Lizbon depremi

19. yüzyılda hazırlanmış bir illüstrasyon. Görsel: North Wind Picture Archives.

Eczanede reçetenizin hazırlanmasını beklerken eczacının yaptıklarına dikkat ettiniz mi hiç? Nihai karışımı oluşturacak her maddeyi, her parçacığı hassas terazisinde gram gram, dirhem dirhem ölçer. Ben de size radyoda bir şeyler anlatırken aynen böyle hissediyorum. Benim ağırlıklarım, dakikalar; şundan ne kadar, öbüründen ne kadar koysam da doğru karışımı elde etsem diye dikkatle ölçüp biçiyorum. Muhtemelen şöyle diyorsunuzdur: İyi de neden? Madem bize Lizbon depreminden bahsedeceksiniz, en baştan başlayın işte! Sonra da ardından ne olduğunu anlatırsınız. Oysa bence bu, sizin açınızdan hiç de eğlenceli olmaz. Evler ardı ardına yıkılıyor, aileler ardı ardına ölüyor; sıçrayarak ilerleyen yangının dehşeti, suyun dehşeti; karanlık ve yağma; yaralıların iniltisi ve sevdiklerini arayanların haykırışları… Kimse sadece bunları duymak istemez, hem zaten bu kısımlar hemen her doğal afette aşağı yukarı aynıdır.

Halbuki 1 Kasım 1755’te Lizbon’u yok eden deprem diğer binlercesine benzer bir felaket değildi. Pek çok açıdan kendine özgü, tuhaf bir yanı vardı; size de tam olarak bundan bahsetmek istiyorum. Öncelikle, bu deprem dönemin en büyük ve yıkıcı depremlerinden biriydi. Ama o çağda dünyayı en çok etkileyen, zihinleri en çok meşgul eden olaylardan biri olmasının tek sebebi bu değil. O dönemde Lizbon’un yerle bir olması, günümüzde Chicago’nun veya Londra’nın yerle bir olmasına eşdeğerdi. On sekizinci yüzyılın ortasında, Portekiz hâlâ sömürgeci gücünün zirvesindeydi. Lizbon, dünyanın en zengin ticaret şehirleri arasında yer alıyordu; Tejo Nehri’nin ağzına kurulmuş bu şehrin limanı her yıl, İngiltere’deki, Fransa’daki, Almanya’daki ve en önemlisi, Hamburg’daki tüccarlara ait ticarethanelerin gemileriyle dolup taşıyordu. Şehirde 30.000 mesken vardı ve 250.000’den fazla insan yaşıyordu, bunların kabaca dörtte biri depremde öldü. Kralın sarayı hem sadeliğiyle hem de görkemiyle ünlüydü. Depremden önceki Lizbon’a dair betimlemelerde, Saray’ın katı formalitelerinin en tuhaf detayları, mesela yazları ikindi vaktinde saray mensuplarının aileleriyle birlikte ana meydanda, Rucio’da buluşup arabalarından hiç inmeden kısa bir süre sohbet ettiği anlatılır. İnsanlar Portekiz kralına öyle hayrandı ki, Avrupa’nın dört bir yanındaki felaketleri anlatan pek çok broşürden birinde, bu denli büyük bir kralın da böyle felaketlerden etkilenebileceğine ihtimal verilmediği aktarılıyordu. “Nasıl ki felaketin boyutu ancak atlatıldıktan sonra anlaşılabilirse,” diye yazmıştı bu özel “vakanüvis”, “bu korkunç durumun hazin sonuçlarının anlaşılması için de kralın, karısıyla birlikte, tamamen terk edilmiş halde, koca bir günü arabalarında en berbat koşullarda geçirişini düşünmek gerekir.” İçinde bu tür parçalar olan broşürler, günümüzün gazetesiyle aynı görevi görüyordu. İmkânı olanlar, görgü tanıklarından topladıkları detaylı bilgileri basıp satıyordu. Az sonra size bu bildirimlerden birini okuyacağım, o dönem Lizbon’da yaşayan bir İngilizin deneyimlerini.

