Melik Saraçoğlu: “Öfke böyle bir dünyada bizi diri tutan duygulardan”

BİRLİKTE ÖLECEĞİZ (Melik Saraçoğlu ve Hakkı Kurtuluş, 2021).

Melik Saraçoğlu ile Hakkı Kurtuluş’un Gözümün Nûru’nun (2013) ardından yönettikleri Birlikte Öleceğiz (2021), İstanbul’un da kahramana dönüştüğü kırık bir aşk hikâyesini anlatırken İstanbul Arkeoloji Müzesi’nden çıkıp Galata Kulesi’ne uzanan bir seyirlik sunuyor. Film boyunca Mazhar (Özgür Emre Yıldırım) ve Ece’nin (Su Kutlu) tanışması, ayrılıkları parçalı anlatımla seyirciye anlatılıyor. Tüm koşullar aleyhlerine olmasına rağmen birbirlerine âşık olmalarını izliyoruz. İstanbul görüntüleriyle bezeli bu 160 dakikalık masal, seyirciyle 58. Antalya Film Festivali’nde buluştu. Biz de yönetmenlerden Melik Saraçoğlu’yla sohbet ettik.

İlk sorum şu: Sizce aşk genel olarak zorunluluk mu, yoksa tesadüfi bir yanı var mı?

Böyle konularda iddialı laflar etmeyi seven biri değilim. Şöyle yanıtlamaya çalışayım: Bir zorunluluk değil elbet. Genelde tesadüfi oluyor, ama bir yandan da sadece tesadüfe bırakılamayacak, aranacak kadar biricik bir ruh hâlinden bahsediyoruz. Beri yanda aşk dediğimiz illa iki insan arasında olmak zorunda da değil. Yani tutkuyla bir şeye bağlanmak, bir şeyi derinden sevmek de sayılabilir bence.

Bunu şu açıdan sordum: Filmin özellikle sonlara doğru Mazhar’ın içinde bulunduğu çaresizliği çok iyi yansıttığını düşünüyorum. İlişki içerisindeki o zorunluluk hâli, o çıkmaz, ne gitmek ne kalmak, bir karar verememe hâli içinde yaşanan buhran. Filmin çağrıştırdığı temalardan biri de 500 Days of Summer’ın (Marc Webb, 2009) başında geçen cümle: “Bu bir aşk hikâyesi değil”. Ben sizin filminizi bir yandan da bir aşk hikâyesi olarak da gördüm. Yani sadece bir ayrılık, trajedi değil. Karakterleriniz için bir zorunluluk gibi, sanki ikisinin de elinde değil ve sürükleniyorlar gibi. Bununla beraber ikinci soruma geçmem gerekirse, karakterler film boyunca hatıraları hatırlıyor, ilişkinin ilk aşamasına dönüyorlar. Hayal ve gerçek birbirine karışıyor. Filmin epizodik anlatımına bakılırsa içerik biçimi belirlemiş. Gözümün Nuru’nda ele alınan konunun biçimi belirlemesi gibi. Genel olarak kurgunuzun çok fazla müdahalesi var. Yani düz bir anlatıma sahip değil. Bu anlamda bana 500 Days of Summer ve Melancholia’yı (Lars von Trier, 2011), bir de Kaufman sinemasını anımsattı. Sizce bu içerik ve biçim ilişkisi açısından aşk bir kurgu mu, icat mı, keşif mi? Bizim inandığımız bir şey mi?

Aşk dediğimiz şeyin imgesini kişinin kendisi, kendisine yaratıyor. Yani karşısında sevdiği kişiyi biraz da “kurgulayıp” ona âşık oluyor pek çok kez. Ama tabii âşık olduğu ya da âşık olmaya çalıştığı kişiyle gerçek kişi çoğu kez örtüşmüyor. Belki de bu yüzden süreç içerisinde “sağlıksız” bir şeye dönüşüyor ilişki.

Filminize aşkın bütün süreçlerinin dahil edilmesi hoşuma gitti. Çağımızda kadınlar daha eril bir yaklaşımla tanımlanıyor. Ama burada gerçekten bu iki insanın birbirini keşfetmesi ve tüm koşullara rağmen beraber olmaya çalışması var. Ben bu açıdan filmi çok nitelikli buldum. Buna dair özel bir çabanız oldu mu?

Bu yazım aşamasından çekim aşamasına, kurgunun sonuna dek özel olarak dikkat ettiğimiz bir şeydi. Aralarında aşk olan iki ana karakterimiz var, bir kadın ve bir erkek. Film her ikisine de hakkaniyetli ve eşit nasıl yaklaşabilir? Ne birini daha yüceltmek doğru ne de birini daha yermek, aşağıya koymak. Her ikisine de adaletli yaklaşmak ve haksızlık etmemek gerekiyordu.

