Son dönemin kalburüstü komedi dizilerinde dikkatimi çeken bir eğilim var. Anlatılar özellikle kimlik politikaları konusunda fazlasıyla tarafgir, karakterler en politik doğrucu ifadelere hâkim, en beklenmedik mekânlar en ilerici yaklaşımlara ev sahipliği yapıyor. Üstelik bütün bunlar verili bir durum olarak görülüyor, seyircinin gözüne sokulmadan, büyük bir şey yapıyormuş gibi davranmadan, “zaten olması gereken bu” mesajıyla aktarılıyor.
Bu yazıda Brooklyn Nine-Nine, Sex Education ve Ted Lasso örneklerine başvurarak bu eğilimin dizilerde nasıl karşılıkları olduğunu inceleyeceğim. Temel derdim de bunların önemli birer kazanım olduğuna, ancak bunu iyi bir adım olarak kabul edip geçmenin ele alınan meseleleri bir nevi ehlileştirme, ele almadıklarını ise yok sayma potansiyeli taşıdığına işaret etmek.
Brooklyn Nine-Nine
İlk örneğimiz Brooklyn Nine-Nine. New York’taki bir polis karakolunun çalışanlarını merkeze alan dizide bahsettiğim durumu açıklamak üzere başvurulabilecek pek çok ayrıntı bulmak mümkün. Örneğin erkek ana karakterlerin hepsi farklı açılardan toksik masküleniteden tamamen uzak. Nitekim dizinin en iyi işleyen bazı şakaları, vücut geliştirme heveslisi, Ata Demirer’in tabiriyle “2’ye 5” olarak tanımlayabileceğimiz bir iriliğe sahip Terry’nin konu kızları ya da ekip arkadaşları olduğunda fazlasıyla yufka yürekli olabilmesinden doğuyor. Ana kadronun bir diğeri üyesi olan Charles’ın neredeyse her özelliği toplumsal cinsiyet normlarına meydan okurken başkarakter Jake de sıkı bir feminist. The Office’te cinsel çağrışımlı ifadelerin ardından kullanılan “That’s what she said!”in [Kız da böyle dedi] yerini Brooklyn Nine-Nine’da “Title of your sex tape!”in [Porno filminin adı] alması bile aynı şakanın kadınları özne olmaktan çıkararak yapıldığını gösteriyor. Polis şefi Holt’un en baştan itibaren açık bir eşcinsel olarak tanıtılması ve Diaz’ın zamanla biseksüel olduğunu keşfetmesi dizinin LGBTİ+ karakterlere yer vermekten kaçınmadığına işaret ederken yine Holt’un robotları andıran ciddiyeti, eşcinsellerle özdeşleştirilen ve sinemasal temsillerde sıklıkla karşımıza çıkan “yükseklik” ya da “gösterişten” fazlasıyla uzak. Dizinin ana karakterlerinden ikisini siyah adamların, ikisini de Latin kökenli kadınların canlandırdığı düşünüldüğünde, oyuncu seçimlerinde de benzer bir hassasiyet güdüldüğü görülebiliyor.
Sex Education
Sex Education, Birleşik Krallık’taki bir lisedeki dönem arkadaşlarına seks tavsiyeleri vermeye başlayan Otis adlı bir gencin hikâyesi. Taciz ve rıza gibi girift konuları incelikle işleyen dizi, 2. sezonunun son bölümünde 19. Feminist Gece Yürüyüşü için hazırlanan videonun açılışında kendine yer bulacak kadar güçlü bir kadın dayanışması sahnesi de sunuyor. Ayrıca okul müdürü gibi “ahlakçılar” anlatı içinde düzenli olarak gülünç duruma düşüyor, korkak ve beceriksiz olarak tasvir ediliyor. İlk sezonun sonundaki baloda Otis’in Lizzie adlı bir kıza âşık olan Liam’a yaptığı konuşma ise tüm romantik komedi külliyatının aksine, ne denli naif saiklerle olursa olsun seni sevmeyen birinin üzerine ısrarla gitmenin tacizle bağlantısını kuruyor. Dizi boyunca cinsel yönelimini keşfeden pek çok karakter var, ayrıca rızaya dayalı cinsel ilişki sırasında farklı fetişleri denemekte ve bunlardan bahsetmekte hiçbir sorun olmadığı vurgulanıyor, cinsellik spektrumunda aseksüellik (BoJack Horseman’ın ana karakterlerinden Todd da aseksüeldi) gibi yönelimlerin de varlığı hatırlatılıyor.
Ted Lasso
Ted Lasso’da diziye adını veren ana karakter, ABD’de bir üniversitenin Amerikan futbolu takımını üniversiteler arası ikinci ligde şampiyonluğa ulaştırdıktan sonra kendini bir anda İngiltere’nin birinci liginde (Premier League) mücadele eden futbol takımı AFC Richmond’ın teknik direktörü olarak buluyor. Honest Trailers adlı YouTube kanalının “toksik pozitivite” olarak adlandırdığı yaklaşımıyla hem çevresindekileri hem de dizinin seyircilerini büyüleyen Lasso, her zaman nerede ne denmesi gerektiğini bilen, sempatikliğiyle girdiği her ortamda kendini hızla sevdirebilen, İngiltere’ye ilk geldiğindeki “salak Amerikalı” algısını hızla yıkan bir karakter. Onun politik doğruculuğu ne denli iyi becerdiğine dair en güzel örneklerden biri de takımın oyuncularından Roy Kent’e akıl verdiği bir sahne. Roy nefret ettiği takım arkadaşı Jamie’nin eski kız arkadaşı Keeley’yle bir süredir flörtleşiyor, ancak onlar henüz bir araya gelmeden önce, Roy’un aşırı direktliği ilişkilerini bozmuş gibi görünen bir gecede Keeley, tekrar Jamie’yle birlikte oluyor. Buna bozulan Roy antrenöründen tavsiye isteyince Ted, “Birlikte değilmişsiniz, öyleyse sen istediğinle birlikte olabilirsin, ama Keeley kesinlikle olamaz, değil mi?” benzeri bir repliğe başvurarak onun bu yaklaşımıyla alay ediyor. O sırada orada olan diğer üç erkekle birlikte Roy’un da toplumsal cinsiyet meselelerine karşı belirli bir hassasiyete sahip olduğunu, doğru cevabı zaten bildiğini görüyoruz. Nitekim Ted’e hiç itiraz gelmiyor, Roy da hızla ikna oluyor.[i]
Üzerine kafa yormamız gereken ilk nokta, bu üç dizide bahsi geçen örneklerin neden önemli olduğu ve neden bir kazanım kabul edilebileceği. Öncelikle tüm bunlar kadınların ve LGBTİ+ hareketlerinin mücadelesinin başarısını gösteriyor. Özellikle Türkiye’de layıkıyla örgütlü mücadele yürütmeye devam eden tek hareket olduğunu söyleyebileceğimiz (Ahmet Şık’ın deyimiyle “kutup yıldızımız” konumundaki) kadınların dünya çapında elde ettikleri de azımsanacak gibi değil. Toplumsal cinsiyet barikatı her geçen gün daha da ileriye taşındıkça bu farkındalık popüler kültüre de sirayet ediyor. Nitekim son günlerde kadın voleybolcuların giydiği şortlar üzerinden Türkiye’de başlayan tartışma, bu varoluş savaşında hâlâ atılması gereken çok adım olduğunu, en temel meselelerin dahi her türlü mevziden en sert şekilde, birilerinin kafasına vura vura dillendirilmesi gerektiğini bir kez daha kanıtladı.
Öte yandan söz konusu bir komedi dizisi olduğunda bunu bu denli doğrudan ve didaktik biçimde yapmama şansı da artıyor. Yeryüzünün en ilerici yaklaşımlardan bazı örneklerin bir polis karakolunda sergilenmesi, Kansas’tan çıkıp gelen bir Amerikalının ya da bir futbol takımındaki oyuncuların %90’ının hepimizden daha “ayık” olmasının olasılıksızlığı, “inançsızlığın askıya alınmasıyla” göz ardı edilebiliyor. Bütün bunların kaliteli şakalarla, iyi hikâye anlatıcılığıyla ve güçlü karakter gelişimi örnekleriyle birleşmesi ise politik doğruculuk yüzünden artık hiç şaka yapılamadığını, yaratıcılığın sona erdiğini düşünen herkesin bu üç diziye bir kez daha bakması gerektiğini kanıtlıyor. Hâl böyle olunca da hangi tarafı seçtiğimiz bir kez daha önem kazanıyor.
Karşılaştırılabilecek bir örnek olması açısından daha önce bambaşka bir bağlamda değindiğim Menajerimi Ara’nın 10. bölümündeki “Barış Dicle’yi kıskanıyor” sahnesini de ele alalım. Dizinin bölüm sayısından anlaşılabileceği gibi esas erkek ile esas kız henüz birlikte değil, ama videonun adından anlaşılabileceği gibi esas erkek esas kızı kıskanıyor, onu yanına çağırıp tartışma başlatıyor, can sıkıcı laflar ediyor. Bir sonraki bölümde ise aynı esas oğlan (bkz. “Barış ve Emir’in Bar Kavgası!” adlı video) esas kızdan hoşlanan diğer erkeğe saldırıyor, diğer erkek esas kızı evine bırakıp kendi evine dönerken (olay Türkiye’deki bir dizide geçtiği için bu insanların hiç sevişmediklerini düşünmemiz gerekiyor) onları takip ediyor, kızın kapısını çalıp onu sıkboğaz ediyor, lafa “Emir niye buraya geliyor?” diye girdikten sonra “Sen bana niye güvenmiyorsun?” gibi sorular sormaya başlayarak psikolojik manipülasyon yapıyor, hışımla çıkıp evine gidiyor. Ertesi sabah abisine olanları anlatırken de “Lan oğlum, sen bu kıza bayağı bayağı âşık olmuşsun işte,” cümlesiyle mesele tatlıya bağlanıyor. Esas ihtiyaç Sex Education’da Liam’a, Ted Lasso’da da Roy’a verilen tavsiye olsa da “Âşık adam ne yapsa yeridir,” ile özetlenebilecek bir mesajla yetinmemiz gerekiyor.
Uzun lafın kısası, diğer örneklerle karşılaştırdıklarında yukarıdaki üç dizinin öne çıkan pek çok özelliğini sıralamak mümkün. Tabii bu, onların kimlik politikalarına dair tutumlarına da ihtiyatla yaklaşmak gerekmediği anlamına gelmiyor. Nitekim bu tür bir “ayıklığın”, Žižek’in “hezeyanla bir şeyler yapıyormuş gibi görünürken (…) gerçekte hiçbir şeyin değişmemesini temin” etmek diye tanımladığı kültüre ne denli yakın olduğunu fark etmek önemli[ii]. Böylelikle eleştirdiği sistemin ta kendisi tarafından ehlileştirilme riski taşıyan değerli amaçlar, bizi meselelere yalnızca belirli bakış açılarından bakmaya zorlarken bazı gerçekleri görmemizi de engelliyor. Örneğin Onur Haftası’nda dans eden İsveçli polislerin videosunu görüp İsveçli polislerin insan haklarına saygılı olduğu sonucuna varmak, 2014’te Malmö’de neo-Nazilere karşı yürüyen eylemcileri atlarıyla ezen, 2019’da Stockholm’de elinde oyuncak silah olduğu için Down sendromlu bir genci öldüren polisleri görmezden gelmekle sonuçlanabiliyor. Ayrıca bir Twitter kullanıcısının işaret ettiği gibi kadın ve LGBTİ+ haklarını layıkıyla temsil etmeye başlayan popüler kültür, söz konusu et endüstrisini karşısına almak olduğunda henüz aynı cesur yaklaşımı sergilemiyor.
