“Küçük bahçeyi sanki epeydir bir ’emlak’ haline gelmemiş gibi şu anda bile şefkatla sulayan ama girmek isteyebilecek yabancıyı da korkuyla geri çeviren el, siyasal mültecinin sığınma talebini de reddetmiştir çoktan.”
Theodor W.Adorno, Minima Moralia
Otobiyografi -yazmak değil- üzerine konuşmak mayın tarlasına basmadan gezme girişimidir; tekilliğin her an imha edilebileceği korkusu, retorik ötesindeki özgünlüğü parçalayabilir, ancak her hatıra bireyselleştirildiği ölçüde toplumsal olan tarafından içerilir. Böylece, söylem düzeyindeki romantizm, Tarih içine yerleştirilen bilinçdışının nasıl çalıştığına gönül indirmeden kendi uçurumuna (üretimiyle birlikte) yuvarlanma tehlikesiyle yaşar. Vazgeçilmez anı kitapları arasında bunun yerine şunun, onun yerine az ileridekinin önerilmesinin sebebi nedir? Kişinin kendi soyutluğunun en ufak anda bir özdeşlik kazanmasıyla erişilecek hazzın merkezi mi, yoksa geçmiş yüzyılların üst üste binen ve palimpsestin belleğini ortadan ikiye görünmez bir şekilde yaran barbarlığın karşı-deneyimine sadece bu yolun imkân vermesinin mecburiyeti mi?
Yakın zamanda vesaire’de yayımlanan “Basit bir hayat mümkün mü?” başlıklı yazı, kişisel deneyimin yazıda konaklamasını içerir. Otobiyografik bilgiden yola çıkan yazı, yakın dönemde dünyaya musallat olan COVID-19’un ve neoliberalizmin sonuçlarını kişisel olandan çıkarsamaya çalışır. Aslında yazar, dünyanın iyiliksever biçimde kınanmasından ibaret bir sunumu ütopyasız ve bireyselci alanda gerçekleştirirken, heterojen temaslardan olabildiğince kaçınır. Herhangi bir hatırlama ânı (yazar özelinde sayfiye), tüm getirdikleri ve seslendikleriyle hesaplaşmıyorsa, yok edilene kadar olumsuzlanmalıdır. Bu yazı da karşısında konumlandığı yazının tevazusunun dayattığı ölçülülüğü aşmayı amaçlıyor.
Yazar, alttan alta COVID-19 deneyimlerinden çıkarsamalar tercih eder: “…bir film izler veya bir hikâye okur gibi hayalini kurmuşuz sayfiyenin.” Ancak böylece, kullandığı kip itibarıyla (dışlayıcılık içeren “siz”in karşıtı olarak biz) kendisine çizdiği bir çevreden ibaret olan yazı, deneyimle başlar ve dönüşmeyen (veya müsaade edilmeyen) bir denklemde son bulur. Oysa “biz”in dışında kalanlar, yani daha önce yazlık evi bulunmayanlar ve COVID-19’da evde oturma lüksüne sahip olamayanlar yazının başında heyecanlanmıştır. Yazar, ütopik göstergenin olağan sembolü ve Karl Marx’tan bugüne insanca toplumun imkânını sunan “boş zaman” ifadesini (yazar bu ifadeyi bile kullanmaz) yazının sonunda nerede konumlandıracaktı? Tabii, yazıya bir tane daha defansif cümle eklemediği sıralarda: “Zengini daha zengin etmeden, çarkları döndürmeden, fazlasında gözü olmadan, kendini yıpratmadan süregelen bir hayat.” Yazının sonu, başlangıçtaki “boş zaman”ı ulaşılacak bir yerleşke veya belli bir konjonktür olarak konumladırmak yerine zamanı metalar yığını haline getiren varlıklıları oldukları gibi bırakır. Yazarın hoşgörüsü ve müzakereseverliği, ekonomi-politiğin içeriden deşildiği bir laissez-faire’dir.