Yine bu meseleyle bağlantılı, filmde çeşitli erkeklik halleri var, özellikle o rakı masası, “sevdiğim için ölürüm”, melankoli ve terk edilmiş erkek imajları… Erkek jargonuyla söylemek gerekirse, “yenge ile beraber olmak”, yani çok yakın bir arkadaşının kız arkadaşıyla olma hâli var. Bununla beraber Mazhar’ın hem şiddete uğraması hem de bazı şeyleri bastırması söz konusu. Sizce Mazhar neden kaçıyor? Bir erkeklik hâlinden mi, Türkiye’den mi?

Birçok şeyden kaçıyor aslında. Zaten erkekliğin yüzde 90’ı kaçmak değil mi? Ülkeden kaçıyor, ülkede yaşadığı türlü türlü sıkıntıdan kaçıyor, ülkedeki politik baskı ortamından kaçıyor, çalıştığı devlet hastanesindeki sömürüden kaçıyor. Kendi ailesinden kaçıyor, çünkü pişmanlıkları var. Kendi işlediği hatalardan ötürü kendisini suçlu görüp ailesine, babasına, kız kardeşine karşı bir utanç duyuyor, ondan kaçmak istiyor. Aynı zamanda da tabii Ece’den kaçıyor. En cesur olması gereken alan o belki, ama işte o kadar cesur olamıyor. Ece’nin teyzesi Tijen bir yerde açıkça soruyor “tutkusu fazla mı geldi?” diye.

BİRLİKTE ÖLECEĞİZ (Melik Saraçoğlu ve Hakkı Kurtuluş, 2021).

Filmin odağında Mazhar-Ece ilişkisi dışında bir de İstanbul var. Özellikle Ece’nin gökdelenleri şehrin siluetinden kaldırdığı sahne filmin en beğendiğim yerlerinden biri. Belki çoğu kişiye fazla şiirsel gelebilir. Ama bu şiirselliğin yanı sıra Türkiye hâlleri var. Doktora şiddetten adapte olamamaya, rakı masasında ülkeyi kurtarmak muhabbetlerine kadar ülkemizden insan manzaraları mevcut. Yurtdışına gitmek, “Türkiye’den kaçmak” son zamanlarda oldukça güncel. Mazhar da Kanada’ya gitmiş ve oradan dönüyor. Mazhar neden İstanbul’a dönmüş olabilir?

On yıl öncesine kadar ülkeden gitme arzusu bu kadar fazla değildi çoğu insanda. Yani günümüzdeki “Her ne şekilde olursa olsun kapağı yurtdışına atayım,” hissiyatı yoktu bu kadar. Dolayısıyla birçok insan için yurtdışına okumaya gitmek yurtdışında yaşamak ve hayatı boyunca orada kalmak demek değildi. Şimdi çoğunlukla öyle. Yani yurtdışına (okumaya) giden orada kalmak, yaşamak için gidiyor.

Oysa Mazhar ara kuşağa mensup: 32-35 yaşlarında, Kanada’daki ihtisasından sonra ülkeye dönen ve kamu hastanesinde çalışmayı tercih etmiş bir hekim.

Mazhar’dan devam edersek, 25. Saat’i (Spike Lee, 2002) anımsatan bir nefret kusma sahnesi var.  Ben de çok sık olmasa bile ayda bir böyle bir doluyorum. Bu açıdan Mazhar’ı kendime yakın buluyorum, şu an içinden geçtiğimiz süreç, toplumda hâkim olan çatışmalar… Yaşadığım ülkeye dair düzeltmeye çalıştığım şeyler ve her şeye rağmen bunların gerçeklik duvarına toslaması, boşa kürek çekiyorum hissini de beraberinde getiriyor. Siz seyirciye bu noktada ne öneriyorsunuz, seyirci de öfkesini yansıtmalı mı? Bunu bastırmalı mı, yoksa herkesleşerek uyum mu sağlamalı? Seyircinin payına düşen bir mesajınız var mı?

Öfke en asillerinden olmasa da, hele böyle bir dünyada bizi diri tutan duygulardan. Kontrol etmeye çalıştıkça köpüren bir duygu. Ülke, özellikle de artık bir cinnet hâline varmış İstanbul giderek harlı ateşte unutulmuş düdüklü tencereye benzerken Mahzar’ın kontrolü kaybettiği ve hekimliğinin dayattığı soğukkanlılığı yalnızken de olsa bir kenara bıraktığı, filmdeki pek çok şey gibi yaşanmışlıklardan senaryoya dahil olmuş bir sekans o.

Film aslında oldukça masalsı bir başlangıç ve bitiş sahnesine sahip olmasına rağmen bir yanıyla da çok gerçekçi. Birçok yanlış anlaşılma, travma ve trajediyi de görüyoruz. Genel olarak insanlarla ilişki kurmanın travmatik bir yanı mı var, genelde hepimiz bir travma hâlinde miyiz?

Muhakkak ki insanlarla olan ilişkilerimiz, yaşadığımız şehir, ülke, dünya ve devirle olan ilişkilerimizde travmatik bir yan var. Tüm bu kriz hâlleri ister istemez bizleri şekillendiriyor, birçoğu da müdahale edemediğimiz, bizden kaynaklı olmayan travmatik deneyimler, trajediler içeriyor. Elbette ilişkilerimiz de bunlardan etkileniyor, buna göre biçimleniyor.

Şimdi de filmin diğer karakterine geçmek istiyorum. Ece, film boyunca öğrendiğimiz kadarıyla bir çeşit rahatsızlığa, nevroza sahip, ama film bunun ismini koymuyor. Bunu etik olarak başarılı buldum, çünkü tanı koymak da başlı başına bir yönlendirme. İlaç aldığını biliyoruz, dengesiz bir ruh hâlini gözlemliyoruz. Tanı koysanız film onun gölgesinde de kalabilirdi. Ece’nin bu problemli hâlinin başta babası olmak üzere erkek arkadaşları ya da sadece erkeklik hâlleriyle bağını yakalıyoruz, ama öğretmen rolüyle biraz yanlış anlaşıldığı birkaç sahne de görüyoruz. Ece’yi bu hâle sokanın genel olarak toplum olduğunu söylersek yanlış olur mu?

İsterseniz “maraz” diyelim. Ne psikiyatrist ne de terapistiz. Tanı koymak bize düşmez. Kaldı ki Amerikalılar her şeyi sığlaştırıp kategorize ettikleri gibi sanat tarihinin belki de başat itici güçlerinden olan pek çok “maraz”ı kişilik bozukluğu adı altında oldukça sorgulanabilir kategorilere hapsedip ilaca bağladılar.

Ece’nin filmin başında daha toy bir hâli var. Beri yanda onun da acıyla kavrulduğunu, tavında dövüldüğünü görüyoruz. Ayrıca bence Ece keskin bir zekâya sahip. Sorunları olduğunun bal gibi de farkında, “mutsuzluğa direnenlerin örgütlediği hayata” adapte olmaya, bu durumla mücadele etmeye çalışıyor. Bazen doğru, bazen yanlış şekilde. Mazhar’ın kız kardeşi ve zaman içerisinde Ece’nin en yakın dostu hâline gelecek Şahika’nın dediği gibi Ece bu dünyadan olmamayı, zamanın ve mekânın dışında kalmayı tüm acılarıyla tercih ediyor. Ama tabii günümüz dünyasında, hele ki Türkiye gibi bir ülkede böyle biri olmak çok zor.

Aslında notlarım arasına almamıştım, ama sizin söyledikleriniz beni yönlendirdi. Ece aslında Weltschmerz, yani dünya sancısı çekiyor diyebiliriz sanırım.

Evet, teşekkürler. Güzel bir tanım. Hakkı şu an yanımızda değil, ama o da bu tanımınızdan mutluluk duyardı.

Kaufman sinemasına yakın bulduğumu söylemiştim, ama oradaki başkarakterin çektiği acıdan tutun evlilik kurumu, ilişki ya da aldatma tanımına dek filminizi en çok Melancholia’ya benzettim. Bence Ece’nin kısık sesli söylediği çok ağır cümleler var, ima ettikleri ve yaşam tarzıyla feminist ve cesur buldum. Bunu özgünlüğün kendisini inşa etmesi üzerinden de, kişisel olanın aslında politik olması üzerinden de okuyabiliriz. Hayatın anlamının büyük cümlelerde, TEDx konuşmalarında, çok satan kitaplarda değil de minik ayrıntılarda, ufak eslerde saklı olduğunu düşünüyorum. Filminizin jeneriğinde Bir Evlilikten Manzaralar (Ingmar Bergman, 1973) referansı olduğu söyleniyor. Bu bir seyirci için de bence büyük bir şans. Sizce bu referansları yakalayıp yakalamamak önemli mi? Çünkü filmle ilgili eleştirilerden biri bu.

