Arjantinli sinemacı Lucrecia Martel ile iptal kültürü, sömürgecilik ve “Chocobar” üzerine

Lucrecia Martel, Buenos Aires’teki evinde (2018). Fotoğraf: Diego Levy, The New York Times.

Lucrecia Martel benzersiz bir yönetmen: İncelikle örülmüş gerçeküstü başyapıtlarıyla geniş kitlelerin övgüsüne mazhar olmakla kalmıyor, anavatanı Arjantin’deki politikalar hakkında fikirlerini beyan ediyor ve toplumsal mücadeleleri destekliyor.

Martel, 2001’de gösterime giren La Ciénaga’dan bu yana uluslararası film çevrelerinden neredeyse alabileceği tüm övgüleri aldı. Yıllar içinde (film eleştirmeni J. Hoberman’ın “rahatsız edici ölçüde güzel” diye tanımladığı) benzersiz bir görsel stil geliştirdi, kimilerine göre sinemanın işitsel boyutu üzerine yaptığı çalışmalarla film müziği anlayışını yeniden yarattı.

Yine de Lucrecia Martel’in alameti farikası Latin Amerika burjuvazisini, onların zımni ırkçılığını ve sınıf önyargılarını acımasızca betimlemesi. 2008’de sınıf psikolojisinde gedikler açan heybetli Headless Woman’dan baş döndürücü dönem filmi Zama’ya kadar, Modern Latin Amerika ve Arjantin toplumuna içkin eşitsizlikleri anlamak isteyen herkes Martel’in filmografisine göz atmalı.

Martel’in bir sonraki filmi en politik eseri olacak gibi görünüyor. Henüz netleşmemiş olsa da Chocobar adıyla anılan belgesel, yerli lider Javier Chocobar’ın cinayetine odaklanıyor. Belgesel cinayet davasına odaklanırken, Latin Amerika’daki toprak mülkiyeti (kimlerin toprak sahibi olduğu, kimlerin meşru hak iddiasında bulunduğu ve kimlerin mülklerinden edildiği) konusuna odaklanmak için merceği genişletiyor. Chocobar, Latin Amerika toplumunda son 500 yılda nelerin değiştiğini sorarak yerlilerin mücadelelerine ve arazi kullanım hakkına ilişkin büyüleyici bir keşif vaat ediyor.

Chocobar, henüz prodüksiyon aşamasında olmasına rağmen kendinden söz ettiren bir belgesel oldu. “Salta Üçlemesi”nin (La Cienaga, La Nina Santa, La Mujer Sin Cabeza) dünya çapında aldığı övgülere bakılırsa, Chocobar da gösterime girdiğinde büyük ses getirecek. Jacobin America Latina’dan Miguel Savransky ile Valantín Huarte, Martel’i kurgu masasından kaldırıp yönetmene yeni filmini biçimlendiren siyasi meseleleri sordular.

Javier Chocobar hakkında bir belgesel yapmanızı sağlayan araştırmadan başlayalım. Chocobar cinayetine ait görüntüleri ilk gördüğünüzde aklınızdan neler geçti?

Chocobar yerli topluluklardan Chuschagasta’nın üyesiydi, Arjantin’deki birçok insan gibi toprak üzerindeki hakları için mücadele ederken öldürüldü. Görüntüleri ilk izlediğimde aklımdan geçenler, bunları görünce herhangi birinin aklından geçenlerden çok da farklı değildi. Yalnızca böyle bir cinayetin işlenmesinin ardındaki adaletsizliği ve cezasızlığı düşünebildim.

Ancak yaptığım araştırma sayesinde bu türden suçları mümkün kılan ve cezasız kalmalarını sağlayan tarihsel koşulları incelemeye yöneldim. Chocobar 2009’da öldürüldü, duruşması ise 2018’de görüldü, hükümlüler nihai kararın verilmesini beklerken tutuklu yargılandılar. Bu süre zarfında üç kez temyize gittiler, 2020’de temyiz mahkemesi (sanki karantinanın son yılında hiç zamanları yokmuş gibi) henüz bir karar veremediğinden serbest bırakıldılar. Chocobar’ın katili 2021’de COVID’den öldü, suç ortağı iki eski polis memuru da salıverildi.

