Kızılcık Şerbeti’nin asıl mucizesi nedir?

Pulvis et umbra sumus
(Toz ve gölgeden ibaretiz)

Lütfen diziyi izlemeden bu yazıyı okumayın.

Sık sık yerli dizi izleyen biri değilim. Beğenmediğimden değil, vakitsizlikten daha ziyade. Fakat yurtdışında yaşayan herkes gibi, Türkçe konuşulduğunu duyma arzusuyla bazen bir dizi bulur, art arda izlerim. Hiçbir beklentim olmadan yöneldiğim Kızılcık Şerbeti beni yarım saat içinde kendine bağladı. Gece gündüz demeden, gözümü kırpmadan diziyi izlemeye başladım. Ben daha çekilmiş bölümleri yarılamamışken, dizinin RTÜK’ten aldığı durdurma cezası gündeme geldi. Şaşırdım dersem yalan olur. Hikâye, tüm kahramanlarıyla AKP iktidarının eseri olan yeni Türkiye’nin dört dörtlük bir alegorisi olmuş. Kendini ne görmek ne göstermek isteyen iktidar bize bu yasakla Kıvılcım’ın sözleriyle “Ben bu ara aynaya bile bakamıyorum. Senin yüzüne nasıl bakarım?” diyor.

Kızılcık Şerbeti‘ni hedefinde ve üslubunda samimi bulduğumun altını çizerek başlamak istiyorum. Bizi cahil yerine koymayan, ne yaptığını bilen, bunu dürüstçe ve layıkıyla yapmaya gayret eden bir yapım var karşımızda. Uzun zaman sonra bende ilk defa yazma hevesi uyandırdı. Boğazımızda düğümlenen, öfkeden ve çaresizlikten konuşamadığım bazı meselelerin konuşabilir hâle gelmesine yardım etti. Kahramanlarımızın sürekli tükettiği acı kahveler ya da adı üstünde “kızılcık şerbeti” gibi bir dizi. Önce bunları takdir etmemek ayıp olur, emeği geçen herkesin eline sağlık.

Türkiye alegorisi

Bu hikâyede herkes var. Nereden gelmiş, ne yaşamış, ne düşünmüş, ne yapmış olursak olalım yoğun biçimde özdeşleşecek bir karakter var ekranda. Bu özdeşleşme seyircinin çerçevede gördüğü bir karakterle bütünleşmesi, onda kendini, geçmişini bulması, başına gelenleri kendi başına geliyormuşçasına deneyimlemesine neden olur. Bu sadece kendimize benzettiğimiz karakterlerle aramızda doğabilecek bir bağ değildir. Seyir anında anılarla dolu bir vazo kırılırken o vazoyla kırılmak, ihmal edilmiş bir kız çocuğunun yerlerde sürüklediği bez bebeğin perişanlığıyla ezilmek, özgürce koşan atların coşkusuyla havalanmak, yani bir anlamda o an için onlar olmak, onlarla birlikte kırıldığımız, ezildiğimiz, coştuğumuz zamanlara yolculuk etmek mümkündür.

Bu türden özdeşleşmeler anaakım her hikâyede olur, fakat Kızılcık Şerbeti‘nin güzelliği burada bitmiyor. Bazı karakterlerle çok daha keskin bir biçimde özdeşleşmenin yanı sıra Kızılcık Şerbeti bize tüm karakterlerle empati yapma imkânı veriyor. Herkesi anlamakla kalmıyor, pek çok karakterde gurur duyduğumuz bir parçamızı, bir olgunluğumuzu, bir fedakârlığımızı bazı karakterlerde de saklamaya çalıştığımız bir gölgemizi, bir hırsımızı, bir kıskançlığımızı buluyoruz. Olaylar geliştikçe sadece severek takip ettiklerimizde değil bayıla bayıla nefret ettiğimiz karakterlerde bile türlü türlü hâllerimizi görüyoruz.

Kızılcık Şerbeti yakın tarihimizi Alev’in kızgın bir anında eline geçmiş bir bardak soğuk su gibi boşaltıverdi yüzümüze. Anlaşılma umudumuz yok olmaya yüz tutmuşken gözlerimiz açıldı, boğazımızdaki düğüm çözüldü. Kendimize geldik. İster kardeşinin “Seyit Onbaşı” diyerek dalga geçtiği Kıvılcım olalım ister bencilliği, düşüncesizliği ve anlayışsızlığıyla bizi küplere bindiren Fatih, fark etmez. Yeri geldiğinde Alev gibi günah keçisi ilan edildik, eyleme dökmemiş bile olsak bile Nilay gibi kıskandık. Uzun zamandır beklediğimiz bir Türkiye alegorisi var karşımızda.

Şimdi tabloya biraz daha yakından bakalım.

Kendi hatalarını görmeyen, özür dilemeyi bilmeyen, suçu hep başkalarında arayan her daim ergen Fatih, AKP iktidarını temsil ediyor. Kendi gibi düşünenlerle, kendine hayran olanlarla çok mutlu, çok kibar, fedakâr ve sevgi dolu. Onlar Fatih’i “beyaz atlı prens” sanıyor. Fatih açık fikirli olduğunu söylediği hâlde eleştiriye hiç tahammülü yok. Doğrularından bir milim şaşılmasını yüce gönüllülükle tahammül edilecek tehlikeli bir tuhaflık, hatta şahsına yapılmış bir hakaret olarak görüyor. “Bizim her anlayışa saygımız var” derken tek amacı tatlı dille adım adım Doğa’yı değiştirmek, kendine ve ailesindeki kadınlara benzetmek.

Hayalleri, aşkı ve karnındaki çocukların geleceği için olmayacak dualara amin diyen Doğa, iyi niyetle de olsa, İslamcıların apaçık ortada duran hatalarına kılıflar, bahaneler uyduran “iyi niyetli” liberalleri temsil ediyor bu tabloda. “Neden olmasın? Bir de bunu deneyelim. Neden korkuyoruz? Onlar da böyle inanıyor. Onlar da bunu doğru buluyor. Saygı gösterelim.” Doğa’ya kalırsa ortak bir nokta mutlaka var, o noktada herkes çok daha mutlu olacak. Sevgi kazanacak. Doğa samimiyetle inanıp çıktığı bu yoldan biraz da hata yaptığını kabullenememekten dolayı dönemiyor. Yeri bilinmeyen “orta noktayı” bulabilmek adına tek başına adım adım diğer tarafa kayanın kendisi olduğunu görmezden gelerek sabırla elinden gelen her yolu deniyor.

Sevginin tek başına yetmeyeceğinden korkan ve Fatih-Doğa aşkına baştan karşı çıkan Kıvılcım “laiklik elden gidiyor” kaygısı alay konusu edilen cumhuriyetçileri temsil ediyor. İlk bolümde haksız yere “faşist” yaftası yapıştırılan Kıvılcım, korkuları bir bir çıkmış, en ufak hatası abartılan, bütün dertleri görmezden gelinen biri. Onun kusursuz olması lazım. En önemsiz kusuru, ona saldıranların, iftira atanların tüm yaptıklarını her nasılsa haklı çıkarıveriyor. Her şeyden çok değer verdiği kızını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Onu yargılayan mahkeme nedense pek acımasız. Ona yapılan haksızlıklar suç sayılmıyor. Sayılsa bile cezasız kalıyor. Yükü herkesten ağır gibi. Boşuna “Seyit Onbaşı” demiyor Alev ona.

Sahte sorunları, sahte çözümleri, iftira ve dalavereleriyle “ne olursa olsun biz buradan kârsız kalkmayalım” diyen Ecem ve Kayhan, çıkarı için maskeler takarak iktidara yanaşanları; yapıcı ve anlayışlı halleriyle Ömer bir türlü getirilemeyen, asla gelmeyecek, belki de gerçek olamayacak kadar kusursuz olan “gerçek” İslam’ı; “Huzurumuz bozulmasın” söylemiyle pek iyi biri olduğuna inanarak, iyiliğin yanında pek çok kötülüğü de gururla yapan Pembe Hanım Siyasal İslam’ı; hakiki sorunlarını göremesin, anlayamasın diye sahte sorunlarla sarmalanmış, dostu düşmanı ayırt edemeyen, kime kızacağını, neye alınacağınım bilemeyen Nursema ise “İslam, medeniyet ve kadın” üçgeninde tartışma dışı bırakılmış bütün kadınları temsil ediyor bu hikâyede.