Ne var ki, bu olayın insanları bu kadar etkilemesinin, elden ele dolaşan sayısız broşüre ilham vermesinin ve üstünden neredeyse 100 yıl geçmesine rağmen bu felakete dair hâlâ yeni anlatıların basılıyor olmasının özel bir nedeni de var: Bu depremin etkisi daha önce hiç görülmemiş ölçüde büyüktü. Avrupa’nın dört bir yanında, hatta ta Afrika’da, tespit edilebilen en uç noktalarını da sayarsak iki buçuk milyon kilometrekarelik devasa bir alanda hissedilmişti. En güçlü sarsıntılar bir uçta Fas’tan diğer uçta Endülüs ve Fransa’ya kadar uzanmıştı. Cadiz, Jerez ve Algeciras şehirleri neredeyse tamamen yerle bir olmuştu. Görgü tanıklarından birine göre, Sevilla’daki katedral kulelerinden biri rüzgârda sazlar misali sallanmıştı. Ama en güçlü titreşimler sudan yayılmıştı. Finlandiya’dan Hollanda Doğu Hint Adaları’na kadar büyük dip dalgaları hissedilmişti; okyanus sarsıntılarının Portekiz kıyısından Elbe’nin ağzına inanılmaz bir hızla, çeyrek saatte ilerlediği hesaplanmıştı. Facia esnasında olanlardan bu kadar söz ettiğimiz yeter. Öncesindeki haftalarda ise bir dizi tuhaf doğa olayı yaşanmıştı. Olayın ardından, insanlar bu tuhaf doğa olaylarına dönüp baktıklarında onları felaketin alametleri olarak gördüler, belki büsbütün haksız da değiller. Örneğin, Güney İsviçre’deki Locarno’da, felaket gününden iki hafta önce birden yerden buhar çıkmaya başlamıştı. İki saat içinde bu buhar kırmızı sise dönmüş, akşamüstü civarında da mor bir yağmur olup yağmıştı. O andan itibaren, Batı Avrupa’nın dört bir yanından ani sağanak ve selin eşlik ettiği korkunç kasırga haberleri gelmeye başlamıştı. Depremden sekiz gün önce, Cadiz civarındaki toprakların üstü sayısız solucanla kaplanmıştı.

Bu tuhaf olaylarla en çok ilgilenen de Kant’tı, bu büyük Alman filozofun adını bazılarınız duymuştur. Deprem olduğunda yirmi dört yaşındaydı ve o âna kadar memleketi Königsberg’in sınırlarının dışına hiç çıkmamıştı, sonra da çıkmayacaktı; ama müthiş bir coşkuyla, bu depreme dair bulabildiği her tür bilgiyi topladı. Bu olaya dair yayımladığı kısa çalışmaları, Almanya’da bilimsel coğrafyanın temellerini oluşturdu.[i] En azından, sismolojinin. 1755’teki depremin tasvirinden bu yana bu disiplinin izlediği yola dair de bir şeyler anlatmak istiyorum size. Ama deprem sırasındaki deneyimlerini mutlaka duymanızı istediğim bizim İngilizin arada kaynayıp gitmemesine dikkat etmem gerekiyor. 150 yıldır görmezden gelinen bu adam sabırsızlıkla bekliyor, kendisine bir kez daha söz hakkı verilmesini istiyor ve bugün depremler hakkında bildiklerimize ilişkin ancak birkaç kelime etmeme izin verdi. Ama önce şunu söyleyeyim: Sandığınız gibi değiller. Şimdi bir an durup size depremleri nasıl açıklardınız diye sorsam, eminim aklınıza ilk yanardağlar gelecektir. Doğru, yanardağlar genellikle depremlerle bağlantılıdır, en azından depremler yanardağ patlamalarını haber verir. Haliyle, 2000 yıl boyunca, antik Yunanlardan Kant’a ve yaklaşık 1870’e kadar insanlar depremlerin dünyanın derinlerinden veya öyle bir yerden çıkan alevli gazlardan kaynaklandığına inanıyordu. Ne zaman ki insanlar ölçüm cihazları kullanıp hesap yapmaya başladılar, ki bunların isabet oranları aklınızın almayacağı kadar fazladır, hatta bu benim için de geçerli, neyse, yani insanlar ne zaman konuyu doğrulayabilir hale geldiler, işte o zaman bambaşka bir şey buldular, en azından Lizbon’daki gibi büyük depremler konusunda. Bu depremler dünyanın –bizim hâlâ sıvı, daha doğrusu çamurumsu olduğunu düşündüğümüz– en derin boşluklarından kaynaklanmaz. Dünyanın kabuğu kabaca 3000 kilometre kalınlığında bir katmandır. Bu katman sürekli devinim halindedir; içindeki kütleler dengeye kavuşabilmek için durmadan yer değiştirirler. Bu dengeyi bozan etkenlerin bir kısmını biliyoruz, kalanlarını bulmaya yönelik çalışmalar da hız kesmeden devam ediyor. Şu kadarı kesin: En belirgin yer değişikliği, dünyanın sürekli soğumakta oluşundan kaynaklanır. Bu durum, kaya kitlelerinde muazzam bir gerilim yaratarak onların parçalanmasına neden olur. Ardından bu parçalanan kayalar yeni bir düzene oturmak amacıyla hareket eder ve biz işte bunu deprem olarak deneyimleriz. Diğer yer değişiklikleri ise dağların erozyona uğramasından, yani hafiflemesinden ve okyanus tabanındaki alveol birikintilerinden, yani ağırlaşmadan kaynaklanır. Dünyanın üstünde dönüp duran fırtınalar da, özellikle sonbaharda, gezegenin zeminini tıngırdatmak adına üstlerine düşeni yaparlar; ve son olarak, gök cisimlerinin çekim kuvvetinin dünya yüzeyindeki etkisi hâlâ netleştirilmeyi beklemektedir. Belki şöyle düşünüyorsunuzdur: Eğer bunlar doğruysa, o zaman dünyanın kabuğu hiç rahat durmuyor, yani her an deprem oluyor. Haklısınız, oluyor sahiden. Günümüzde kullanılan deprem ölçüm cihazlarının inanılmaz keskinliği o kadar fazla ki –sırf Almanya’da bile muhtelif şehirlere kurulmuş on üç sismoloji merkezi var– bir an olsun kıpırdamadan durmuyorlar, demek ki dünya hep sallanıyor ama çoğu zaman biz bunu hissetmiyoruz.

