#MeToo çağında kurmaca: “Bir Zamanlar… Hollywood’da”

Bir Zamanlar… Hollywood’da (2019). Fotoğraf: Columbia Pictures.

Quentin Tarantino’nun son filmi Bir Zamanlar… Hollywood’da, oyunun kurallarını jeneriğiyle birlikte oturtmaya çalışıyor. Kamera arabanın arka koltuğunda, arabayı kullanan Brad Pitt’in arkasında Leonardo DiCaprio, yanındaki Leonardo DiCaprio’nun arkasında ise Brad Pitt’in adı beliriyor. Bize yakın dönemin hayli popüler sözcüğü post-truth’u hatırlatan bu “Gördüğün, gördüğün gibi değil,” önermesinin, filmin sonundaki alternatif tarih anlatısını çıtlatan bir yapısı var. Ayrıca Brad Pitt’in canlandırdığı Cliff Booth, Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı Rick Dalton’ın dublörü olduğu için bu birbirlerinin yerine geçme hâlinin, biçim ve içeriği buluşturduğunu söylemek de mümkün. Ama bugün bundan bahsetmeyeceğiz.

2017’nin başında The New York Times’ta Adam Kirsch imzasıyla bir yazı yayımlandı. “Lie to Me: Fiction in the Post-Truth Era” (Bana Yalan Söyle: Post-Truth Çağında Kurmaca) başlığını taşıyan yazı, Donald Drumpf ABD Başkanı seçildikten iki ay sonra, gerçeklerin artık değerini yitirdiği düşünülen bir dönemin ilk günlerinden sesleniyordu. Post-truth Oxford Sözlüğü tarafından yılın sözcüğü seçilmiş, Batı’nın bu nesli de aşırı sağın tahakkümüyle, cehaletin iktidarıyla tanışmıştı. Gerçeği şekillendirebilme becerisi bir meziyete dönüşmüş, siyaset yapmakla hikâye anlatmak bu açıdan eşdeğer kabul edilmeye başlamıştı. Kirsch, o günün paradigmasıyla kurmaca eserlere nasıl bakılabileceğini şöyle açıklıyordu: “Post-truth siyasasıyla ilgili sorun, nüfusun büyük çoğunluğunun doğru ve yanlışın ötesine geçmesi. Bir önermenin yanlışlığı onlara heyecan veriyor, çünkü konuşmacının, baskı oluşturmak ya da gözdağı vermeye dair kendini beğenmiş fantezileri doğrultusunda gerçekliği yeniden şekillendirmek gücünü haiz olduğunu gösteriyor. Romancılara yalancı demek naiflik olur, çünkü amaçlarını yanlış anlamaya denk düşer, onların derdi zaten inanılmak değil. Aynısı demagoglar için de geçerli.”

Kurmacayla gerçeğin ilişkisi, her dönem güncel bir tartışma. Sanatta bunun sınırlarıyla oynamayı özellikle tercih edene de, bir hikâye anlattığını alenen vurgulayana da yer var. Kurmacanın gerçeklik iddiası ise başlı başına sorgulamaya açık bir konu. Kirsch’in belirttiğine göre Moll Flanders ve Clarissa gibi en eski İngilizce romanların ilk basımlarında yazar adı geçmiyor, böylelikle gerçek hikâyeler oldukları ima ediliyordu. Gerçek olmadığı bilinen bir hikâyenin de okumaya değer, hatta başlı başına değerli olduğunun kabul edilmesi nesiller (ve nesirler) sürdü. “İnanmazlığın askıya alınması” terimi dahi ilk defa 19. yüzyılda kullanıldı, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaygınlaşmaya başladı, post-truth çağında ise kafalar iyice karıştı.

2016’dan biraz daha geriye gidelim. Quentin Tarantino, 2009 yapımı Inglorious Basterds’ta da alternatif tarihe bulaşmış, aralarında Hitler ve Goebbels’in de bulunduğu bir grup Nazi’yi karakterlerinden birinin kullandığı makineli tüfek aracılığıyla öldürmüştü. Bu, belki de onun estetize etmekle eleştirildiği şiddeti meşrulaştırmak için başvurabileceği yöntemlerden biriydi. Şiddetin “mağduru” Nazi’yse kim ne diyebilirdi ki? Çekimleri Ekim 2008’de başlayan film, prömiyerini Mayıs 2009’da Cannes Film Festivali’nde yapmıştı.

