Sadece aldığı ödüllerle değil yapım sonrasında Kültür Bakanlığı’nın filme verdiği maddi desteği geri istemesiyle de oldukça konuşulan Kurak Günler, dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nin “Belirli Bir Bakış” bölümünde yaptıktan sonra Antalya Film Festivali’nde bolca ödül aldı. Yönetmenin biçimsel tercihleri, parçalı anlatımı ve gündüz düşleri aracılığıyla kurduğu dille öne çıkan film, hem içeriği hem de biçimsel bir arayışta olma cesaretiyle daha ayrıntılı incelemeyi hak ediyor.
En başta vahşi domuz avı sahnesiyle beraber film boyunca şiddetin çeşitli hâllerine tanıklık ediyoruz. Her ne kadar yer yer kendinden olmayana karşı yoğun nefret ve baskısıyla Dogville (Lars von Trier, 2003) kadar kurgusal görünse de, ülkemiz siyasetini ve dünyada gelişen olayları göz önüne alırsak, belediye seçimine az zaman kala tanıklık ettiğimiz Yanıklar kasabası gerçek ile kurgu arasında kalan yaşamlarımızı anımsatıyor. Savcı Emre’nin kişiliğinde Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun idealizmini görüyoruz. Devlet aygıtlarının bir soyutlaması olarak yasalar, demokrasi ve cumhuriyetin değerleri, kasabada savcı karakteriyle temsil ediliyor. Kasabanın gerçekliğinde ise bir yanda aniden çıkan obruklar, diğer yanda Emre’den önceki savcının el çekmesi/çektirilmesi sonucu yarım kalan, köye su getirmesi beklenen “büyük proje” ve bu proje hakkında açılmış soruşturma var.
Filme gelen başlıca eleştirilerden biri, yönetmen Emin Alper’in ülkenin tüm sorunlarını (şiddet, homofobi, nefret suçu, yolsuzluk, nepotizm, tecavüz vs.) bir filme sığdırmaya çalışması. Benim için gerçekliği yansıtıp yansıtmaması ve yine bu bağlamda “çağına tanıklık” edip etmemesinden ziyade, meselesini göze sokup sokmaması çok daha önem arz ediyor. Bunun kötü bir örneği olarak bürokrasiyi eleştirmesi hedeflenen Kağıt (Sinan Çetin, 2010) filmi gösterilebilir. Bence bu kadar konuya değinmesine karşın, Yeni Şafak’ta yayımlanan “İçki bütün kötülüklerin anasıdır” yazısına ilham vermesini bir kenara koyarsak, Kurak Günler’in didaktik olmaması oldukça başarılı.
Savcı Emre, taşraya uyum sağlayamamıştır. Kurak Günler, çokça karşılaştırıldığı Bir Zamanlar Anadolu’da (Nuri Bilge Ceylan, 2011) filminden bu noktada ayrılır. Bir Zamanlar Anadolu’da filminde devlet erki olarak gördüğümüz savcı taşraya uyum sağlamaktan da ötede taşranın kendisi olmuştur ve filmin kahramanı Doktor Cemal “çaktırmadan”, çok da göze batmadan bir kurtarıcı olarak sahneye çıkar. Oysa Kurak Günler’in Savcı Emre’si herkesi karşısına alır, topluma ve yozlaşmış değerlerine başkaldırır. İdealist bir köy öğretmeni ya da kütüphanesi olmayan bir köye sürülmüş bir kütüphane görevlisi değildir. Yetkileri olan ve inandığı değerleri sonuna kadar savunan bir savcıdır. Genç Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun ideallerini taşıyan bir Yakup Kadri karakteridir.