Chocobar cinayetinin görüntülerindeki şiddet, arkasındaki tarihsel koşulları öğrenmeye başladığınızda daha da belirginleşiyor: Arjantin Cumhuriyeti’nin kuruluş temellerini ve ulusun sömürgeci yapısının asla terk edilmediğini görmeniz gerekiyor. Arjantin’in bağımsızlığı, siyasi ve ekonomik gücü İspanyol krallığından bir kreol[i] burjuvazisine aktarılmasının ardından Kızılderililerin, siyahların ve kadınların aşağı sayıldığı bir cumhuriyet ilan edilmesiyle sağlandı. Bu süreçte komünal yerlilere ait toprakların devlet kontrolüne geçmesi, mülksüzleşmeye ve Arjantin’in ırkçı yapısına zemin oluşturdu.

Bana göre ırkçılık o kadar gelişmiş bir sosyal icat ki Elon Musk’ın Tesla’sı veya son teknoloji bir iPhone ona kıyasla değersiz görünebilir. Irkçılık (temelde her açıdan eşit olan) insanlar arasında uygulanan bir ayrımcılık sistemi ve ona dayanarak bir grup insanın başka bir grup insan için çalışması olağan görünür. Bunu yapmak da (başkalarının zamanı üzerinde hak iddia etmek ve onları küçük bir zümrenin yararına yoğun biçimde çalıştırmak) çalışan insanların bir şekilde “aşağı tabaka” olarak damgalandığı karmaşık bir sistem gerektirir.

Bu sistem önce zorla, sonra da eğitim ve kültür yoluyla dayatıldı. Çünkü bir eşitsizlik sistemini zorla sürdürmek son derece külfetli olduğundan eninde sonunda eğitim daha etkili oluyor. Başka bir deyişle, Chocobar vakasının en rahatsız edici yanı video ya da beklenmedik şiddet eylemi değil zamanın ilerlemesine rağmen değişmeden kalan tüm çevresel koşullar. Ne yazık ki kronik adaletsizliği görmek ani bir şiddet patlamasını görmekten çok daha zor.

Yerli halkın mücadele tarihi hakkında bir film yaparken başkalarının hikâyesini anlatmanın neden olduğu etik sorunları düşündünüz mü?

Kendi sınırlarının farkında olduğu sürece herkes belirli bir konuda fikirlerini ifade etme hakkına sahip. Ancak öncelikli olarak düşünmemiz gereken şey anlatı üretimine erişimin genişletilmesini sağlamak, çünkü ancak bu sayede daha önce bu fırsatı yakalayamamış kesimler kendi hikâyelerini anlatmaya başlayabilecek.

Bu gezegenin her sakini etrafındaki dünya hakkında düşünebilir, başkasının deneyimini anlamak için a priori bir bilgiye ihtiyacımız yok. Filmde ise bu ancak anlatıcının ve kahramanın aynı kişi olduğu varsayıldığında bir sorun hâline gelir. Ama bu meseleyi bir tarafa bırakırsak, herkes dilediği mesele hakkında konuşabilmeli.

Mesela Arjantin orta sınıfı hakkında bir “villera” filmini seyretmek için sabırsızlanıyorum. “Villero”, Arjantin’de evlerini kendileri inşa edenler ve genelde belediye hizmetlerinden yoksun gecekondularda yaşayanlar için kullanılan bir terim. Ben de onların Arjantin orta sınıfını, yani bizi nasıl gördüğünü öğrenmek istiyorum.

Filmlerimde, özellikle günlük deneyimlerini bilmediğim öznelere karşı belli bir mesafeyi korumaya gayret ediyorum. Fakat bu mesafeden gözlemlediğim her küçük ayrıntıyı da filme dahil etmeye çalışıyorum. Gözlemlerimde yanılmış olabilirim, ama buna tarih karar verecek.

Javier Chocobar’ın hikâyesini çekerken yaklaşımınız neydi?

Chocobar belgeseliyle, Javier Chocobar’ın öldürülmesi gibi bir suçun gerçekleşmesini mümkün kılan stratejilerin tüm ayrıntılarına odaklanmaya çalıştık. Bu stratejiler 500 yıldır mevcut. Stratejiler derken neyi kastettiğimi örneklendireyim: Yerli bir topluluk arazi hakkı talep ettiğinde, bunu araziyi nasıl kullanacağına göre yapar. İtiraz edebilecekleri bir arazi tapusu yoktur. Tapu, hegemonik düzenin yarattığı bir belgedir ve yalnızca egemen sınıfın onayıyla verilir. Sömürgecilik döneminde askerler, zabitler ve diğer tüm sömürge mercileri bu topraklar üzerinde hak iddia ettiler. Yani sömürge döneminin başlangıcından itibaren toprak talep eden birileri ve onların iddialarını belgeyle destekleyebilecek bir iktidar vardı.