Çocukluk anısı, dokunulmazlığın teşekkülüdür. Ancak, mayın tarlasına basmadan da homojen alanın içine girilemeyecektir. Yazar, çocukluğu anti-fetişizm imkanı barındıran bir ortaklık yerine estetikleştirdiği ölçüde bir parçası olunabilen steril bir alan olarak yazıya yerleştirmektedir. Oysa çocukluk, herhangi bir mübadele ilkesinden, değiş tokuşun pis kokulu tanziminden ve “geçinme” zorunluluğundan azade bir dönemdir. “Oyunların gerçekdışılığı, gerçekliğin de henüz gerçek olmadığının işaretidir. Doğru yaşamın bilinçsiz provalarıdır oyunlar.” Yazar, çocukluğa doğru “ilerlemek” yerine gerçekdışılığı tespit edilen “geri dönme” eylemini yazıya mühürler. “Sadece çocukluğu hatırlayarak” bir mekânın ve yaşamın zamanla kapitalizmden bağımsız bir ilişkisini kurar gibidir. Oysa yazının, yaşamın sinik doğaya dönüş temsili dolayısıyla bilinçdışı olarak kapana sıkıştığını belirtmek gerekir. Dolaysız eylem aygıtı politikanın ele geçirilemeyişi, nihai sonucunu yazarın köy evindeki geleceksizlik imgesiyle sonlandırmasına yol açar. Talihsiz bir hatırlama spazmı.
Yazarın gelecek tasavvurunun yazı özelindeki en derin noktası şudur: “Her yerin yürüme mesafesinde olduğu, sürprizlerin pek görülmediği, en büyük sürprizin belki akşamüstü denk geldiğin tanıdıklarla sohbetin olduğu basit bir hayat.” Evrensel kılınma çabasındaki “basit yaşam”, bariz bir sıkışmışlığın son nefesi, aynı dakikaya takılı kalan 60 yıllık saatin aynı noktadaki tik tak benzeri gıcırtısıdır; yanlış hayatta doğru yaşamanın imkânsızlığı ve mümkün olmayışının çığ gibi yığılmasıdır. Tam da bu yüzden yazar mekanın gerçekliğini, günahlarından arınmamış bir dünyanın bir parçası olarak görebilecekken, Salombo’nun dünyaya kendisini kapatan penceresinden atlamayı tercih eder. Yazı kendi kendisini oluşturan hatlarla öylesine gergin tasarlanmıştır ki, yazarından tekrar bir onaylama beklemektedir. Kendi özerkliğini mümkün kılamayan bu üslup, kendi çatlaklarının içindeki bireyselliğinin melankolisiyle nefes almaktadır. “Ev, tatilden dönen çocuğa yeni, canlı, neşeli görünür. Değişen bir şey yoktur oysa. Sadece görevin unutulmuş olması -başka zaman bütün eşyalar, lambalar, pencereler ona hep görevi anımsatırdı- bu mutlak barış havasını kazandırmıştır eve; ve birkaç dakika süreyle, bu hiçbir zaman geri gelmeyen odalar, girintiler ve koridorlar dünyasında, oradaki ömrünün geri kalan kısmını bir yalana dönüştürecek kadar evinde hisseder kendini. Bir gün dünya da bundan farklı görünmeyecektir o sürekli şenlik ışığının altında – emek yasasına artık boyun eğilmiyordur ve görev de eve dönenler için bir tatil oyununun hafifliğini kazanmıştır.”[i]
Yazının aradalığı, metinlerarası alemde Şule Gürbüz’ün Kambur’unu, içerik açısından atlanamayan eşiklerin varoluşçu analizleri, biçimiyle de edebiyat ve denemenin eşleşememesi dolayısıyla çağırır. Hatta alıntısı da (“İnsan ara sıra evini yakmalı —ve çıkıp seyretmeli.”) momenti durduran bir görüntüyü teşkil etmektedir. Değişim evresini, gelişim orantılarını, soyuttan somuta yaşamın macerasını, fetişleştirilmeyen deneyimin ısrarlı sürdürülmesi yerine izlemek ve hareketsizliğin durağanlığını sürekli kılar. Öleceği inancıyla, bütün eylemleri fetişleştirilen bireye endeksleyen kitap, etraftaki nesnelerin, içinde bulunduğu duyguların, semptomları da çoğulluklarından söküp atar; yazarın süreksizliğin ütopik umudunu rüyalarında görmesi gibi: “Bilmiyorum. Sanki derin bir uykudaymışım da sayfiyeye geldiğimde eski bir rüyamı hatırlamışım gibi.” Boş zamana sahip bir topluluğun, etkin yaşamın karşıtı olarak sadece rüyada karşılık bulması, “bir başka dünya”nın bireysel bir iptal girişimidir; “kendi zaaflarını sinikçe ilan edişleri, bu çağda nesnel tinin öznel olanı tasfiye ettiğini sezebildiklerini de gösterir.” [ii]
[i] Theodor W. Adorno. Minima Moralia, Çev. Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, İstanbul, 2017.
[ii] Theodor W. Adorno. Minima Moralia, s.118.