Güzel sanatların bir dalı olarak hukuk
Hukuk toplumsal olaylardan ve siyasetten azade bir konuma sahipmiş gibi algılanır ya da böyle algılanması istenir. “Şeyleşmiş” bir hukuk herkes için daha kolaydır. Şayet dosyalara insan diye bakılacak olsa, düzen kurulamaz, siyasi otorite ve egemenler egemen olmaya devam edemez. Örneğin obruklar söz konusu olduğunda sadece yöneticiler değil denetim yapmayanlar, göz yumanlar da bu erkle beraber değerlendirilmelidir. Tam da bu sebepten, hukuk iktidarın zor aygıtı olarak ”teorisiz bir pratik” olarak ifade edilir. Teorik olarak ele alınırsa yasa, savcı ve amiri olduğu kolluk şiddeti organik bir bütün gibi tanımlanır. Ama hakim, savcı, polis ve avukatlar gerçek insanlardır. Oysa “hukuk olgusu” toplumsal koşulların ve onu ortaya çıkaran zorunlulukların mutasyonlarının bir yansımasıdır. Yani siyaset ve sınıf mücadelesinden bağımsız bir soyutlama olarak “hukuk” mevcut değildir. Yüksek Seçim Kurulu kararları, kadın cinayetleri, Gezi davası, Soma davası, parti kapatma davaları, 367 krizi gibi örnekler yalnızca bir laboratuvar ortamının ya da bilimsel bir alanın süjeleri değildir. Bu açıdan teorik ve tarihsel bir geçmişi olsa da “yasa ve uygulama” olarak ele alırsak, hukuk arkaik kabilelerde ve Orta Çağ’da dahi yasa, töre, Büyük Engizisyon olarak karşımıza çıkar.
Yanıklar’da Refah ve Düzen Partisi belediye seçimlerine hazırlanmaktadır, bir önceki dönem de onlar kazanmıştır. Belediye başkanı yeniden seçilirse su krizini çözmeyi vaat etmektedir, bunun karşısında duran ise kasabalıların “yasalarına” ya da ahlakına uygun olmayan muhalif gazeteci Murat’tır. Filme dair en büyük eleştirim de bu, çünkü gazeteci Murat, kasabanın ortasında adeta tüm Fransız eleştirel teori geleneğini kapsayacak kadar “öteki” olan bir karakterdir. Sadece cinsel yönelimi değil tüm varlığıyla kasabaya tezattır. Tanju Baran’ın belirttiği üzere kasabada gördüğümüz tek muhalefet de kendisidir. Seveni, eşi dostu, arka çıkanı yoktur. Taşrada böyle bir karakterin gerçekten yer alıp alamayacağı sorun değil, ama film evrenine adeta suni bir müdahale gibidir. Savcı Emre ile tanışma sahneleri de oldukça teatral bir havadadır. Murat öyle masalsı şekilde gelir ki, Alice’in takip ettiği beyaz tavşan misali obruklar diyarı hakkında uyarılar verir: “Tehlikelidir burası. Balçıktır dibi, çekiverir adamı aşağı.”
Savcı Emre bu uyarılara rağmen aynı akşam belediye başkanının “ziyafet” teklifini kabul eder ve iktidarla rakı masasına oturur. İçkiyi çok kaçırdığı, muhtemelen içkisine ilaç da katıldığı için kontrolünü ve o geceye dair hafızasını yitirir. En son hatırladığı çalgı çengi ekibi ve dans eden çingene kız Pekmez’dir. Film boyunca o gecenin etkisinde kalacaktır. Travma sonrası stres bozukluğundan kurtulamaz ve Kafkaesk bir evren gibi Yanıklar’a hapsolur. Nitekim o geceden sonra kasaba dışından kimseyi aramaz, iletişime geç(e)mez. Kriz durumunda, evi sarılmış, ölüm tehdidiyle karşı karşıya kalmışken dahi kasabanın emniyet müdürünü arar. Travması ile yüzleşemediği gibi, kafasındaki tüm öteki imgelemi üzerinden Murat ile özdeşim kurar.
