Bu yazı, film hakkında spoiler içermektedir.
Matrix, sinema tarihinin son büyük fenomeni, çağ açıp çağ kapatan filmi. Geçtiğimiz yüz yirmi yıl boyunca onlarca film suyun akışını değiştirdi, kendi dönemine yön ve şekil verdi ama çok azı bu işi Matrix kadar ihtişamlı yaptı. Safkan bir yaratıcı zihnin ürünü olan Matrix, bir noktada, yaratıcılarının kişisel öyküsünü de aşarak bir kültür ürününe, zamana karşı direnç kazanan bir fenomene dönüştü. Sinema tarihinin “kitleleri buluşturan” bu son filmine dair milyonlarca insanın kişisel bir anısı, az veya çok malumatı, etkileşimi ve fikri var. Slavoj Zizek ile Türkiye’nin ücra bir köyündeki genci aynı masada buluşturan, hem hiç kimsenin tam olarak idrak edemeyeceği kadar derin hem de herkesi buluşturacak kadar yalın, basit ve cazip bir eser, ya da anlatı, ürün veya eğlence. Peki, Matrix’in kolektif bir şekilde yaratılan mitolojisi, kuşaktan kuşak aktarılan ve aktarılmaya devam edecek mirası kime ait; yaratıcılarına mı yoksa uçsuz bucaksız bir insan tarlasını andıran, filmin etrafında toplanan hayran tarikatına mı? Bu soruya “hem… hem …” ve “ne… ne …” bağlacı kullanmadan veya sadece Warner Bros.’u işaret etmeden verilebilecek cevaplar, Matrix Resurrections’ın muhtemel akıbetini belirleyecek.
Matrix Resurrections’ta amaçlanan tek bir şey var: Matrix mitini, bir sinema kanonunu yıkmak. Bir daha Matrix’e dönmeyeceğini defaatle belirten fakat anne ve babasının ölümünden sonra girdiği yas sürecinde, içindeki gerçek benliği kamusal alana taşıdığı sürecin baş aktörlerinden Neo ve Trinity’i diriltmeye karar veren Lana Wachowski[i] (kardeşi Lilly farklı düşündüğü ve yasını farklı şekilde tuttuğu için bu devam filminin parçası olmamış) yıkım harekatını gerçekleştirirken bir amaç daha güdüyor: Bir “fan service” filmi, yani hayranlara özel tasarlanmış bir film çekmemek. Dışarıdan bakanlara başka, kendisine “olduğu gibi” görünen Neo ile özdeşleşme yoluna giden Lana, (Başta, “Warner Bros.’un onunla veya onsuz üçlemeyi devam ettirmek istediğini, Matrix’in kendisi için sonlandığını bildiklerini ama öykülerin de asla sonlanmamak gibi bir özelliğe sahip olduğunu” vurgulayan Smith’le gerçekleştirilen sohbet olmak üzere film boyunca Neo’nun Lana’nın ağzından konuştuğu birçok sahne var.) “eski Matrix’e” dair fikirlerini hayranlar için fazla acımasız bir şekilde ifade ediyor: Vaktinde Matrix’i çekerek “bazı çocukları eğlendirdik”. Bu alaycı ifadenin yanında, filmin post-credit sahnesinde bile karşımıza çıkan upuzun “beyin fırtınası” sekansında Matrix’in ne olduğuna (Matrix zihin pornosudur, Matrix kargaşadır, Matrix amaçsız aksiyondur, deri kıyafetler içinde yapılan felsefedir, Matrix kripto faşizm hakkındadır.) ve Resurrections’ın ne olacağına/olmayacağına (“Anahtar sözcüklerimiz orijinallik ve yeni”, “Amaçsız aksiyon masada yok”, “Bir diğer reboot olmayacak”, “Oyunu tekrar değiştirmeliyiz”) dair, yarı özeleştiri, yarı parodi içeren tespitler sıralanıyor. “Çocukları eğlendirdik,” cümlesiyle billurlaşan tavır, bir noktada “Eski Matrix’i” savunanları, onu arzulayanları itham etmeye ve yapılmak istenene karşı çıkacaklar için savunma mekanizmaları geliştirmeye evriliyor.