Biz derinlikli birer sinema eğitimden geçmiş, sinemayı çok seven ve sinema sanatından beslenen eşyönetmenleriz. Bunların etkileri filmlerimizde de görülebiliyor. Bundan da kaçınmıyoruz, hatta bunun üstüne gidiyoruz. Sinema sanatının can çekiştiği bu çağda sinemasal anlatım olanaklarının sınırlarını yoklamak gibi dertlerimiz var.

Düpedüz sinemadan bihaber olmaktan kaynaklanan ezberleri boş verirsek, devamlı sinemasal çıkış noktaları üzerinden ilerleyen yönetmenler de değiliz. Neredeyse eşzamanlı kamuya açtığımız Dermansız (Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu, 2021) mesela bambaşka bir yerden yolunu buluyor. Bilmeyen izlese, farklı insanlar çekmiş diye düşünür. Kendi üslubumuzu, kendi sesimizi bulduk da diyemem hâlâ, yani kaç film yapmışız daha. Eğer saçma sapan bürokrasiler, üç kuruş için deli saçması dosya, belge talepleriyle enerjimiz vampir gibi emilmezse daha çok üretip mesleğimizde daha tekil, ayrıksı ve biricik işler ortaya koyabiliriz.

Sanat kümülatif bir insan yaratısı, üstüne koyarak ilerler. İyi sinema da başta iyi sanat eserlerinden, ilk olarak da sinemadan hareket alır, alabilir. Dolayısıyla saklamaya filan da çalışmıyoruz, hiç de çalışmadık. Hatta son jenerikte de Bergman’ın bir sahnesinden hareket ettiğimizi belirttik. Bunu saklamaya çalışanlar çoğu kez gülünç duruma düşüyor. Zaten saklamaya çalıştıkça da filmleri inandırılıcığını yitiriyor. Oysa ki günümüz neoliberal sanat komiserlerinin zapturaptı altındaki “sanat” sinemasında içi bomboş bir özgünlük anlatısı, öğüdü var. “Ne kadar özgün” denen kimi yönetmen ve filmlerin bırakın çeyrek yüzyılı, on yıl bile dayanamayıp un ufak olacakları her yerlerinden belli. Güne oynayanların popüler oldukça kendilerini pek akıllı ve özgün sandıkları bir zamanın ruhu hâkim.

Bazı isimler sayılıyor, mesela siz Charlie Kaufman dediniz. Bazı eleştirilerde Terrence Malick çok geçti mesela. Ne yalan söyleyeyim ne ben ne de Hakkı Malick’e ufak bir yakınlık hissederiz, ama beri yandan bundan rahatsızlık duyuyor da değilim, böyle görenler olduysa bundan yine de mutluluk duyarım, sonuç olarak saygı duyduğum bir yönetmendir.

BİRLİKTE ÖLECEĞİZ (Melik Saraçoğlu ve Hakkı Kurtuluş, 2021).

Ben katmanlı okumalara açık, bol referanslı filmleri seviyorum. Bu açıdan filminizin cesareti için bir kez daha teşekkür ederim. Benim filmde ayrıca ilgimi çeken şey, gerek çizimleri gerek ifadeleriyle filmin ötesine taşan bir zenginlik barındıran Ece’nin günlüğü ya da defteri. Bununla ilgili bir çalışma yapmayı, ayrıca eser olarak bastırmayı, buradan bir kısa film yapmayı düşünür müsünüz?

Evet, sanat yönetmenimiz Billur Turan ve ekibi sinemamızın standartlarının çok ötesinde, evrensel nitelikte bir iş çıkardı. Billur çok özel biri, çok da yetenekli. Kendisine inisiyatif de tanıdık. Gerçekten bir sanat eseri diyebileceğimiz o defterin içindekiler de somut olarak defterin kendisi de yine onların elinden çıktı. Defter filmde tabii ki önemli bir yer kaplıyor, çünkü Ece’nin her şeyini yazarken hiçbir şeyini yazmadığı bir defter.

Ben bir de tabii Sevim Burak ve benim gibi Avusturya Lisesi’nden mezun olan Tezer Özlü’yü anımsadım, gündelik detayları ve genel ruh hâlleri itibariyle. Bunlar yaşadıkları dönemde genel olarak çok muteber görülmeyen, hakkında konuşulmayan, sakıncalı görülen kişiler. Yakın zamanda Sevim Burak’ın günlüklerini okudum, filmdeki defter de bana onu anımsattı.

Teşekkür ederiz. Sizin böyle düşünmeniz çok güzel, çünkü Ece hamurunda Sevim Burak, Tezer Özlü, Nilgün Marmara, Leyla Erbil gibi zamanlarının dışında, ötesinde yaşamış tutku dolu kadınlar olan bir karakter. Size de geçtiyse ne mutlu bize.