Film boyunca gelgitlerle ve gündüz düşleri eşliğinde o geceye dair imgeler görürüz. Bu noktada seyirci ile Savcı Emre’nin hafızası eşleşir. Bildiklerimiz kesik bir kabustan parçalar gibidir. Emre, kendisinin fail ya da suç ortağı olma ihtimaline rağmen tecavüz davasının peşini bırakmaz. Gazeteci Murat ile ilişkisi ise karmaşıktır. Hayal ve gerçeğin birbirine karıştığı, mağdurun muğlak olduğu bir ilişki vardır aralarında. Kasabada tecavüze uğrayan Pekmez, Pekmez’in babası, Emre, Murat, hiçbiri çoğunluğun yasalarına ve ahlakına uymadığı için hepsi mağdur olmuştur. Murat haklı çıkmıştır, balçıktır Yanıklar’ın dibi ve hepsini içine çekmiştir. Savcı Emre ziyafetin travmasını atlatamamıştır. Çok uzun bir kâbus görmekte gibidir. Tüm olaylar aleyhine gelişmeye başlar. Seçim günü gelip çatar.
Travmayı tetikleyen “Yanıklar”
Yanıklar’da seçimi iktidar yine kazanmıştır. Hakim Zeynep, eski dosyaların kapanması konusunda yeni bir öneriyle gelir Savcı Emre’nin karşısına. Burada yazının başlığına ilham veren konuşma, Karamazov Kardeşler’in Büyük Engizisyoncusu’nun Mesih’le diyaloğunu anımsatır[i]. Yeni bir dönem vardır önlerinde, filmin sonlarına doğru savcı ve devlet himayesini iyiden iyiye yitirir. Sonuç olarak hukuk bir soyutlamadır, toplumsal koşullardan ve egemen ideolojiden bağımsız düşünülemez. Yasalar töreye ve çoğunluğa yenik düşer. Emre artık bir tecavüz davasının faili durumundadır. Bununla da kalmaz toplumun gözündeki suçları; eşcinseldir ve aşığını korumak için görevini suistimal etmiştir. En kötüsü de Yanıklar kasabasında sadece bir nefret objesi değildir, aynı zamanda bir sürek avının da hedefidir. Murat ve Emre hayatta kalmak için kaçarken seyirci olarak biz de kaçmak, kurtulmak, Yanıklar’ı, obrukları, her şeyi geride bırakmak isteriz.
Finalin sürprizini bozmak istemem, ama finaldeki duygu üzerine birkaç söz söylemek isterim. Zor zamanlardan geçiyoruz, neye şaşırıp neye güveneceğimiz konusunda kafamız oldukça karışık. Ama şunu biliyoruz ki, bu hikayenin kötüleri sadece erkekler değildir, egemendir, çoğunluktur, toplumdur. Mehmet ve Emre dilsel, dinsel bir azınlıktan da olabilirdi. Hem tanıdık hem de çok şaşırtıcı bir hikayedir bu, siz olmanın faturası kesilir her yerde. Bunu siyasal gücünüz, paranız ve unvanlarınız el verdiğince ödeyebilirsiniz. Sormadığınız halde çoğunluk kıyafetinizi onaylar ya da bir kıyafeti dayatır, birileri ne yiyip içeceğinize karışır. Yine aynı çoğunluk neye ve nasıl inanmanız gerektiğini bilir. Bazen iyice zıvanadan çıkar, kimi, nasıl ve nerede seveceğinize karar verir. Her grup totemlere, tabulara, engizisyonculara ihtiyaç duyar, her zaman kendinden olmayanı arar. Bir düşman bulursa, kendini daha çok var edebilir. Tam da bu noktada filmin mesajı nettir. “Yenilmedik,” der Emre ve Murat, sonra Emre ekler: “Asla size hizmet etmeyeceğim.”
[i] “Şunu bil ki, ben de çöldeyim, ben de böcek, bitki kökü yedim insanlara bağışladığın özgürlüğü ben de kutsadım, ‘sayıyı tamamlamak için’. Senin o seçkinlerinin, güçlülerin arasına girmeye ben de can atıyordum. Ama kendime geldim, çılgınlığa hizmet etmekten kaçındım. (…) Gururlulardan ayrıldım, onları mutlu kılmak için alçakgönüllülerin yanına döndüm (…) Seni yakacağım ateşi tutuşturmaya koşacaklar. Evet, yakılmayı en çok hak eden biri varsa, o Sensin.” (Çeviren: Ergin Altay, İletişim Yayınları, s. 290)