz?”
Seçimlerin ardından “benden bu kadar, artık kendi hayatıma bakacağım” diye düşünenler çoğunluktaydı. Hayatımız memleketten ayrı düşünülemeyeceği gibi, mücadelemiz de seçimlerden ibaret olamaz. Memleket mücadelesi sandığa sığamayacak kadar kapsamlı ve uzun erimli. Emekçilerin iktidarının kurulduğu bir Türkiye için utanmadan, sıkılmadan yeni bir politik hattı örmeye başlamalı, memleketi hırsıza, faşiste, tarikatçıya, haine bırakmamalıyız. Memleketi terk etmeyeceğiz, öyleyse mücadeleyi büyütelim: Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek.