Kültür-sanat, yeme içme alışkanlıklarımızı değiştirebilir mi?

İllüstrasyon: Ayşe Ezgi Yıldız.

Gıda tedarik zincirleriyle salgın hastalıkların ilişkisine odaklandığımız yazı dizisinin ilk dört yazısı boyunca meselenin tarihsel perspektifini çizmeyi denemiş, dünyadaki ve Türkiye’deki durumu özetlemiştik. Sıradaki dört yazıda ise farklı alanlardaki çalışmalarıyla gıda tedarik zincirlerine dair söz söylemeye devam eden isimlerle röportajlar yapıp “Ne yapmalı?” sorusuna yanıt arayacağız.

Yazı dizisinin sonuna gelmişken rotayı hasbelkader parçası olduğumuz alana, kültür-sanata çevirdik ve sektörün farklı alanlarından dört isimle kültür-sanatın bu konuda nasıl bir rol oynayabileceğini, farkındalık yaratmak ya da değişimi teşvik etmek bağlamında çare olup olamayacağını sorguladık.

Valeria Meiller & Agustín Schang

Bu kapsamda ilk olarak Valeria Meiller & Agustín Schang’le buluştuk. Et Vakası adlı videolarıyla 5. İstanbul Tasarım Bienali’nin Eleştirel Yemek Programı’nın ilk videosuna imza atan ikili, yıllarca Arjantin’deki bir kesimhanede çalışmış Tata-Moya’nın hikâyesinden yola çıkarak et endüstrisini ve bölgenin karmaşık kültürel hikâyelerini inceliyordu. Valeria’nın konuşma diline de yansıyan yazarlık pratiği ile mimar kökenli Agustín’i buluşturan eleştirel bakış ve ekolojik duyarlılık, “et vakasının” farklı coğrafyalardaki tezahürleri üzerine şairane bir sohbetin ortaya çıkmasına aracı oldu.

Biz de bu sektörün parçası olduğumuz için size kültür ve sanatın farkındalık yaratmaktaki etkisini sorarak başlamak istiyoruz. Farkındalık yaratmak, davranış değişikliğini teşvik etmek için yeterli mi?

Agustín: Ortaya koyduğumuz işe ek olarak kimin kültüre erişimi olduğunu da sorgulamamız önemli. Bu yüzden verebileceğim en basit cevap da dağıtım kanalları ne, nasıl fonlanıyor, sansürle nasıl ilişkileniyor gibi yeni sorular içeriyor.

Valeria: Sanatçılar olarak fikirlerimizi, eserlerimizi yaymaya dair düşünüyoruz, ama kimi zaman Agustín’in bahsettiği gibi bizi engelleyen duvarlar var. Akademik çalışmalarımdan hareketle söyleyeyim, bu bağlamda akademi neredeyse bir tarikata benziyor, araştırmalar yalnızca onları üretenler tarafından okunuyor, birbirimize atıflar yapıyor, aynı çemberde, bizi koruyan kurumların sınırları içinde dönüp duruyoruz. Öte yandan sanat, akademiye kıyasla daha geniş ve erişebilir bir dille konuşmamıza imkân veriyor. Arjantin’deki endüstriyle ilgili ortaya koyduğumuz eserin bienal kapsamında dünyanın her yerinden insanlar tarafından izlenmesi erişim olanağını genişletiyor, aynı zamanda bize bir sorumluluk yüklüyor. Kapitalizm yüzünden sorunları daha fazla yeni şey üreterek çözme eğilimindeyiz. Dolayısıyla günümüzde her sanatçının kullandığı malzemeleri dahi sorgulaması gerekiyor.

Tabii burada hem sanat hem akademi bağlamında Küresel Kuzey’de önerilen yöntemleri Küresel Güney’de, dünyanın başka noktalarında uygulamayı da sorunsallaştırmak gerekiyor. Bizim de bu projeye başlamamızın ardındaki motivasyonlardan biri gıda tedarik zincirleriyle salgın hastalıklar ilişkisinin Batı medyasında fazlasıyla dillendirilmesi, ama bu konuda çok fazla Türkçe kaynak olmamasıydı. Tabii bu da bir genelleme. The Guardian, Jacobin, Vox gibi yayınları takip etmeyen ya da bu yayınlara erişimi olmayan herkes bu diyaloğun da dışında kalıyor. Valeria’nın verdiği son cevaptan hareketle, sanatın bu diyaloğu başlatmak ya da kapsamını genişletmek gibi bir misyonu olabilir mi?

Valeria: Sınırlarını, ayrıcalık ve erişimle ilgili sorunlarını kabul etmekle birlikte bu tür çabaların tümünün faydası olduğunu düşünüyorum. Bunu iki türlü düşünebiliriz. Sanatın niş bir zevk olduğu malum, ona kimin erişebileceği, hatta kimin koca bir yaz boyunca bir bienale eser üretecek zamana ve paraya sahip olduğunu sormak da önemli. Ayrıcalıklıyız, çünkü bu konuları düşünebilecek zamana, araçlara sahibiz. Bir kömür fabrikasında çalışan işçilerin, madencilerin böyle bir lüksü yok.

Videoyu yaparken Agustín’le birbirimize sürekli sorduğumuz bir soru vardı: Beyaz, ayrıcalıklı, ABD’de yaşayan birer Arjantinli olarak biz kimiz ki mezbahada çalışmış bir işçiden bahsedebilelim? Onun hikâyesini alıp bir sanat eserine dönüştürmenin müzakeresini nasıl yapabiliriz? Bunlar yönteme dair önemli sorular. Sanat ya da bilgi üretirken zorluklarla karşılaşacağız, hatalar yapacağız, ama bir yerden başlamamız gerekiyor. Ayrıcalığa, erişime, sorumluluğa, kimliklerimize dair bu önemli soruları gözardı etmeden denemeliyiz.

Peki, kendinizi Arjantin’deki mezbahada çalışan bir işçinin hikâyesini anlatmaya nasıl ikna ettiniz? Elbette sonuçta ortaya çıkan videoyu görebiliyoruz, ama o sürecin nasıl geliştiğini de merak ediyoruz.

Agustín: Valeria’yla uzun uzun konuştuğumuz konulardan biri eserin hangi dilde üretileceğiydi. Kendi hikâyelerini anlatmaya dair bile benzer bir ayrıcalığa sahip olmayan biriyle çalıştığımız için onun hikâyesinin bizim bakış açımızdan yansıtma meselesine nasıl yaklaşacağımız önemliydi. Söylenenlerin tutarlı olmasının yanı sıra onun tarafından benimsenmesini, onun doğru temsil edilmesini istiyorduk. Bu da küçük ölçekte de olsa gerçekleşti, Tata yerel televizyon ve radyo kanallarına davet edildi, hikâyesini doğrudan anlatma imkânı da buldu.

Valeria: Çeviri, altyazı gibi iş kalemlerini göz önünde bulundurursak açıkçası videoyu İngilizce yapmak bizim için çok daha kolay olurdu, ayrıca çok daha geniş bir kitleye ulaşırdı. Öte yandan bizim için hikâyesini anlattığımız insanı katılımcı konumuna getirmek çok önemliydi.

Doktora tez danışmanlığımı yıllarca Orta Amerika’daki yerli topluluklarla çalışmış değerli bir antropolog yürütüyor. Etnografi geleneksel anlamıyla bir Batılının gelip araştırma nesnesine dair dışarıdan gözlem yapmasına dayalı. Araştırmaya konu olan insanları nesneleştirmekten vazgeçerek gerçekten birer insan olarak görmenin yollarından biri de onları bilginin ortak üreticileri olmaya teşvik eden katılımcı etnografi. Azınlıklar, az temsil edilen topluluklarla çalışırken onların diliyle konuşan bilgi üretebilmek için bu çok önemli.

Çalışmanızda hayvan şiddetinin yanı sıra insana karşı uygulanan şiddeti de görüyoruz. Hayvanları ve çevreyi görme biçimimiz “ötekilere” bakışımızı da özetliyor. Videoda farklı dillerde et sözcüğünün hem yiyecek (meat) hem de beden (flesh) bağlamında kullanımından bahsediyorsunuz, Türkçede de benzer bir durum söz konusu. Örneğin Sezai Ozan Zeybek de Türkiye’de Kürt nüfusunun köylerden tasfiyesiyle endüstriyel hayvancılığın yükselişinin bağlantılı olduğuna işaret ediyor. Bu da konunun farklı bağlamlara yansımasına dair çarpıcı bir örnek.

Valeria: Kesinlikle. Modernite, istihraca dayalı amaçlar uğruna doğayla kültürü birbirinden ayırıyor. Biz insanlık olarak kendimizi doğal alandan soyutladık, ama bir yandan bu insanlık tanımının kimi kapsadığını sorgulamak gerekiyor. İnsan tanımı zaten tarihsel olarak beyaz, ehil erkekleri içeriyor. Toplumsal hareketler ve siyasi mücadeleler aracılığıyla kadınlar, azınlıklar da bu hakları elde etti. Bu fikri genişlettiğimiz takdirde bunun nerede sonlanacağını merak ediyorum.

Güvencesizliğin ve yoksulluğun kavramsallaştırılma biçimi hayvanlığa dair sözlerimize çok yakın. Kolonyal metinlerdeki yerli toplulukların tasviri de hayvanlarla büyük benzerlikler taşıyor. Batılı paradigmalara uymayan kültürleri barbar, medeniyetsiz kabul ediyor, özetle birer hayvan gibi görüyoruz. Çevre krizi ise bize bu sorunların tüm türleri, tüm coğrafyaları kapsadığını öğretiyor. Oysa günümüzde Batı dünyasında çevre felsefesine dair kavramsallaştırdığımız her şey hâlihazırda yerli topluluklar tarafından ortaya konmuş. Amerika’da akademi bir anda “türlerarası farkındalığı, sorumluluğu geliştirmeliyiz” demeye başladı. Kızılderililer ise aynı şeyi yüzyıllardır söylüyordu.

Mezbahalar, yalnızca hayvanlara şiddet uygulanan yerler değil. Aşağı gördüğümüz bir iş yaptıkları için tamamen görmezden gelmeye karar verdiğimiz mezbaha işçilerinin koşullarını konuşmak gerekiyor. Bu mekânlarda genellikle yasadışı göçmenler, çok kötü koşullarda çalışıyor. Özetle mezbaha, bu meselelere dair düşünmek için bir mikrokozmos niteliğinde.

İçinde yaşadığımız dönemde politik gündemin yalnızca doğru olanı ifade etmeye, doğru düşünmeye kayması beni korkuyor. Çoğu zaman yargılar bir konumda kalıyoruz, bu da kendi ayrıcalıklarımızdan kaynaklanıyor. Örneğin ben veganım, hayvanların mezbahada öldürülmesini istiyor muyum, tabii ki hayır. Peki, geçimini sağlamak için mezbahada çalışması gereken insana saygı duyuyor muyum, evet, elbette. Bu konuları konuşurken kendimizi yalnızca yargılayan bir konumdan uzaklaştırmak, gerçekliğin karmaşıklığını benimsemek de çok önemli.

Agustín: Genel olarak Küresel Kuzey’de ifşa etmek için Küresel Güney’den hikâye istihraç eden bir konumda kalmamak için çaba sarf ediyoruz, çünkü bizimle hikâyelerini, zamanlarını paylaşan o insanlar hâlâ orada, hâlâ çalışıyorlar.

Salgına, yarasa örneğine dönmek gerekirse, şu an tek odak noktamız aşının bulunması, bilimin bizi kurtarması. Gıda endüstrisine dair düşünecek, söz söyleyecek zamanımız yine yok. Elbette aşı bulunmalı ve halk sağlığı öncelik olmalı, ama salgının ardından gerçek bir değişim görecek miyiz, yoksa her şeye olduğu gibi devam mı edeceğiz, bunu merak ediyorum.

Günümüzde ekolojik düşünceden, organik ürünlerden bahsetmeye başladık, ama bunu da ayrıcalıklı, tüketim odaklı bir bakış açısından yapıyoruz. Sorunların müsebbibi olan büyük şirketlerden hiç bahsetmiyoruz. Örneğin Nestlé Arjantin’de, bizim eskiden yaşadığımız, filmi de çektiğimiz bölgede organik süt üretimine başlamak için toprak satın almaya başladı. Biz elbette biliyoruz ki o toprak, oradaki hayvanlar ya da üreticiler Nestlé’nin umurunda değil, bunu yalnızca piyasada böyle bir talep olmaya başladığı, “sofistike” tüketiciler bunu satın alacak kaynaklara sahip olduğu için yapıyor. Kapitalist amaçlarını ekolojik kisvelerin altına gizleyerek bize yalan söylüyor. Dolayısıyla bu tür konuları kültür-sanatın gündemine sokmak iyi bir şey, ama öncelikle bu meseleleri doğru bir yerden tartışmaya başlamamız, sonra da bu tartışmaların daha geniş kitlelere nasıl ulaşabileceğini ve gerçekten bir etki yaratıp yaratmayacağını düşünmemiz gerekiyor. Etki derken de etliye sütlüye dokunmadan ürünleri organik diye işaretleyip geçmeyi kastetmiyorum.

Ayça İnce

Valeria ve Agustín’le gerçekleştirdiğimiz sohbetin ardından benzer bir soruyu şu an Londra’da yaşayan ve Londra Üniversitesi Birkbeck Kolej Sanat Politikaları ve Yönetimi programında ders veren Ayça İnce’ye yönelttik. Ek Biç Ye İç’in kurucularından olmasıyla tanıdığımız İnce, sosyolojinin yanı sıra kent, mekân ve toplum alanında aldığı eğitim ve bugüne dek yaptığı çalışmalar ışığında özellikle hem ekolojik gıda hem de kültür-sanat sektöründeki aktörlerin ortak hedefler doğrultusunda bir türlü bir araya gelememesinden doğan krize değindi.

Sizinle daha önce İstanbul Tasarım Bienali için konuştuğumuzda üzerine basa basa bir topluluğun oluşması ve bunun sürdürülebilir olması gerektiğinden bahsetmiştiniz. Tabii davranış değişikliğine dönüşebilmesi için bunun aynı zamanda uzun soluklu bir süreç gibi görülmesi lazım. Bunu biraz açmanızı rica edebilir miyiz? Şu anda Türkiye’de değilsiniz, dilerseniz bulunduğunuz yerle Türkiye’yi kıyaslayarak da yanıtlayabilirsiniz.

Uzaktan bakarken Türkiye’de tam da Ek Biç Ye İç’i kurarken korktuğumuz sonuca giden bir trendleşmenin olduğunu görüyorum. Bunun bir düşünce, bir davranış biçimi yerine tüketimin bir unsuru hâline gelmesinden, aynı uygulamaların benzerlerinin artmasından çekiniyorduk. Şu an yalnızca erişebilene sunulan, bu bilince kavuşmuş olanların tüketebileceği, diğerlerinin de kendini eksik hissedeceği bir pazar mekanizmasına dönüştü, daha da canavarlaştı. Herkes için eşit ve sağlıklı gıda derken, pandemiyi kullanarak gıda politikalarını çok daha sağlam bir yerden savunabilecekken, alternatif gıdaya erişim yolları tamamen politikasız hâle gelerek endüstrinin güdümüne girdi.

Burada birkaç tane kulvar var. Biri yediklerinin içinde ne olduğu meselesi, yani organik kelimesinin içini bazı sorularla doldurmak: Organik ne demek? Pestisit mi var? Nerede yetişmiş? Bu sertifikalı bir tarım mı? Sonra ekolojik diyoruz, bundan daha çok iklim duyarlılığını anlıyorum, o zaman karbon ayak izi ne, belki buna dair bir cümle söylemek, “Karnına giren İstanbul’a şu kadar uzaklıktaki bir çiftlikten geliyor,” diyebilmek gerekiyor. Sonra da fiyat üzerine, fiyatları mevsimsellik üzerinden nasıl indirip artırdığına dair konuşmak, “Geçen hafta dolu yağdığı için bu hafta yok,” diyebilmek…

Bir sosyal bilimci olarak Ek Biç Ye İç kadrosunda yer alırken benim yapmaya çalıştığım, bunun politikasına giden yoldaki diyaloğu kurabilmek, bir de bunun iletişimini yapabilmekti. Zaten iletişemediğimiz bir durum söz konusu, dilimiz bir değil, denk değil. Gıda topluluklarının farklı hedefleri var, bu da aslında çok doğal. Benim Türkiye’de gözlemlediğim ve çok şaşırdığım bir şey bu ağların birbiriyle fazla meşgul olmasıydı. Yani ortada o kadar büyük bir tehlike var ki gıda dayanışma ağları birbirlerine bakarak ve kendilerini kıyaslayarak çok zaman kaybediyorlar. Öncelikle yapılması gereken ağların sayısını artırmak. Herkesin ağzında dayanışma ve değerler varken bile yan yana duramıyoruz, esas düşmana karşı “farklı yoğurt yiyişler” olabileceğini benimsemek yerine birbirimizle ilgileniyoruz. Farklı tipolojiler olmalı, ama kavga ettiğimiz örneğin Monsanto’ysa ya da hal tekeliyse farklılıklarımıza rağmen yan yana durabilmeliyiz. İş giderek karikatürleşiyor ve “Cehennemde Türklerin kazanında zebani yok, çünkü onlar zaten birbirini aşağıya çeker” fıkrasına doğru gidiyor. Enerjini doğru yere harcamazsan yolda yıpranıyor ve yok oluyorsun. Bir sürü gıda dayanışma ağı var, çoğunun tedarikçisi aynı, birebir aynı listeler, buna rağmen işbirliği yapamıyorlar. Halbuki canavar da müşterekler de belli, hepimiz toprağı, organiği, ekolojiyi savunuyoruz.

Biz Begüm’le [Yaramancı] fermente atölyeleri verirken Türkiye’de ilkti, şimdi herkes turşu yapıyor. Yapsın, ne güzel, ama benim idealim herkese balık tutmayı öğretmekti. Senede 20’şer kişinin katıldığı 30-40 atölye üzerinden hesaplarsak yaklaşık 600 kişiye turşu yapmayı öğrettik. Sanıyorum ki paylaşımlar artacak, herkes birbirinin turşusunu yapacak, reçeteler değiş-tokuş edilecek, bir topluluğa dönüşecek. Herkes o kadar meşgul ve hızlı ki Begüm şu an o öğrettiği kişilere ve nicesine turşu satıyor. İş yine turşu yapmak yerine hazır turşuyu almaya döndü. Popülerleşmesi tabii ki güzel bir şey, ama bir şey öğrenme açlığını davranış değişimine çevirebilmek de önemli.

Sizinle bienal kapsamında konuştuğumuzda pandeminin başlarındaydık. O zaman insanların kendi gıdasına üretmeye aracı olması konusunda daha umutlu olduğunuzu hatırlıyorum.

İnsanlığın bu fırsatı kaçırdığını düşünüyorum, ama bireysel olarak bu fırsatı değerlendiren çok kişi olduğunu da görüyorum. Yakın zamanda aşının da çıkacağını öğrenmemizle birlikte artan “biraz daha gayret, değişmeden idare edebiliriz” hissiyle daha büyük grupların riske atıldığını gördükçe çok üzülüyor ve şaşırıyorum. Bu “bekleme hâlini” daha iyi değerlendirebilirdik, ama hep aynı tuzağa düşüyoruz.

Peki, kültür-sanat burada bir çare olabilir mi? Ya da kültür-sanata erişimi olanların burada bir sorumluluğu var mı?

Aslında sanat işleri farkındalık yaratmak ve dikkat çekmekten başka nereye gidiyor, bunu da düşünmek lazım. Diyeceklerim Londra için de geçerli. Burası ilçelere (borough) bölünmüş durumda, en zengin ve en fakir ilçeler sürdürülebilirlik ve geri dönüşüme en az değer verenler. Fakir olanlar anlaşılabilir, öncelikli ihtiyacı doymak, ancak zengin olanı anlamak zor. Nasıl olsa birileri geri dönüşüm yapıyor, parasını, vergisini ödüyor… Yani insanların kazandığı para ve eğitim seviyesi sergiledikleri bilinç ve duyarlılığa paralel değil.

İstanbul’a dönüp bizim Ek Biç Ye İç’in konumunu düşünelim. Evet, Taksim’deyiz. Evet, kitlelerimizden biri Nişantaşı’nda yaşayanlar. Macro’dan organik ve ekolojik olanı alıyorlar, niye aldıklarını tam da bildiklerinden emin değilim, ama onlarla “uğraşmak” benim için harika bir meydan okumaydı. Nitekim ben de ayrıcalıklı sınıfın bir üyesiyim. Öte yandan bugün geldiğimiz noktada bu konuları konuşurken amacımız mevcut kitlenin üzerine çıkmak, küçük gruplarımızı kırmaksa başka yollar keşfetmemiz gerekiyor.

Ek Biç Ye İç’i geliştirirken Amerika’dan Sweetgreen adlı bir ekibi örnek almıştık. Onlar geçen gün Instagram’da bir şema paylaştılar. Sweetgreen şu dördünün ortasında yer alıyor, tüm gıda dayanışmaları da bence tam burada konumlanmalı: 1) Babanızın salata kavramını anlamasına yardım etmek, yani eski bilgiye ve geleneğe dair bir şeyler de söylemek. 2) Tat alma organlarınıza yardım etmek, yani somatik olanı, vücudu eğitmek, beslenmenin bedenle bağlantısını kurmak. 3) Doğaya yardım etmek, yani işin iklim eksenini asla unutmamak. 4) Çiftçilere yardım etmek, çünkü üretici yoksa sen de yoksun. Sanatçı yoksa kültür-sanat sektörü de yok. Pandemide bunun fark edilmemesi inanılır gibi değil. Sen sanatçına bakmazsan o müzeler, koleksiyonlar tükenecek, yeni üretim olmazsa hiçbir anlamı yok. Ama sanatçıyı en az koruduğun, onu en kırılgan hâle getirdiğin noktadasın. Aynısı çiftçiler için de geçerli.

Fernández Pascual ve Alon Schwabe

Sırada Daniel Fernández Pascual ve Alon Schwabe’den oluşan, mekân odaklı pratikleriyle tanınan İngiltere merkezli Cooking Sections vardı. İnsanlığın çeşitli uygulamaları iklimleri değiştirirken ne yiyip içmemiz gerektiğine odaklanan CLIMAVORE (İklimcil) projelerinin bir uzantısı olarak geçtiğimiz ay Tate Müzesi’nde ziyarete açılan Salmon: A Red Herring (Somon: Tütsülenmiş Bir Hile[i]) sergisinin müellifi olan ikili, yaklaşık üç yıldır Türkiye’deki ekme biçme ve yeme içme pratiklerini, çevre krizlerine bilfiil katkıda bulunan “çılgın projeleri” araştırıyor. Bu araştırmaların çıktıları da 2021’de İKLİMCİL: Mevsimler Sürüklenirken adıyla SALT’ta sergilenecek.

Bugüne dek farklı isimlerle yaptığımız sohbetlerde herkes düşünce biçimimizi değiştirmemiz gerektiğinden bahsetti. Peki, kültür-sanat buna aracı olabilir mi, yani sorunlara dair farkındalık yaratıp davranış değişikliğini tetikleyebilir mi?

Söylediğiniz gibi alternatif senaryoları, farklı gelecekleri düşünmeliyiz. Bu da bir şeyleri azaltmak ya da daha sürdürülebilir kılmakla yetinmekten geçmiyor. Zaten sürdürülebilirlik kavramı fazlasıyla suistimal ediliyor. Etrafımızdaki sistemleri nasıl tümden bozabileceğimizi, sallayıp yıkmak için hangi seçeneklere başvurabileceğimizi sorgulamamız gerekiyor.

Tabii alternatifleri düşünmekten bahsederken işin sınıfsal boyutunu da ıskalamamak gerek. En azından Türkiye’de sanatı ya da sergileri takip eden insanlar genellikle belirli bir sınıfa mensup. Bu yalnızca ayrıcalıklı insanların mı derdi?

Erişilebilirlik elbette büyük bir sorun. Kültür-sanat dışında da, örneğin taze besine erişemeyen, yalnızca işlenmiş gıdayla beslenen insanlar var. Bu dağıtım ağlarını nasıl değiştirebileceğimizi, sağlıklı gıdaların neden sadece onu satın alabilecek paraya sahip insanların erişimine açık olduğunu sorgulamalıyız. Eğer bu konuda, örneğin pestisit, insektisid, kimyasal kullanılmayacağına dair yerel ya da uluslararası bir politik irade söz konusu olursa, işler biraz daha dengeye gelebilir. Ulusal çapta kimyasal kullanılmamasını mali desteklerle teşvik etmenin hukuki bir çerçevesi olmalı. Bu konulardaki politikalar acilen değişmeli, ülkeler pestisitlere niye izin veriyor ki? Bunu neden bu kadar kanıksadık?

Bu yazı dizisi kapsamında konuştuğumuz Candan Türkkan devletten destek talep etmenin anlamsız olduğunu, çünkü böyle yaparak ondan yarattığı bir sorunu çözmesini istediğimizi söylemişti. Ne dersiniz?

Doğru tabii, ama örneğin Türkiye’de Tohumculuk Yasası’na dair doğru düzgün fikir alışverişi bile yapılamıyor, öyle değil mi? İş cezai bir eyleme dönüştüğünde ne yapılması gerektiği hâlâ ciddi bir tartışma konusu. Tabii bu sadece Türkiye için de geçerli değil, dünyanın pek çok yerinde çokuluslu şirketler tohum piyasasına, belli başlı mahsullere hakim durumda.

Peki, nasıl bağımsızlaşacaksınız? O zaman da ya kendine yetmeye, gidip bir bağda yaşamaya karar veriyorsunuz, ya da domatese beş kat fazla para vermeye razı oluyorsunuz.

Politika değişikliği derken de yalnızca reel siyasetten bahsetmiyoruz, taban örgütlenmeleri de söz konusu olabilir. Örneğin somon çiftliklerini protesto ederken bir yandan alternatifleri, başka politikaların mümkün olabileceğini, işe yarayan örnekleri ya da vaka çalışmalarını göstermek önemli. Ondan sonra politikalarda değişimi tetiklemek kolay.

Bu sizin çalışmalarınızla da bağdaşıyor. Yiyeceklerin karmaşık ağlarını ortaya çıkarmakla kalmıyor, çözümler üretiyor, bir şeyleri değiştirmeye çalışıyorsunuz. Örneğin Tate Müzesi’nin menüsünden somonu çıkarmasını sağladınız. İstanbul’da da benzer bir etkiyi manda ürünleri üzerinden yaratmayı planlıyorsunuz. Çalışmalarınızın en önemli unsurunun davranış değişikliğine yol açması olduğunu söyleyebilir miyiz?

Evet, bu da iki yönden işliyor. Biri mesajı Tate ya da SALT gibi kültür kurumlarının erişim gücünü kullanarak duyurmak, nitekim bu çok etkili olabiliyor. Öte yandan işin aynı zamanda o ağ bünyesindeki insanları etkileyecek boyutunu keşfetmek de önemli. Örneğin İskoçya’nın Skye Adası’nda birkaç gıda ağı ve restoranla birlikte çalışıyorduk, bir değişimden, geçişten söz edeceksek bunun tüm adayı kapsaması gerektiğini fark ettik. Ada alternatif modelleri test etmek için iyi bir örnekti. Uzaklardan getirtmek ya da çiftliklerden almak yerine nasıl kendiniz üretebilirsiniz? Tabii bu değişimin gerçekleşmesi için onyıllara ihtiyaç var. Ayrıca bu oldukça yavaş ilerleyen sürece restoranları, üreticileri, aşçı yetiştiren okulları, tümünü dahil etmenin bir yolunu bulmak gerekiyor.

Siz uzun süredir bu konularla ilgileniyorsunuz. Öte yandan son bir iki yıldır, özellikle COVID-19’la birlikte herkes bunlardan bahsetmeye başladı. Kültür-sanatta ekolojik düşüncenin anaakımlaşmasından endişe duyuyor musunuz?

Bence bu başından beri tasarıma ya da zanaata dahildi. İnsanlar etrafta ne buluyorlarsa onunla evler inşa ediyordu. Bu hem bir tasarım eylemi hem de fazlasıyla ekolojik bir yaklaşım, çünkü orada var olanı kullanıyor. Günümüze sıçradığımızda ise esas soru sağlıkla ilgili bu krizi ekolojiyle insanlar arasındaki ilişkiyi, hatta genel olarak tüm eylemlerimizi yeniden düşünmek için bir fırsat olarak kullanıp kullanamayacağımız.

Aslıhan Demirtaş

Bu yazının (ve yazı dizisinin) son röportajı ise mimar, İstanbul merkezli KHORA Office’in kurucu ortağı ve Kadir Has Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışan Aslıhan Demirtaş’laydı. Nitekim mimarlığın yanı sıra sanat projeleri ve araştırmalarıyla disiplinlerin sınırlarını zorlamayı seven Demirtaş’ın bütüncül yaklaşımı, meseleyi hem toparlamamız hem de yeniden ölçeklendirmemiz açısından oldukça faydalıydı. Bundan daha iyi bir sonuç yazmamız zor olurdu.

Çok küçük bir mücadele alanında kendimize yer açmaya çalışıyoruz. Peki, kültür-sanat gerçekten bir şeyleri değiştirmemizi sağlayabilir mi?

Tüm baskın felsefi, politik doktrinler ve tek tanrılı dinlerin evren tahayyülünde bir hiyerarşi var. Aynısı bilim için de geçerli. Aydınlanma ile birlikte bir devrim olduğundan ve en tepeye Tanrı’yı koyan düşüncenin değiştiğinden bile bahsetsek, hiyerarşinin insandan aşağıya doğru hâlâ devam ettiğini görüyoruz. Bu düşünce biçimi “İnsanın aklı vardır, o yüzden varlıkların en üstünüdür,” diyor. Sonra hayvanlar, bitkiler, taşlar, mineraller geliyor. Bu kurgu değişmediği, insan için diğer yaratıklar aşağıda, aşağılık, kullanılabilir, tüketilebilir olmaktan çıkmadığı sürece küresel bir değişikliğin çok kolay olabileceğini düşünmüyorum.

Yaratıcı disiplinler baskın düşüncenin dışında hayaller kurmanın yeri. Burada bu hiyerarşik yapıyı zorlamak, sökmek, sorgulamak için alanlar açmak mümkün. Örneğin mimarlık fazlasıyla normları olan, problem çözmeye yönelik bir disiplin. Sanat ortamında kendime bir özgürlük alanı bulabiliyorum, tanımlı kutular içinde çalışırken o kutuları sorgulayabiliyor, yok sayabiliyor, pratikleri tersyüz edip bakabiliyorum. Kültür-sanatı yaşantıma veya pratiğime ters düşecek şeyleri yaparak kalıplarımı, varsayımlarımı, aşinalıklarımı sökecek bir zemin olarak kullanıyorum.

Öte yandan bir sanatçı olarak bambaşka bir ağ içerisinden gelip, bir yere kısa süreliğine konup kalktığınızda meselenin bağlamına kıyasla hafif kalabilecek işler de ortaya çıkabiliyor. Mesela Yedikule Bostanları’nda 2013’te üzerine dökülen hafriyatla kapatılan kapı, Recep Arslan’ın bostanıydı. Recep Arslan birkaç ay önce kansere yenik düştü, devlete hâlâ 2 milyon lira ecrimisil borcu var. Şu anda “Sonumuz Recep Abi’ninki gibi olsun istemiyoruz,” diyen bostancılar var. Bostancılar bir varoluş kavgası içinde. Bu gerçeklere nazaran bir sanat projesinin üretimi her zaman kayda değer bir anlam veya etki üretemeyebiliyor.

Peki, buradan meselenin sınıfsal boyutuna geçelim. Kültür-sanatın fark yaratan bir boyutu olduğundan söz edebilsek bile kültür-sanat seyircisi profiline baktığımızda hep aynı insanlar, hep aynı duyarlılıklar etrafında buluşuyor. Bu bir çıkmaz mı?

Yakınlarda bir sanatçının konuşmasını dinledim. İşçi hakları, mülteci sorunları, baskı altında kalan ve ezilen zümrelere dair üretilmiş politik ve felsefi terminolojilere referans veriyor, bu terminolojiyi ödünç alıp fazlasıyla ayrıcalıklı bir kitlenin deneyimleyebildiği bir sanat mekânının içerisinde bir ay kalacak bir nesnenin üretiminin çerçevesi olarak kullanıyordu. Farkı nerede yaratmak istediğiniz önemli, konunuzun alanını neresi olarak tanımladığınıza göre etki alanınız değişiyor. Sanatın özgürleştirici, düşünmeye teşvik eden bir alan olduğundan bahsederken her konuda olduğu gibi kategorik varsayımlar spesifik vakaları gerekçelendirmiyor.

Ayça İnce farklı dinamiklere ve gündemlere sahip ekipler birbirini sürekli eleştirdiği için ortak noktada buluşmaya zaman gelmediğine değinmişti. Çeşitlilik içerisinde var olamıyor muyuz?

Kimsenin olmak istemediği yer olan ortak noktada diretmek gerçekçi değil. Çeşitlilik zaten ortak nokta demek değil, “çok noktalılık” daha doğru belki. Çokseslilik kavramı yerine de “çok kulaklılığı” denesek daha iyi olabilir. Derinden dinlemeyi öğrenmek önemli. Hepimizin yer aldığı, katıldığı, paylaşıma dair formatlar, konferanslar, konuşmalar bir topluluğun veya kişinin beyanatı üzerine kurulu pratikler, bir diğerini dinlemeyi teşvik eden formatlara da ihtiyacımız var. Herkes kendi dediğinin doğru olduğunu düşünebilir, ama farklı bir bakış açısı ortak akla ancak katkıda bulunur, onu çeşitlendirir, katmanlı kılar. Kör noktalarımızı ancak böyle kapatabiliriz. Eleştiri kategorik olarak menfi bir faaliyet değil.

Vandana Shiva’nın Monocultures of the Mind (Kafamızdaki Monokültür) diye bir kitabı var. Söylediğine göre biyoçeşitliliği bertaraf etmek üzere kurulmuş kapitalist şirketler, büyük tarım sistemi bizi de “monokültür kafalara” çeviriyor. İster kültür-sanattan ister gıda, tarım ya da topluluklardan bahsedelim, tek bir doğruyla kurtulamayız. Hiçbir şey tek başına sorun da, çare de olamıyor.

Nitekim bazen, özellikle bu tür sohbetlerin ardından “Ağzıma attığım her şey sorunlu, ben ne yapabilirim, nereye kaçabilirim?” hissine kapılıyoruz.

Aslında ağzına attığın her şeyin yaşantısını sonlandırıyorsun. Örneğin rokayı yediğinde bir kök bitkiyi öldürüyorsun. Bunlar çok çetrefilli meseleler. Bu konudaki bilincin keskinleştikçe, teknolojin arttıkça belki proteini hayvandan almak zorunda olmadığını düşünüyorsun veya hayvancılığın nereye vardığını görüyorsun.

Karantina sırasında düştüğüm kara deliklerden biri, yapay zekâ çalışan birtakım araştırmacıların insan bilinci ve aklına dair konuşmalarını dinlemekti. Gıda topluluğu, ekoloji gibi konulardan değil de yapay zekâdan, teknolojinin en uç noktalarından bahseden sözlerin tür olarak insanları değerlendirmemde faydası oldu.

İçgüdüsel yaşayan bir gezegende bilinci açık tek tür (veya az sayıda türden biri) olarak yaşıyoruz. Aslanlar ceylanları, ceylanlar da meşenin yapraklarını yiyor, her tür birbirini bir şekilde tüketiyor, varlık ve ölüm dramatize edilmiyor. Her canlı kendi çevresini kendi avantajına göre dönüştürüyor. Taşın üzerine çıkan liken orayı ufalamaya başlıyor, ufaladığı yerden yosunlar çıkıyor, toprak oluşuyor, çalı çırpı derken bakıyorsunuz, ahlat ağacına varmışsınız bile. Sonra insan geliyor, “Bunun armudu çok küçükmüş,” diyor, aşı yapmayı keşfediyor, yetinmiyor, çünkü o da tıpkı liken gibi kendi çevresini kendi avantajına dönüştürecek. Özetle doğa sürekli bir değişim ve itiş kakış yeri. İnsanlardan bazıları bilinç ve akılla doğayı alt edeceğini iddia ediyor, bir kısmı ona teslim olmak istiyor. İkisinin arasında bir yer mümkün.

Oysa çoğunlukla hâlâ doğayı alt etmeye dönük hiyerarşik bir felsefeyi devam ettiriyoruz. Bu güdü, itiş kakışlı doğadan korunmak, barınmak için, “üzerime kar yağmasın, donmayayım veya beni uyurken kurt yemesin” gibi düşüncelerle ortaya çıkmış. Bilinç ve akıl olarak üstün, fiziksel olarak hiç de üstün olmayan bir yaratığız. İnsan çocuğu bakılmazsa kaç yaşına kadar yaşayabilir? Ama mesela kedi doğuruyor, iki hafta sonra bakıyorsunuz, doğurduğu da kendine bakabilen kedi olmuş. Diğer hayvanlar da benzer. İnsan yaratığı ise üreyebilmek, türünü devam ettirebilmek için o güvenli ortamı kurmaya mecbur, çünkü fiziksel olarak buna sahip değil. Barınaklar, şehirler, hepsi bu korkudan ve bununla başa çıkma çabasından, bir tür sınır oluşturma derdinden ortaya çıkıyor.


[i] “Red herring” sözcüğü bilinçli olarak yanıltması hedeflenen bilgileri ifade etmek için kullanılıyor. “Herring” aynı zamanda ringa balığı anlamına geldiği için burada bir kelime oyunu yapılmış.


*Bu yazı, Impact Hub Istanbul ve ABD İstanbul Başkonsolosluğu tarafından uygulanan Project Zoom desteğiyle hazırlanmıştır.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Henry Kissinger ve Vladimir Putin, 2016. Fotoğraf: Alexandra Mudrats, © ITAR-TASS.
daha fazla

Batı’nın Pravda’ları

1970’lerin başında bir Amerikalı ile bir Sovyet hangi toplumun daha özgür olduğunu tartışmaktadır. Amerikalı, birden “Biz en azından…
Total
0
Share