Genellikle komedinin doğrudan konusu olan veganlık (Deniz Göktaş’ın veganlıktan bahsettiği videoyu oldukça başarılı bir örnek olarak buraya bırakalım) dizi ve filmlerde nadiren sıradan bir insan özelliği olarak temsil ediliyor, hatta veganlar genellikle içten içe et yemeyi arzulayan ya da sözümona ahlaki üstünlüklerini kötüye kullanan karakterler (How I Met Your Mother’da ikisine dair de örnekler var) olarak karşımıza çıkıyor. Televizyon Lisa Simpson (The Simpsons) ve Phoebe Buffay (Friends) gibi ön plandaki karakterler aracılığıyla vejetaryenliğe aşina olsa da Lisa’nın çevresindekiler tarafından fazla “sivri” bulunduğunu, Phoebe’nin de komedi dizisi evreninde bile fazla “tuhaf” kaldığını unutmamak lazım. Bu yazıda iyi bir örnek olarak sunduğumuz Brooklyn Nine-Nine dahi 3. sezonunun 2. bölümünde Charles’ın hoşlandığı, vegan olduğunu öğrenince ise soğuduğu bir karaktere yer veriyor. Bu arada diziyi izlemiyorum, ama internetten yaptığım araştırmada gördüğüm kadarıyla Superstore’daki Dina gibi görece iyi veganlık temsilleri de mevcut, ama popüler kültürün veganlığı da kadın ve LGBTİ+ hakları kadar önkoşul ya da verili durum olarak görmesi için henüz zaman var gibi görünüyor. Tabii bu bir gün gerçekleştiği takdirde “kazanım mı tehdit mi?” ikilemi veganlık için de söz konusu olmaya başlayacak. O zaman da sağlıklı ve sömürüsüz gıda tüketiminin insanların temel ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bir düzenin kurulmasıyla kökten bağlı olduğuna işaret eden Candan Türkkan’a kulak vermek gerekecek.
Özetlemek gerekirse, günümüzün önde gelen pek çok komedi dizisi “ayıklığa” kısa sürede ayak uydurdu. Bu hem hikâye anlatıcılığının politik doğruculuktan zarar görmediğine hem de kadınların ve LGBTİ+ bireylerin varoluş savaşlarında bir mevzi elde ettiğine dair önemli bir işaret. Öte yandan bu yazıda piyasa, sistem, kapitalizm, ya da itikadınızca dünyanın dizginlerini ellerinde tutan güçlere ne diyorsanız onların müsaade ettiği ölçüde görünürlükle yetinmemenin, ısrarla taraf olunması gereken konularda orta yolu bulmayı önerenleri dinlememenin önemini vurgulamak istedim. Ted Lasso’nun dediği gibi: “Tanrı Hanım maçların berabere bitmesini isteseydi, sayıları icat etmezdi.”
[i] Dizinin bu tarafgirliğinden aldığı ilhamla anlatıdan dışarıya taşan bir örnek: Ted Lasso’yu canlandıran Jason Sudeikis, dizinin ikinci sezonunun galasına İngiltere-İtalya arasında oynanan Euro 2020 finalinde penaltı kaçırdıkları için ırkçı hakaretlerle karşılaşan siyah oyuncuların adları yazan bir sweatshirt ile katıldı.
[ii] Sol: Evin Reddi (Metis, 2020) adlı derlemede yer verdiği “Solun Son Sözü ‘Kültürel Çalışmalar’ Mı?’ makalesinde Tuncay Birkan da benzer bir meseleye değiniyor: “Benim derdim başka: Başlangıçta Batılı akademik çevrelerde (son onyıllarda daha ufak çaplı da olsa bizde de) gayet ufuk açıcı bir hareketliliğe yol açmış, hareketlilik ne kelime, bayağı kızılca kıyamet koparmış politik bir müdahaleyi temsil eden Kültürel Çalışmalar Okulu’nun ve bu müdahalenin davranış kılavuzu halini almış ‘siyaseten doğruculuk’ (political correctness) ilkeciliğinin bugün artık hegemonik bir konum kazandığını, hayatiyetini ve ilham vericiliğini yitirdiğini, kendi dogmalarını oluşturduğunu ve sol politikayı ‘Hollywood filmlerini, pop şarkılarını, televizyon dizilerini, reklamları vs. kim daha zekice analiz edip bunlarda ne gibi subversive (yıkıcı) içerikler bulacak’ gibisinden, siyaseten hiçbir etkisi olmayan akademi-içi bir yarışmaya çeviren bu dogmaların aşılması gerektiğini iddia etmek için dolandırıyorum lafı.” Makalenin yazıldığı 2002’den bu yana popüler kültür eleştirisinde gözlemlenen bu eğilim, popüler kültürün ana akım üretimine de sirayet etmiş gibi görünüyor.