Lana’nın Resurrections’ta yapmaya çalıştığı şeyin bilinçli olduğu aşikâr, ki kendisi de, hiçbir gizeme ve yanlış anlamaya mahal vermeyecek şekilde, bu tavrını ve niyetini sürekli açıklıyor. Peki, bir şeyin bilinçli, kasten yapılması, onun doğru, iyi veya haklı olduğu anlamına gelir mi? Ya da bu yıkıma karşı çıkanların, yeni Matrix’in alıcısı olmayanların ve eski Matrix’i özleyenlerin karşılığı, Lana’nın karikatürize ettiği şekilde, “Filmler ve kitaplar eskiden daha iyiydi, orijinallik önemliydi,” diyerek histeri krizlerine giren Merovingian’ın başını çektiği, perişan hâldeki Sürgünler midir? Velev ki öyle olsun fakat Resurrections masaya yeni ne getiriyor, yıkımın yerine ne koyuyor sorusuna tatmin edici bir cevap bulmak pek mümkün değil. İlk Matrix, cevap vermek yerine sorular soran, özgüveni yüksek ve her türlü meydan okumaya açık bir eserdi, Resurrections ise sürekli sağa sola cevap yetiştiren, kendi izleyicisinden kaçan, bir espri yaptığında önce bunun bir espri olduğunu, sonra esprinin ne olduğunu açıklamak zorunda hisseden, hiçbir yan karakteri öldürmeyeceğini dahi önceden belirten ve özenle ördüğü savunma mekanizmalarının arkasında gizlenen bir eser. Bu noktada bu mekanizmalara biraz değinmek gerekiyor. Yeni Matrix’in en zayıf yanlarından biri, senaryosu ve senaryo matematiği. Mesela filmin gelişme bölümünde Neo, önce Sürgünler ile karşılaşıyor, ardından Smith ile kapışıyor, sonra Trinity’nin atölyesinde Analist ile ultra slow motion bir karşılaşma yaşıyor, sonra gerçek dünyaya dönüp zorla İo’ya götürülüyor, bir dakika sonra ilk filmden kopup gelen Sati’yle bir kuyu başında “dahiyane” planlar üretmeye başlıyor… Birbiri ardına bindirilen bu sahnelerin hepsi, Matrix Reloaded’daki Le Vrai Restaurant’ta başlayan ve otobanda devam eden aksiyon sahnesiyle eşit sürede gerçekleşiyor. Veya Resurrections, üçlemenin tamamına bir cevap vermeye kalkıştığı için, ilk 50 dakikasında başka, sonraki 40 dakikada başka, kalan sürede ise başka bir filme dönüşmek zorunda kalıyor ve bu nedenle hiçbir bölümün hakkını veremiyor, ortaya attığı fikirleri derinleştirmekte zorlanıyor. Bu noktada, karakterlere “anlatı öldü” dedirtmek, herhangi bir duygu, heyecan hissetmeye fırsat vermeyen, üst üste bindirilmiş üçer beşer dakikalık sahnelerden oluşan senaryoyu, meşru ve doğru kılmıyor. “Birine Matrix dediğinizde aklına sadece mermilerden eğilerek kaçan Neo geliyor” veya “Artık amaçsız aksiyon yok” tarzı cümleler, ilk üçlemedeki Uzak Doğu dövüş sporlarından beslenen ve enfes koreografilere sahip aksiyon sahnelerinin yerine konan, günümüz Amerikan sinemasının ucuz B sınıfı macera filmlerinden alınmışa benzeyen berbat aksiyonu aklamış olmuyor. Film boyunca, hatta film bittikten sonra bile sarf edilen cümlelerin çoğu, filmin yapamadığı (yapmadığı değil, deneyip beceremediği) şeylerin birer izahına dönüşüyor. Bu savunma mekanizmalarına itiraz ettiğinizde ise olacağınız şey de filmin içinde hazır: Değişime ayak uyduramayan, muhafazakâr bir Sürgün.
En başa dönersek, eserin yaratıcısına mı, yoksa izleyicisine mi ait olduğu sorusu çözümsüz bir paradoks ama önümüzde güzel bir örnek var. Star Wars’u ilk çıktığı zaman sinemada izleyen, karakterleri, mekanları, objeleri ilk hâliyle belleğine yerleştiren hayranlar, 1997 yılında, başta Jabba the Hutt’un bir insanken bugün bildiğimiz hâline, dev bir sümüklü böceğe dönüştürülmesi olmak üzere yapılan dijital müdahalelere şiddetle karşı çıkmıştı. (George Lucas dijital restorasyon esnasında eski kopyaları imha ettirdiği için bugün Star Wars’u ilk haliyle izlemek mümkün değil) Sonunda iş dönüp dolaşıp, The People vs. George Lucas (2010) belgeselinde detaylıca işlenen, Star Wars evrenine hikaye ekleme ve geleceğini tayin etme hakkının sadece Lucas’ın, eserin yaratıcısının tekelinde olmasının tartışmaya açılmasına kadar varmıştı. Lucas’ın tüm haklarını Disney’e devretmesinden sonra çekilen yeni üçlemede yer alan ve Matrix Resurrections kadar olmasa da, hayranları ikiye bölerek çeşitli tartışmalar yol açan The Last Jedi (2017) filmi de, Lana’nınkine benzer bir şey yapmayı, kanonu yıkmayı amaçlıyordu. Tabii, ufak bir farkla: Bir aile trajedisi olan Star Wars’u halka açma, bir zümrenin elindeki Güç’ü sıradan insana ulaştırma gayesiyle. The Last Jedi’nin tam tersi istikametinde ilerleyen Resurrections’ta ise, odadaki antika vazoyu kıran ve neden kırdığı sorusuna “bana aitti” ve “bilerek kırdım” dışında bir cevap vermeyen çocuğu andıran bir tavırla, Matrix’i amaçsız aksiyonu için baş tacı eden veya kader mi yoksa özgür irade mi ikilemiyle yetinen milyonlarca “sıradan” hayranı dışlayan ve yaptığı yıkımı takdir edecek bir avuç entelektüelin başını çektiği küçük bir azınlığa göz kırpan bir yaklaşım sergileniyor. Tabii bu yapılırken, “Hiçbir şey endişeyi biraz nostalji gibi rahatlatamaz” mekanizmasıyla da eskinin duygusu bile sömürülüyor.
