Melankolinin yıkıcı yüzü: Edgar Allan Poe

Edgar Allan Poe
Edgar Allan Poe

Edgar Allan Poe‘nun hikâyeleriyle küçük denebilecek bir yaşta tanıştım. O zamanlar, bir çocuğun etrafındaki genellikle “mutlu”, “renkli” dünyalar içeren kitapların aksine kendimi Poe’nun karanlık dünyasında bulmak, adlandıramadığım bir heyecan duygusu yaşatmıştı. Kimsenin bilmediği bir başka dünyanın içinde olmanın heyecanı. Yıllar sonra Poe’nun hikâyeleriyle yeniden karşılaştığımda ise (her ne kadar çocukluğun heyecanlı anılarının etkisi olsa da) bir yetişkin olarak hikâyelere değişik bir noktadan bakabildiğimi fark ettim. Bu gotik korku hikâyelerinin arka planında, özellikle bir tema dikkat çekiciydi: “Güzel/sevilen kadın karakterin ölümü”. Bu tema, benzer biçimlerde birden fazla hikâyede kendini gösteriyordu. Melankoli üzerine yaptığım okumalar ışığında bu temaları tekrar değerlendirdiğimde bunların ortak paydasında bazı melankoli ögelerinin yer alabileceğini düşündüm ve hikâyeleri “melankoli”yi odak noktasında tutarak gözden geçirdim. Bu incelemede, bu temanın neden ısrarlı bir şekilde tekrar ettiği sorusuna cevap ararken, Poe’nun hikâyelerine yerleştirdiği, yaşam öyküsüyle zaman zaman kesiştiğini düşündüğüm melankoli öğelerini de ortaya koymaya çalışacağım.

Kompozisyonun Felsefesi

Edgar Allan Poe’da melankolinin izlerini aramaya başlamadan önce “The Philosophy of Composition” (Komposizyonun Felsefesi) başlıklı makalesine göz atmak faydalı olabilir. 1846’da kurmacanın sırlarını açıkladığı bu makalesinde, Poe “The Raven” (Kuzgun) şiirini nasıl kurguladığını anlatırken edebiyata ne kadar soğukkanlı yaklaştığını gözler önüne serer. Aslında kendisi de bir “romantik” edebiyatçı olarak değerlendirilebilmesine karşın, Poe romantiklerin ilhama dayalı, mistik, büyülü üretim sürecini reddeder. “The Philosophy of Composition” makalesinin tamamında, Kuzgun’un “hiçbir rastlantıya ya da sezgiye dayalı” olarak değil, her adımını matematiksel bir sorunun ele alınışı gibi neden sonuç ilişkilerine bağlı kalarak üretildiğini söyler. Bu ilginç makalenin bir noktasında, eserinde yaratmayı planladığı tek etkiyi arayışında ise şöyle der: “Bütün melankoli konuları arasında, insanın evrensel olarak en melankolik kabul edebileceği konu nedir? Ölüm!”. Bunları söyledikten sonra da “güzel bir kadının ölümü”nün dünyadaki en şiirsel konu olduğunu ekler. Gerçekten de Kuzgun, bir gece yarısı, kaybettiği Lenore’un anılarını umutsuzca kitaplara sığınarak kafasından atmaya çalışan bir erkek karakteri anlatır. O kadar umutsuzdur ki, aslında fırtınadan kaçarak odasına sığınan bir kuştan medet umar.

But the silence was unbroken, and the darkness gave no token,
And the only word there spoken was the whispered word, “Lenore!”
This I whispered, and an echo murmured back the word, “Lenore!”

Merely this, and nothing more.

Adamın beklentisi akılcı değildir. Gece yarısının sessizliğinde Lenore’un geri geldiğini düşünür. Oysa gelen Lenore değil, sadece bir kuzgundur. Böylesi bir durumda aklına hemen Lenore’un gelmesi şaşırtıcıdır. Aklında ondan başka bir düşünce yok gibidir. Acısını unutmak için tanrıdan medet umar, melekleri aracılığıyla acıyı unutturan bir iksir olan Nepenthe’i gönderdiğini sanmaktadır, ancak böylelikle Lenore’u unutabileceğini düşünmektedir. Aldığı cevap “hiçbir zaman” olur.

“Wretch,” I cried, “thy God hath lent thee — by these angels he hath sent thee
Respite — respite and Nepenthe from thy memories of Lenore!
Let me quaff this kind Nepenthe and forget this lost Lenore!”

Quoth the raven, “Nevermore.”

Karşı karşıya olduğu şeyin ne olduğunu bilememesine rağmen o zaman dek aklında olduğu anlaşılan sorularını sıralar. Bir daha görebilecek midir Lenore’u, ona bir daha sarılabilecek midir? Kuzgunun cevabı hiç değişmez: Hiçbir zaman. Gece yarısı karanlığının getirdiği rasyonel olmayan umutlar da kaybedilen sevgiliye dair bir çözüm sunmaz.

Leave my loneliness unbroken! — quit the bust above my door!
Take thy beak from out my heart, and take thy form from off my door!”

Quoth the raven, “Nevermore.”

And the raven, never flitting, still is sitting, still is sitting
On the pallid bust of Pallas just above my chamber door;
And his eyes have all the seeming of a demon that is dreaming,
And the lamp-light o’er him streaming throws his shadow on the floor;
And my soul from out that shadow that lies floating on the floor

Shall be lifted — nevermore!

Kendi umutsuz özleminin bilincinde olmasına karşın, kuzgunun gelişi ona hiçbir sonuca ulaşmayacak bir umut vermiştir. Yalnızlığıyla baş başa kalmaya devam etmek için hayvanı kovalar, fakat kuzgun umursamaz (büyük ihtimalle tüm bunlardan habersiz) bir şekilde durduğu yerde dikilir. Aslında bütün şiir melankolik insanın artan duygusal hassasiyeti üzerine kuruludur.

Büyük ihtimalle şiirin mekânındaki melankolik öğeler olmasa da (gecenin karanlığı, sessizlik ve kuzgunun gelişi) adam zaten bu düşünceler içerisinde olacaktır, belki okuduğu bir kitapta benzer düşüncelere kapılacaktır. Poe, mekâna bir kuzgun sokarak adamın acısının sonsuzluğunu/umutsuzluğunu simgeler: Hayvan gagasını onun kalbine sokmuş ve öylece beklemektedir. Adamın acı dolu ruhunu kendi gölgesi içerisine, bu melankolik bekleyişten “hiçbir zaman” serbest kalamayacak şekilde hapseder.

“The Philosophy of Composition” makalesinde, Poe ölüm düşüncesini genç ve güzel bir kadının ölümüyle birleştirir ve bunu neden-sonuç ilişkilerine dayanan matematiksel bir bilinçle yaptığını iddia eder. Bu makalenin Poe’nun kurmaca dünyasını ne derece yansıttığı, bu makalenin bir kandırmaca olup olmadığı tartışmalı bir konu, fakat bir kayıbın ardından adamın yaşadığı akılcı olmayan bir yas durumunu, melankoliyi ortaya koyması açısından önemli. Poe, aslında birçok hikâye ve şiirinde genç, güzel kadının ölümü temasını işler. Bu ölümlerin ortak noktasında hiçbirinin normal bir yas sürecini barındırmaması yatar.

Usherlar’ın Çöküşü

Örneğin “Usherlar’ın Çöküşü” adlı hikâyesinde, Roderick Usher, nedeni olmayan bir şekilde kendisini yıllardır malikanesinin içine kapatmıştır ve belirsiz bir şeyden korkmaktadır: “Bu korku bitirecek beni […] bu zavallılıkta eriyip gitmek benim yazgım […] bu katlanılmaz gerginliği artıracak en sıradan olayı düşündükçe tüylerim ürperiyor” (54). Roderick, melankoliklere özgü bir şekilde “duyularının acıtıcı keskinliğinden” rahatsızlık duyduğunu ifade eder. Bir akşam çok sevdiği kız kardeşinin öldüğünü söyler konuğuna. Onu aile mezarlığına gömmek istememektedir. Roderick, “kardeşinin cesedini on beş günlüğüne (gömülme törenine kadar) yapının ana duvarlarındaki sayısız mahzenden birinde sakla[r]” (56). Bu garip durum aslında Roderick’in bu ölümü kabullenmekte çektiği güçlüğü göstermesi açısından önemlidir. Rodercik, çok sevdiği kız kardeşinin ölümü sonrasında onu yıllarca birlikte yaşadıkları evin mahzenlerinden birisinde saklamak ister. Bu ölüm fikrinin reddine işaret eder. Yas sürecinin sekizinci gününde aslında bir katalepsi hastası olan Leydi Madeline, mahzende kapatıldığı yerden çıkagelir ve hikâye iki kardeşin kaderini temsil eden evin de çökmesiyle son bulur. Burada da genç bir kadının ölümü, diri diri gömülmesi (ama bir mezarlığa değil, bir mahzene) ve geri gelmesi söz konusudur.

Ligeia

Benzer bir durum “Ligeia” adlı hikâyede de gözlenir. Kahramanın çok sevdiği karısı Ligeia hastalanır ve ölür: “Ligeia öldü;- ve ben, kederden yıkılmış bir halde artık Ren Nehri’nin yanındaki kasvetli ve çürüyen şehirdeki meskenimin yapayalnız terk edilmişliğine katlanamaz oldum […] bu yüzden birkaç ay bezgin ve hedefsizce gezindikten sonra […] bir manastırı satın alıp onarımını yaptırdım” (239). Kahraman afyonun kölesi olarak burada yaşarken (239) Leydi Rowena ile tanışır ve onunla evlenir. Değişken ruh hali yeni karısını dehşete düşürür fakat bu durum kahramanı hiç rahatsız etmez çünkü “ondan, insandan çok şeytana yakışır bir tiksintiyle nefret” etmektedir (241). Kahraman, Ligeia’yı unutamamaktadır, “hafızam geriye (ah nasıl da yoğun bir pişmanlıkla!) Ligeia’ya, yüce, güzel; mezardaki sevgilime uçuyordu” diye düşünür. Gecenin sessizliğinde ya da gündüz vakti gözlerden uzak köşelerde Liegia’nın ismini seslenir (tıpkı Kuzgun’daki adamın Lenore’un adını fısıldaması gibi!). Liegia’ya duyduğu özlemin onu dünyaya geri getirebileceğini düşünür. Günler sonra yeni karısı Rowena da ağır bir şekilde hastalanır ve bir gece yarısı ölür. Hizmetçileri kadını kefen içerisinde adamın yatak odasına bırakır. Adam bu ölümün yasını tutmaktadır fakat zihnindeki düşüncelerin akışını durduramaz: “O zaman Ligeia’ya ilişkin binlerce anı üstüme akın etti -ve yüreğimi, onu böyle kefenli gördüğümde hissettiğim o tarif edilmez keder bir sel gibi, tüm şiddetiyle doldurdu. Gece yerini sabaha bıraktı; ve ben hâlâ tek aşkıma ilişkin acı düşüncelerle dolu halde, Rowena’nın bedenine bakmayı sürdürüyordum (244). Cansız bedenin yanında uyandığında bir hıçkırık sesi duyan adam irkilir. Rowena’nın hâlâ yaşadığını fark eder, dudaklarının titrediğini görür. Zihninde Leigia’ya ait düşüncelerle kadını hayatta tutmaya çalışır. Gece yarasına kadar süren bu mücadele sonucunda kadın hayata geri döner, tabii ki geri dönen Leigia’dan başkası değildir.

Poe’da genç ve güzel kadının ölümü ve ölümden geri gelmesi teması yukarıda belirtilenlerin dışında “Eleonara”, “Diri Diri Gömülüş” gibi birçok hikâyede kendini gösterir. Bu noktada yazarın yaşam öyküsü bu temaların varlığı hakkında bir fikir verebilir. Her ne kadar yazarların kurmaca dünyası ile gerçek dünyaları arasında özdeşlik kurulmasının kendine özgü sorunlara olsa da, Poe’da tekrar ettiği gözlemlenen sevilen kadının ölümü ve geri gelmesi teması yazarın gerçek deneyimleriyle bir arada değerlendirilebilir. Poe iki yaşındayken önce babasını kaybeder. Annesi ise birkaç ay sonra tüberkülozdan ölür. Bu ölümün yavaş yavaş gerçekleşen ve fiziksel belirtileri olan (öksürük krizleri, kanlı tükürükler vb) bir ölüm olduğu hakkında bir çok teori vardır (Magistrale 9). İddia edildiği gibi, Poe küçük yaşta bu görüntülere maruz kalmış olabilir. Küçük yaşta, Allen ailesinin yanına yerleştirilen Poe burada üvey annesi Frances Allen’in sağladığı güvenli ortamda yetişirken üvey babası ile girdiği tartışmalar nedeniyle evden ayrılmak zorunda kalır (Frances Allen, Poe 20 yaşındayken ölür). Poe’nun hayatındaki üçüncü kadın ise kuzeni Virgina Clemm olur. Virgina, Poe ile evlendiğinde 13 yaşındadır. Garip bir tesadüfle Virgina Clemm, Poe’nun annesiyle aynı yaşta ve aynı hastalıktan ölür. Poe, hayatındaki bir başka kadının yavaş yavaş ölümünü izlemek zorunda kalmıştır. Poe, kısa yaşamı boyunca sevdiği kadınlardan ölüm nedeniyle ayrılmak zorunda kalmıştır.

Yas ve Melankoli

Poe’nun yaşam öyküsünün küçük bir kesitinde yer alan bu ölümler, yazarın kurmaca dünyasında ölümden geri dönen sevilen/güzel kadın imgeleri ve Sigmund Freud’un “Mourning and Melancholia” (Yas ve Melankoli) makalesi birlikte değerlendirildiğinde ortaya farklı bir görünüm çıkar. Freud, melankolinin normal yastan farklı bir şey olduğunu söyler: “Melankolide nesneyle olan ilişki, basit bir ilişki değildir; karşıt duyguların (ambivalence) varlığı nedeniyle karmaşıklaşır” (256). Freud’a göre bu karşıt duygular ya normal bir sevgi ilişkisinin doğası gereği oluşan egonun bir parçasıdır ya da bu sevgi nesnesinin yitirilme endişesi sırasındaki deneyimlerin bir sonucudur. Bu nedenle de, özellikle arzu nesnesinin gerçekten kaybedilmesi -ölümü- durumunda melankolinin nedenleri yasa göre farklılık gösterir. Melankolide, nesne üzerinde, nefret ve sevginin birbiriyle çatıştığı sayısız farklı mücadele verilir: bir tanesi libidoyu nesneden ayırmaya çalışırken diğeri libidonun nesne üzerindeki pozisyonunu korumaya çalışır (256). Bu durumda, Poe’nun yaşam öyküsüyle değerlendirildiğinde Julia Kristeva’nın Freudyen teorinin her noktada tespit ettiğini söylediği “annesel nesneye duyulan imkânsız yas” (9) akla gelir. Poe, küçük yaşta annesini kaybetmiş ve hayatının geri kalan kısmında da o kaybın yerine koyduğu tüm arzu nesnelerini de benzer şekilde yitirmiştir. Peki, ama Poe’nun birçok hikâyesinde rastlanan kadın ölümlerinin yazarın annesinin kaybı karşısındaki melankolik pozisyonundan kaynaklandığı söylenebilir mi?

Aslında Freud’un belirttiği gibi, melankoli zihinsel topografinin bilinçdışı kısmında kalmaktadır. “Hasta, melankolisine yol açan kaybın farkındadır: Kimi kaybettiğini biliyordur ama kendisinde neyin kaybolduğunu bilmemektedir” (245). Arzu nesnesini kaybetmiş olan Poe’nun hem bilinç hem de bilinç dışı işlevlerin ürünü olan sanat eserlerinde bu kaybın yol açtığı melankolinin izini sürmek mümkündür. Poe’nun annesini çok küçük yaşta kaybettiği düşünülürse bu ölümü anlamlandırmakta ve kabullenmekte güçlük çektiği iddia edilebilir: Kaybetme-bulma, ölüm-yaşam…

Poe’nun erkek anlatıcıları, sevdikleri kadının mezardan dönmesini beklemekte (Kuzgun, Diri Diri Gömülüş, Leigia) ya da bu geri dönüşle yüz yüze gelmektedir (Usherlar’ın Çöküşü, Diri Diri Gömülüş, Eleonara). Özellikle “Usherlar’ın Çöküşü”nde, Roderick’in kız kardeşini normal bir şekilde mezarlığa gömmek yerine malikânenin mahzenlerinden birinde saklamayı tercih edişi ilginçtir. Roderick, çok sevdiği kız kardeşinin ölümüne karşı tepki duymaktadır. Bu durumda hem ölümün bir gerçeklik olarak varlığı, hem de yaşam-ölüm arasındaki sınırın kabul edilememesinden bahsedilebilir.