Kirsch’in 2016 sonrası için yaptığını Inglorious Basterds’a uyarlayalım. 2008’de dile pelesenk olmuş sözcüklerden öne çıkanlardan bazıları “fail” (başarısızlık, fiyasko), “photobombing” (çekilen bir fotoğrafı, arka plandaki hareketlerle berbat etmek) ve “DWT” (araba kullanırken mesajlaşmak). Yani hepsi SOSYAL MEDYA ÇAĞI diye bağırıyor. Gerçekten de Facebook kamuya açılalı henüz iki, ilk tweet atılalı iki buçuk, ilk iPhone çıkalı bir yıl olmuş, ortada henüz Instagram diye bir şey yok. Arap Baharı, Snowden, Brexit gibi sözcükler hiçbir şey ifade etmiyor. Küresel ekonomik krizin ardından “Oyna devam,” denmiş, Obama başkan seçildiği için Batı dünyası ortada hiçbir sorun yokmuş gibi davranıyor. Tarantino’nun böyle bir dönemin ortasına denk düşen filmi, sonuyla da EPIC FAIL çağının alaycılığını yansıtıyor, kendi deyimiyle “o kasvetli savaş karşıtı filmlerden değil”. Yönetmen bir yandan kendi tarzını koruyor, film her zamanki gibi geçmişe referanslarla, olay örgüsüne doğrudan katkı sağlamasa da karakterlere dair fikir veren uzun diyaloglarla, tansiyon dolu sahnelerle, kanın gövdeyi götürdüğü anlarla dolu, ama zamanın ruhunu da her hâliyle yakalıyor.

Bir Zamanlar… Hollywood’da’nın jeneriğine dönersek, iki başrol oyuncusunun adlarını değiştirerek kullanmak, aynı zamanda hikâyenin bizi bildiğimize değil, gördüğümüze inanmaya davet etmesine denk düşüyor. Bu durumda yarattığı alternatif tarih anlatısına da farklı bir gözle bakmak gerekiyor.

Meseleyle ilgili çok yazılıp çizildi, kısaca özetleyelim. Roman Polanski’nin eşi Sharon Tate’in Charles Manson’ın tarikatına mensup kişiler tarafından 1969’da öldürülmesini tersyüz etmeyi deneyen Tarantino, onu “kurtarma” işini de karısını öldürdüğü ima edilen ana karakterlerinden birine bırakıyor. Üstelik Manson tarikatının ırkçı motivasyonlarına dair hiçbir söz söylemezken tüm hippileri doğrudan katillikle özdeşleştiriyor, onların “ahlâksızlığını” ve “yeterince erkek olamamalarını” ön plana çıkararak muhafazakâr bir bakışa hapsoluyor. Filmde övgülere boğulan “eski Hollywood’a” da #MeToo paradigmasının ardından bakınca karşımıza Harvey Weinstein’ları yetiştiren iklim çıkıyor. Dolayısıyla aynı estetize şiddet Sharon Tate’in katillerine yöneldiğinde seyircinin Inglorious Basterds benzeri bir arınma yaşaması zorlaşıyor.

Tarantino’yu savunmak için söylenen sözlerden biri, filmi sevmek için dönemi iyi bilmek gerektiği iddiası. Doğru olabilir, nitekim filmde döneme dair bir dolu referans var ve bunlarla ilgili fikir sahibi olmak seyir deneyimini kesinlikle artırıyor. Peki, jenerikten itibaren oyunun kuralları böyle konmuşken, yani “Size farklı bir şey göstereceğim, buraya girerken dışarıdan getirdiğiniz ve en emin olduğunuzu sandığınız bilgileri dahi (Brad Pitt, Brad Pitt’tir, Leonardo DiCaprio da Leonardo DiCaprio’dur) bir kenara bırakmanız gerekiyor, zira buranın kuralları böyle,” denmişken, bu problemli temsilleri görmezden mi gelmemiz gerekiyor? Bu durum, yönetmenin “Gerçeği zaten bilmeniz gerekiyor, bakın ben başka bir şey anlatıyorum,” deyip kurtulabileceği bir şey mi?

Böyle doğrudan ifade edilmiş hâliyle “Tüm hippiler Manson tarikatına mensuptur,” gibi bir önermeyi Tarantino herhalde kabul etmez, ancak böyle ortaya koyarak #MeToo çağında problemli temsilleriyle zamanın ruhunu yakalayamamış bir filmden fazlasını sunamıyor. Üstelik bu sefer çağdışı olmak, ahlaki anlamda da sorunlu bir tavra karşılık geliyor. Bir zamanlar Hollywood’da belki olmayabilir, ama bugünün dünyasında kurmaca hikâye anlatıcılarının bu tip bir sorumluluğu da var.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
YETENEKLİ BAY RIPLEY (Anthony Minghella, 1999).
daha fazla

Bay Ripley yaşıyor

Patricia Highsmith (1921-1995), çekici sosyopat Tom Ripley’nin başrolde olduğu psikolojik gerilim romanı Yetenekli Bay Ripley’i 30 Kasım 1955’te…
Total
0
Share