Fan service filmi olmamak gibi Matrix için gayet basit kalan bir amaçla yola çıkan Resurrections’ın akıbetini belirleyen şey, filmde birer Sürgün’le özdeşleştirilen ve her türlü savunma mekanizmasıyla uzaklaştırılan hayranlar olacak. Elbette ki filmin içinde bir cevap verme şansları yoktu ama ilk reaksiyonlar, “oyuncağı elinden alınmış birer çocuk” yaftalamalarına maruz kalma pahasına, eserin üzerindeki tek karar merciinin yaratıcılar olmadığını gösteriyor. Yaratıcısının, sonraki yirmi yıl boyunca karşısına her daim çıkan Matrix’i, Arthur Conan Doyle’un gölgesi altında kaldığı Sherlock Holmes’ü öldürme girişimini andıran şekilde[ii], Neo ve Trinity’i dirilterek öldürmeye çalışması anlaşılır olabilir, neyse ki Matrix, ne Lana Wachoski’nin ne de Warner Bros.’un öldürmeyi başaramayacağı kadar güçlü bir eser ve çoktan kitlelere malolmuş durumda. Eğer Matrix kanonu yıkılacaksa da, nostaljisini sömürmeyecek kadar dürüst, her hareketini açıklamayacak kadar özgüvenli, “bullet time”ın altından kalkabilecek kadar mahir, Simulatte ve The Catrix’ten daha yaratıcı bir mizah anlayışına ve doğru düzgün bir hikaye örgüsüne sahip, Face-Zucker-suck basitliğinin ötesine geçen bir meta anlatı tarafından baştan yazılmayı ve Metaverse çağına o halde geçiş yapmayı hak ediyor. Bu noktada, Neo gibi, Lana’ya başka, -en azından bana- başka surette görünen Merovingian’a sözü bırakmak gerekiyor: Kendi devam filmlerimizle, spin-off’larımızla geri gelecek, zarafetin sinemadaki karşılığı Matrix’i bizzat kendi yaratıcılarına karşı savunacağız. Bu uğurda bir Sürgün, bir muhafazakar addedilmek ise ödenmesi gereken ufak bir bedel.
[i] Bu noktadan sonra, saygısızlık amacıyla değil, yeni filmde Lilly Wachowski yer almadığından, ikisi arasındaki ayrıma vurgu yapmak için yer yer Lana Wachowski’ye sadece ön adıyla hitap ettim.
[ii] Conan Doyle’un da karakteri öldürme gerekçelerinden biri, Sherlock Holmes dışında bir şey yazmasını istemeyen hayranlar idi. Kendisini, anti-fan service hareketin öncülerinden addetmek mümkün.
*Bu yazı ilk kez Medium’da yayımlanmıştır.
Filmi incitmiş
M4R senaryosu aslında çok iyi bir konu üzerinde duruyor. Hikaye çok güzel seçilmiş. Ama film her açıdan özellikel kötü yapılmış. Bu kadar kötü bir film ancak özellikle kötü yapmak amacıyla bu kadar kötü olabilirdi.
1* Hikaye daha güzel yapılabilirdi, ancak saçma sapan yerlere çekilerek taciz edilmiş.
2* Kamera çekimleri son derece berbat.
3* Müzikler sadece birkaç saniye için iyi, ancak devamında teneke sesi. Çok gereksiz yerlerde çok kötü müzikler konmuş. Hatta m4r için yapılan albümdeki müziklere baktım, filmdekilerden çok daha kötü berbat müziklerle dolu.
4* Felsefeye gelince, baştan sona içi boş laf kalabalığıyla doldurulan film birkaç yerde çok önemli detaylara değinmeden geçmiyor.