Ölüm ve yaşamın sınırları arasında gidip gelme, anne figürünün ölümünün anlamlandırılmasındaki güçlükler ve bunun sonucunda kadın karakterlerin ölümü ve geri gelişleri Poe’nun kurmaca karakterleri aracılığıyla dışa vurduğu suçluluk duygusuna işaret eder gibidir. Poe’nun eserlerinde görülen bu zıtlıklar, arzu nesnesinin yitirilmesi durumunda melankolik kişilikte arttığı gözlenen nesneye duyulan nefret-arzu karşıtlığında açıklama bulabilir. Poe’nun karakterleri, her defasında sevdiklerinin ölümü ile adeta cezalandırılmış gibidir. “Kuzgun”, “Usherlar’ın Çöküşü”, “Liegia”, “Eleonara” gibi hikâyelerde, erkek anlatıcılar, arzu nesnelerini kaybetmiş lanetli ruhlar olarak görürler kendilerini. Melankolik kişilik, bu arzu nesnesi kaybından dolayı kendini sorumlu tutmaktadır. Kaybın yasını tutan kişi, bu kaybın nesnesi ile kendini özdeşleştirir. Bu durumda “nesne kaybı bir ego kaybına dönüşür” (Freud 249) ve kendisine yönelik büyük bir değersizlik duygusu hisseder. Melankolik kişiliğin, yitirilmiş arzu nesnesi (anne-eş-kız kardeş-sevilen kadın) karşısındaki zıtlıklar içeren duygu durumu da arzu/nefret çatışması içindeki Poe’ya kadın kahramanlarını yok ettirir. Bu bir bakıma Poe’nun kendini cezalandırma isteğinden de kaynaklanır. Freud’a göre nesneye duyulan arzu -nesnenin kaybedilmiş olmasına karşılık sürüyorsa- ve narsisistik bir özdeşlikte gizleniyorsa bu durumda kişi kendine karşı bir nefret ve yok etme duyguları içine girer (251). Aynen Baudelaire’in “L’Heautontimoroumenos” adlı şiirinde olduğu gibi: Jean Starobinski, bu şiirle ilgili olarak Baudelaire’in “ötekine çektirilen acıyı kendi kendine verilen acı haline getir[diğini]” (35) söyler. Burada nefret aslında bir zamanlar arzu edilen nesneye karşıdır, fakat narsisistik özdeşlik nedeniyle kişinin kendine yöneltilir.

Kristeva, ölümün gerçekliğinin melankolik kişi tarafından reddinden bahsederken “melankolik yamyamlık”tan söz eder. Melankolik yamyamlık, kaybın gerçekliği ve ölümün inkarını temsil eden rüya ve fantezilerdir: Nesneyi kaybetmektense onu yok ederek ya da parçalar halinde saklamak isteği (12). Poe’nun hikâyelerinde, anne-kız kardeş-eş figürünün kaybından duyulan sürekli endişe -bir bakıma yazarın kendi endişelerinin yansımaları- bu nesnelerin yok edilmesine yol açmaktadır. Ölüm temasının tekrarıyla ilişkili farklı bir açıklama ise Florence Vatan’da bulunabilir. Vatan’ın Baudelaire’de tespit ettiği durumun yukarıdaki örneklerle değerlendirildiğinde Poe için de geçerli olduğu düşünülebilir. Vatan’a göre nesneye duyulan arzu/aşkın yerini nesnenin kaybına duyulan arzu/aşk alır (277). Böylelikle nesnenin kaybı sürekli olarak arzu nesnesinin hatıralarını canlı tutmakta ve melankolik hüznün sürekliliğini sağlamaktadır. Gerçekten de, Poe’nun zıtlıklar içerisindeki karmaşık dünyasında, kadın karakterlerin sürekli ölümle karşılaşması -her ne kadar bir şekilde geri dönseler de- Poe’nun, “anne figürüne duyduğu arzu”yu, onun yerine koyduğu nesnelerin “kaybına duyulan arzu”yla ikame etmiş olduğunun işareti sayılabilir. Kristeva da benzer bir şekilde hüznün bu insanlar için tek nesne haline geldiğinden bahseder. Bu kişiler “hüzne bağlanırlar, başka bir nesnenin eksikliğini gidermek için [bu hüznü] evcilleştirir ve beslerler” (12). Böylelikle aslında Poe için mümkün olmayan “anneye ulaşma” arzusunun yerine annenin kaybına duyulan arzu/özlemin yerleştirilmesi bu imkânsız yası, tam da bir melankoliğin isteyebileceği gibi, acı ve hüzün dolu, kendine eziyet çektiren, sürekli bir anımsamaya dönüştürür. Bu süreklilik melankolik kişiye bir haz vermektedir. Bu durumda Poe’nun, kurmaca kahramanlarına yaşattığı kayıplarla aslında kendisini cezalandırmakta olduğu ve bundan bir haz duyduğu iddia edilebilir.