Ancak Latin Amerika’da bağımsızlıktan sonra el değiştiren sömürge arazilerinin tapularını sorgulamaya yönelik herhangi bir girişim olmadı. Dolayısıyla yerlilerin toprak taleplerine şüpheyle bakılırken, nedense bu sömürgecilik dönemi tapularına öyle bakılmıyor. Bu, pek çok stratejiden yalnızca biri.

2015’te yazıp yönettiğiniz kısa film Leguas’ta arazi erişimi ve mülkiyet konusuyla zaten ilgileniyordunuz. O filmin temel fikri neydi?

Javier Chocobar’ın bağlı olduğu Chuschas topluluğuyla zaten vakit geçirmiştim. Amerika Kıtası Kalkınma Bankası, Gael Garcia Bernal aracılığıyla, Latin Amerika’daki okulu bırakma problemi (bölgede ve Arjantin’de çok büyük bir problem) hakkında kısa filmler yapılması için para veriyordu, ben de kabul ettim.

Leguas, okulun yeni gelişen arazi çatışmalarından nasıl ayrı tutulduğunu oldukça canlı biçimde gösteriyor. Daha da kötüsü, okulun ihtiyaç duyulan okul malzemelerini sağlamada daha cömert olabilen zengin komşularla nasıl farklı bir ilişki kurduğunu anlatıyor. Film işte tüm bunları, topluluğun çocuklarının öğrenmek için okula nasıl ihtiyaç duyduğunu ve bir geleceğe sahip olma şanslarının ne kadar olduğunu betimliyor.

Chocobar öldürüldüğünde onun çocukları, yeğenleri ve torunları hep birlikte katilin kardeşinin öğretmen olarak çalıştığı okula gidiyorlardı. Okul da Chocobar’ın katilinin ailesi tarafından bağışlanan bir arazide yer alıyordu. Bu cinayet suçu okulda asla resmen tanınmadı, çünkü muhtemelen okula giden çocukların çoğu yerli topluluktandı.

Okul, çocukların aidiyet duygusunu hissetmeleri gereken bir mekândır. Ama Arjantin’de kullanılan okul kitaplarında Kızılderililerin geçmişte kalan bir şey olduğunu öğretiyorlar, hem de bunu yerli çocuklara öğretiyorlar! Kolomb-öncesi bir dönem hep vardı, ama bize Kızılderililerin Arjantin cumhuriyetinin toprak sınırlarının belirlendiği 19. yüzyıldaki askeri seferlerde yok edildiği öğretildi.

Yakın zamandaki ilginç kamusal müdahalelerinizden biri, korumacı çabaları reddeden yerli bir topluluğu savunmaktı.

Maalesef hüküm süren ekonomik model için tamamen işlevsel hâle gelen belirli bir çevreci söylem türü var. Örneğin, Chocobar’ı çektiğimiz bölgede “özel arazi” adı verilen her türden özel turist inisiyatifleri bulunuyor. Bu gruplar sertifikasyon ve ekonomik destek almak üzere çevre kuruluşlarına başvuruyorlar, floranın ve faunanın her türden analizini sunuyorlar ve bölgenin sakinlerinin habitat üzerindeki olumsuz etkilerini göstermeye özel bir önem gösteriyorlar.

Orada yaşayan insanlar kimler? Yamaç boyunca yayılmış yerli halk. Arazi tapuları var mı? Hayır, ama kolayca arazi için hak iddia edebilirler. Yerlilerin böyle yapması tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarından, çevreci söylem yerli nüfusu itibarsızlaştırmak üzere sözde ilerici amaçlar için kullanılıyor.

Bu özel arazilerde, turistlerin bölgeden otantik köylüler ve aşçılarla tanışabileceklerine dair vaatler sundukları broşürler de dağıtıyorlar. Tabii sözünü ettikleri insanlar ekosistem için risk oluşturduğu iddia edilen yerli halk. Mesele ekosistemin tehdit altında olduğunu inkâr etmek değil, kaldı ki bu halkların çevresel etkisi muhtemelen ihmal edilebilir düzeydedir. Dahası, mülksüzleştirilen insanlara mülksüzleştirilmelerinin bedelini tekrar ödeterek gezegeni iyileştiremeyiz.

Feminist hareketin çok güçlüğü olduğu Arjantin’den birisi olarak feminizmle ilişkiniz nedir?

Öncelikle, feminizmle hemfikir olan birisi feminist olmak zorunda değil. Benim açımdan olan da bu, iktidarı analiz eden ve mazlumları savunan bir bakış açısına sahip olduğunuz her yerde toplumdaki farklı yerlerden mücadeleye katılabilirsiniz.

Feminist olmak zorunda değilsiniz, ama fazlasıyla çeşitlilik sunan mücadelelerimize feminist düşünceyi eklemek esastır. Siyasi pratikler için önemli yollar açan ve somut örnekler sunan feminist hareketler ve düşünürler var.

Feminist hareketin parçası değilim, çünkü böyle bir geçmişim yok. Feminist hareketin teşvik ettiği dili kullanma konusunda zaman zaman hatalar da yapıyorum. Ama yolumu aydınlattıkları konusunda bir saniye bile tereddüt etmiyorum. Nasıl artı değer fikrinin önemini kavramak için Marksist olmanız gerekmiyorsa, feminist hareket için de durum aynı. Sadece, haklı olduğunu düşündüğüm davalara destek veriyorum, feminizm de bunlardan biri.

Feminizm ve ihtilaflardan bahsetmişken, son zamanlarda kendinizi film dünyasındaki “iptal” tartışmalarının merkezinde buldunuz. “İptal kültürü” hakkında artık ne düşünüyorsunuz?

İptal kültürünü, özellikle de bu kültürün “cezalandırıcı” yaklaşımlarını korkunç buluyorum. İstismarcıları koruyan sessizlik de aynı ölçüde korkunç. Bu sorunların üstesinden gelmenin iptal etmekten daha iyi bir yolu olmalı, ama yüzyıllarca süren baskıdan sonra biraz itidal beklemek de haksızlık gibi görünüyor.

Venedik Film Festivali’nin jüri başkanlığını yaparken, Roman Polanski’nin filminin gala resepsiyonuna katılmayacağımı açıklamıştım. Kurbanlarla asgari dayanışma seviyemiz buydu, Polanski’ye karşı birden fazla suçlama olduğunu unutmayalım. Yine de bunun iptal olduğunu düşünmüyorum, bu yalnızca mağdurlarla asgari düzeyde bir dayanışma. O zamanlar Polanski’nin ABD’de işlediği suçlardan ötürü Interpol tarafından gözaltına alınacağı için Venedik’e gidemeyeceğini bilmiyordum.

Yine de Polanski’nin filmini izlemek istedim. Bu konuda filmlerin, herhangi bir bireyin ifadesinin veya düşüncesinin sansürlenmesinden yana değilim. Polanski’nin J’accuse’da (2019) haksız yere suçlanan Dreyfus’la özdeşleşerek kendini nasıl rahatlattığını izlemek gerçekten ilginçti. Ama Polanski’nin durumu bu değil. Eylemleri hakkında düşünmeye fırsatı varken düşünmemeyi tercih eden bir adamı herkesin görmesinin önemli olduğunu düşünüyorum.


[i] İngilizce “creol” terimi, Fransızca créole aracılığıyla, Portekizce “criolulu”dan (İspanyolca criollo) gelir ve “yerli” anlamını taşır: “Kreol, özgün anlamıyla, bir tropikal sömürgede doğmuş ve büyümüş Avrupalı atalara sahip bir beyaz insana işaret eder. Anlam sonradan yerli halkı ve Avrupalı-olmayan kökene sahip ötekileri de kapsayacak bir biçimde genişletilmiştir.” Bill Ashcroft, Gareth Griffits and Helen Tiffin, “Creole”, Post-Colonial Studies: The Key Concepts, Routledge, 2007.

*Miguel Savransky ile Valantín Huarte’nin Jabobin için gerçekleştirdiği bu söyleşi, Moon ve Enes Köse tarafından Türkçeye çevrilmiştir.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share