Her şey günlük güneşlikken birden bu sarsıntılar hissedilir hale geldi mi, en fenası da odur işte. Ve günlük güneşlik derken, gerçekten günlük güneşlikken. “Çünkü,” diye yazar nihayet söz hakkı kendisine geçen bizim İngiliz,

güneş tüm görkemiyle parlıyordu. Gökyüzü alabildiğine açıktı, herhangi bir doğa olayının yaklaşmakta olduğunu gösteren en ufak işaret dahi yoktu; derken, sabah dokuz ile on arası, masamda oturuyordum ki masa sallanmaya başladı, şaşırdım buna çünkü bunun olması için bir neden yoktu. Ben ne olup bittiğini düşünedurayım, ev baştan aşağı sallanmaya başladı. Yerin altından ürpertici bir gümleme geldi, sanki uzaklarda bir yerde bir fırtına patlamış gibi. Hemen kalemimi bırakıp ayağa fırladım. Tehlike büyüktü ama tamamen zararsız atlatma umudum vardı; oysa, bir an sonra, her tür tereddüt silinecekti. Korkunç bir çatırtı sesi duyuldu, şehrin binaları hep birden çöküyordu. Benim binam da öyle fena sallandı ki üst katlar göçtü, benim kaldığım odalarda ise sarsıntıdan her şey tepetaklak oldu. Her an ölümcül bir darbe bekliyordum artık, duvarlar ufalanıyor, açılan yarıklardan büyük taşlar düşüyordu, çatının kalasları havada asılı kalmıştı sanki. Fakat bu defa da gökyüzü öyle bir karardı ki insanlar önlerini göremez hale geldiler. Zifiri karanlık çöktü, bunun sebebi ya yıkılan evlerden yükselen olağanüstü miktarda toz ya da topraktan çıkan bol miktarda kükürt buharıydı. Sonunda gece yeniden aydınlandı, sarsıntıların şiddeti azaldı; kendimi olabildiğince toparlayıp çevreme bakındım. Ufacık bir şans sayesinde hayatta kaldığım açıktı; giyinik olsam kesinlikle sokağa fırlar ve yıkılan binaların altında kalıp ölürdüm. Hemen ayakkabılarımı giydim, üstüme bir palto aldım ve dışarı fırlayıp Aziz Pavlus mezarlığına doğru yola koyuldum. Mezarlık bir tepeye kurulu olduğundan en güvenli yerin orası olacağını düşünmüştüm. İnsanlar artık kendi sokaklarını tanıyamaz haldeydi; çoğunun ne olup bittiği hakkında en ufak fikri yoktu; her şey yok olmuştu ve kimse sevdiklerine, mallarına ne olduğunu bilmiyordu. Mezarlığın tepesinden baktığımda korkunç bir manzaraya şahit oldum: Okyanusta, gözün alabildiğine, sayısız gemi büyük dalgaların üzerinde savruluyor, sanki büyük bir fırtınaya yakalanmışçasına birbiriyle çarpışıyordu. Birden, sahildeki devasa bir iskele batıverdi, güvenli olacağını düşünerek orada toplanmış insanları da beraberinde götürdü. Kurtulma umuduyla kayık ve filikalara binen nicelerini de deniz aynı şekilde yutuverdi.[ii]

Başka anlatılardan da bildiğimiz üzere, ikinci ve en yıkıcı sismik sarsıntıdan yaklaşık bir saat sonra yirmi metre yüksekliğinde devasa bir dalga şehrin üzerine kapanmıştı, İngilizin uzaktan gördüğü de buydu. Bu büyük dalga geri çekildiğinde, Tejo’nun yatağı birden kupkuru kalmıştı; öyle güçlü bir geri çekilmeydi ki bu, nehrin suyunu da alıp götürmüştü. “Akşam çöktüğünde, ıssız şehir,” diye bitirir sözlerini İngiliz, “alev denizini andırıyordu: Öyle parlak bir ışık yayıyordu ki rahatlıkla mektup okuyabilirdiniz. Alevler en az yüz farklı noktadan yükseliyordu ve altı gün boyunca harlı harlı yanmaya devam ederek depremden kurtulan her şeyi yiyip bitirdiler. Acıdan donakalmış binlerce insan şehrin karşısına geçmiş, öylece bakıyordu; kadınlar ve çocuklar yardım için tüm azizlere ve meleklere yakarıyordu. Bu esnada irili ufaklı sarsıntılar yaşanmaya devam ediyor ve bunların çoğu bir çeyrek saat sürüyordu.” Bu feci güne, 1 Kasım 1755’e dair söyleyeceklerimiz bu kadar. Bu tarihte, insanın tıpkı 170 yıl önce olduğu gibi bugün de karşısında çaresiz kalacağı pek az felaketten biri yaşanmıştı. Burada da teknoloji bir çıkış yolu bulacaktır, her ne kadar dolaylı da olsa: tahmin aracılığıyla. Gelin görün ki, şimdilik, bazı hayvanların duyu organları hâlâ en keskin cihazlarımızdan üstün. Özellikle de köpekler depremden birkaç gün önce şaşmaz bir telaş sergilerler; tam da bu nedenle, hassas bölgelerdeki deprem merkezlerinde köpekler bulundurulur. Ve böylelikle yirmi dakikamı doldurmuş oldum; umarım sizler için fazla yavaş gitmemişimdir.


Kaynak: Radyo Benjamin. Haz. Lecia Rosenthal, Çev. Cemal Ener ve Elif Okan Gezmiş. Metis, 2018, s. 202-7.


[i] 1756’da Kant deprem konulu üç makale yazmıştır. Bu makalelerde teolojik gerekçelerden ziyade depremin fiziksel dinamiklerinin doğasına ağırlık verecekti: “Von den Ursachen der Erderschütterungen bei Gelegenheit des Unglücks, welches die westliche Länder von Europa gegen das Ende des vorigen Jahres betroffen hat” (Depremlerin Sebepleri Üzerine, Geçen Yılın Sonlarına Doğru Avrupa’nın Batısındaki Ülkelerde Yaşanan Felaket Üzerine); “Geschichte und Naturbeschreibung der merkwürdigsten Vorfälle des Erdbebens, welches an dem Ende des 1755sten Jahres einen großen Teil der Erde erschüttert hat” (1755 Yılının Sonunda Dünyanın Büyük Bölümünü Sarsan Depremin En Dikkate Değer Tezahürlerinin Tarihi ve Doğa Betimlemesi); “Fortgesetzte Betrachtung der seit einiger Zeit wahrgenommenen Erderschütterungen” (Bir Süredir Algılanan Karasal Titreşimler Hakkında Süregelen Gözlemler). Bkz. Kant, Natural Science, haz. Eric Watkins, çev. Olaf Reinhardt (Cambridge, UK: Cambridge University Press, 2012).
[ii] Benjamin, Papaz Charles Davy’nin anlatımından yararlanıyor. Davy’nin tam metni için bkz. “The Earthquake at Lisbon”, The World’s Story: A History of the World in Story, Song and Art içinde, haz. Eva March Tappan, c. 5 (Boston: Houghton Mifflin, 1914), s. 618-28.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Yazıya her zaman güvenin

İleride birileri bana falanca video, üç boyutlu baskı, oyunlar veya dinamik multimedya sistemleri hakkında fikrimi sorarsa, ne düşündüğüme…
daha fazla

12 Eylül 1980’de ne oldu?

Tam 43 yıl önce, bütün fiziki ve manevi evreniyle günümüzde yaşamayı sürdüren 12 Eylül darbesi gerçekleştirildi. Şili, Arjantin,…
Total
0
Share