Aslında bir yazarın yaşamıyla eserlerini bir arada değerlendirmek, her ne kadar eserler üzerine söylenebilecekleri kısıtlıyor gibi görünse de Poe söz konusu olduğunda gerçek ve kurmaca dünya arasında anlamlı bir ilişkinin varlığından söz edilebilir. Gotik korku hikâyelerinin arasında oldukça olağan olarak göze çarpan “ölüm” teması, özellikle de “sevilen/güzel kadının ölümü” teması, melankoli kavramı çerçevesinde değerlendirildiğinde farklı bir görünüme bürünebiliyor. Gerçekten de yukarıda çeşitli örneklerle -belki spekülatif olarak nitelendirilebilecek bir benzetmeyle- belirtmeye çalıştığım gibi, Poe’nun gerçek dünyada kayıp anneye duyduğu özlemi, kurmaca dünyasında farklı hikâyelerde aynı tema altında simgeselleştirmiş olabileceği fikri çok da abartılı bir gözlem değil. Poe, bir melankolik olarak, arzu nesnesine yönelttiği nefret-sevgi duyguları içerisinde -kendini cezalandırmak amacıyla- kadın karakterlerini ölüme göndermiş, ölüm ve yaşamın anlaşılamayan sınırları nedeniyle onları bir şekilde yeniden diriltmiş, tüm bunları yaparken de kaybettiği annesinin yarattığı boşluğu, bu boşluğun arzusuyla ikame etmiş olabilir. Sonuçta, o ya da bu şekilde, kökeni neye dayanırsa dayansın Poe, eserlerinde iyi-kötü, güzel-çirkin, siyah-beyaz ikiliklerini reddeden farklı, gri bir dünyanın varlığını ortaya koymuştur.

Kaynaklar

Kristeva, Julia. Black Sun: Depression and Melancholia. Çev. Leon S. Roudiez. New York:      Columbia University Press. 1989.

Magistrale, Tony. Student Companion to Edgar Allan Poe. Westport, CT, USA: Greenwood    Publishing Group, Incorporated, 2001.

Poe, Allan Edgar. “Ligeia”. Edgar Allan Poe Bütün Hikâyeleri I. Çev. Dost Körpe. İstanbul: İthaki Yayınları. 230-48.

——. “The Philosophy of Composition”. 21 Haziran 2008. <http://www.eapoe.org/works/ESSAYS/PHILCOMP.HTM>

——. “The Raven”. 21 Haziran 2008. <http://www.eapoe.org/works/poems/ravena.htm>

——. “Usherlar’ın Çöküşü”. Çev. Tomris Uyar. Kitap-lık, Sayı:71 (Nisan 2004): 51-59.

Sigmund, Freud. “Mourning and Melancholia”. The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Volume XIV (1914-1916): On the History of the Psycho-Analytic Movement, Papers on Metapsychology and Other Works. Çev. ve ed. James Strachey. 21 Haziran 2008.  http://bit.ly/2lj1Mev

Starobinski, Jean. Aynada Melankoli. Çev. Mehmet Emin Özcan. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2007.

Vatan, Florence. “La mélancolie sans miroir: une lecture de ‘Brumes et Pluies’”. The French      Review. 70.2 (Aralık 1996): 219-30.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Şiir nereye kayboldu?

Şiirden bahsederken aklınızda canlanan sahne orta yaşlı, bekar, orta sınıf bir erkeğin rakı masasında otururken size epey anlamsız…
daha fazla

Örme Biçimleri

Edebiyat eleştirisinin toplumu anlamakta ne kadar önemli bir alan olduğunu kanıtlayan özgün bir eleştirel üslup geliştirmiş ve yazdığı…
Total
0
Share