Bunun belki ilk soru olması gerekiyordu, ama tersine çevirmeyi seviyorum. Genelde bir film, kısa film veya video art üretilirken aklınıza gelen bir fikir ya da bir sahneden yola çıkılır. Burada siz nereden yola çıktınız? Yani var mı ilk aklınıza gelen bir fikir, atıyorum o top olabilir, defter olabilir. Tabii Hakkı Bey burada olmadığı için bu soruya kendi tarafınızdan cevap verirseniz çok mutlu olurum.

Hakkı adına da az çok konuşabilirim, 13 yıldır birlikte yazıp yönetiyoruz profesyonel olarak, öncesi de var. Değişiyor bizim film yapma süreçleri. Kimi zaman birimizin aklına bir fikir geliyor, kimi zaman ötekinin aklına bir fikir geliyor, kimi zaman bir an geliyor. Bazen bir mekân bir şeyi canlandırıyor, o mekân üzerinden yola çıkılıyor. Yani net bir yanıtı yok bunun. Mesela Gözümün Nuru benden çıkan bir şey, ama bu film öncelikle Hakkı’nın kafasında canlandı, tohum ona düşmüştü. İlk eskizler ondan çıktı. Net bir yanıt veremeyeceğim.

Filmin ardından yapılan soru cevapta pandemi ve bürokrasiden dolayı yaşadığınız zorluklardan bahsettiniz. Bunun dışında bir engel var mıydı? Bu yazıyı okuyacak sinema öğrencileri ya da film yapmak isteyenler için de soruyorum, bu engellerle yola çıkmanız sizi daha iyi bir yönetmen mi yapıyor?

Film yapmak çok zor. Sonuç olarak buradaki herkes, ne kadar iyi ya da kötü olsun fark etmez, büyük cesaret isteyen, büyük özveri isteyen işler yapıyor. Çünkü aslında bakınca mantıklı da bir şey yapmıyoruz. Yani burada bu film başarılı da olsa, başarısız da olsa, diğer filmler için de geçerli, genel olarak konuşuyorum, ticari olarak çok büyük başarılar elde edemiyoruz. Bu bir gerçek. Özellikle ticari, vizyona oynayan bir film değilse, maddi olarak büyük bir kazancınız yok. Ama zamanınızın tamamını veriyorsunuz. Entelektüel olarak çok büyük emek veriyorsunuz. Sıklıkla büyük zorluklar, engeller, aşağılanmalara maruz kalıyorsunuz. Aşağılanmadan kastım, film yapım sürecinden bahsediyorum. Para yaratabilmek için, filmi çekebilmek için başınıza gelmedik kalmıyor. Herkes için geçerli bunlar. Dolayısıyla yorucu bir süreç. Birçok insanın dayanamayacağı, pes edebileceği bir süreç. Sırf başarıp, bitirip eli yüzü düzgün bir film yapmak bile bence fazlasıyla takdir edilesi bir şey günümüzde.

Bir yandan bakınca film yapmak daha kolay gibi görünüyor. Çünkü kameralar daha ucuz. Kurgu yapmak basitleşti, teknik olarak ucuzlaştı. Cep telefonuyla bile uzun metraj film çekilebiliyor. Tırnak içinde kolaylaştı, ama aslında kolaylaşmadı, çünkü nicelik olarak çok arttı ve bu kadar filmin arasında sesinizi duyurmak zorlaşıyor. Nicelik arttığı için de nitelik düşebiliyor. Çok sayıda festival var yurtdışında, çok fazla film var, siz de herhangi filmden birini yapmış oluyorsunuz. Hepimiz için zor, ama bir şekilde yapmaya devam ediyoruz.

Bizim film özelinde çok ciddi zorluklar yaşadık. Çekim öncesinde de sırasında da sonrasında da yaşadık. Hatta hiç lafımı sakınmadan söyleyeyim, Yılmaz Güney ve ekibinin çektiği filmler dahil sinema tarihimizin en çileli süreçlerden geçmiş filmlerinden biridir Birlikte Öleceğiz. Sol gösterip sağ vuranlar, gölgesinden korkan bürokratlar, ali kıran baş kesenler ve daha çokları ellerinden geleni artlarına koymadılar. Açık konuşalım, günümüz İstanbulu’nda kimselerin güzel bir şeyin ortaya konması, meydana getirilmesiyle ilgili bir samimi derdi yok. İstisnalar evet varlar, ama feci halde istisnalar!

Çok keyifli bir sohbetti, çok teşekkür ederiz vakit ayırdığınız için.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share