Bu listedeki karakterler, temsil ettikleri kavramlar ve yapılar satırlarca analiz edilebilir. Bize kendimizin, ailemizin, çevremizdeki insanların parçalarını kimi zaman bütün bütün ve yakın plan kimi zaman örtülü ve uzaktan gösteren Kızılcık Şerbeti, geleneksel bir Romeo-Juliet anlatısı özünde. Uzlaşamayacak kadar farklı, “düşman” ailelerin çocukları birbirlerine âşık olur. Sokakta yanından geçişine, alışveriş ettiğin dükkâna girişine tahammül edilemeyen şahısla aynı sofrada oturma, hâl hatır sorma mecburiyeti doğar. Olaylar gelişir. Kızılcık Şerbeti‘nin asıl mucizesi işte bu. Beylik görünen genel yapı içinde yirmi yılı aşkın süredir duya duya bıktığımız hikâyeleri anlatıyor gibi ilk bakışta. Fakat bunlara yeni bir ışık tutmayı, yeni bir açıdan bakmayı, bize artık yüzünü bile görmek istemediğimiz insanların hâlini, derdini yüreğimizde hissettirmeyi başarıyor. Bunu nasıl yapıyor? Şimdi buna bakalım.

Hikâyenin esas kahramanı: Nursema

Nursema üzerine yazacağım. Çünkü Nursema hikâyenin esas kahramanı benim için. Bu, yalnızca en büyük değişimi gerçekleştirmesinden kaynaklanmıyor. Sanat aşığı Nursema bütün içine kapanıklığı, bütün mutsuzluğuyla hikâyede kendime en yakın bulduğum kişi. Benim gibi gündelik hayatta Kıvılcım ile Alev arasında bir yerde duran birinin kalbine giden yolun böyle içten bir suratsızlıktan geçiyor olması beni de şaşırttı önce. Fakat hemen sonra Joseph Campbell’in “Kahramanın Yolculuğu” döngüsünde sadeleştirdiği aşamaların Nursema’nın yaşadıklarına ne kadar uyduğunu hatırlayıp bunun yalnızca benimle sınırla kalmayabileceğini anladım.

 

Campbell, hikâye anlatımı üzerine kafa yoran herkesin sıkça başvurduğu, eğlenceli bir kaynaktır. Her dediğine katılmasak bile, geniş kapsamlı uzun soluklu araştırmaları ve bunlara dayanan tespitleri, hikâyeleri ve anlatıdaki temaları daha kolay tartışmamıza imkân verir. Campbell’in bu çok başvurulan eseri geçmişten günümüze sonsuz sayıda hikâye ve masaldan yola çıkarak, kültürler ve zamanlar ötesi biçimde oluşturduğu bir yolculuk döngüsüdür. Bu döngü bir kahramanın kahraman oluş aşamalarının sadeleştirilmiş halidir. Buradaki “kahramanlık” birilerini veya bir şeyleri kurtarmaktan ziyade aslında bir kendini buluş, farkına varış, bir olgunlaşma, bir değişim ve dönüşüm hikâyesidir. Campbell’a göre bu yapının bu kadar yaygın kullanılma sebebi bütün insanlık olarak gündelik hayatımızda da bu aşamaları tekrar tekrar geçiyor olmamızdır. Bu aşamaları geçtikçe kendimizi, başkalarını ve hayatı daha iyi tanırız. Kimi zaman biri bitmeden diğeri başlar maceraların. Olgunlaştıkça kendimizi bilen, hatalarımızın, hazinemizin farkında olan, affedici, huzurlu bireyler, yani “kahramanlar” oluruz.

Yolculuk bir “çağrı” ile başlar. Kahramanın kahraman olacağının habercisi bir işarettir bu. Bir şey olmuştur, kahraman yerinde duramaz hâle gelir. Bir şeyler değişmelidir. Aksi mümkün değildir. Bu çağrıya cevap verildiği an yola çıkılır. Yola çıkılmasıyla birlikte yolculuğun diğer aşamaları bir zincirin halkaları gibi birbirlerini takip ederler. İkinci aşama “mucizevi bir fırsat”tır. Çağrıyı duyan kahramana ne yöne gideceğini gösteren bir haritaya dönüşür bu fırsat. Kahramanın önünde bir hedef oluşur. Bir adım atılır.


Nursema’nın hikâyesinde Umut onun maceraya atılma, kendini bulma çağrısı olur. Nursema bir ses işitmiş gibi irkilir. Geri dönülemez değişim, onun bu çağrıya cevap vermesiyle başlar. Nursema sanatını ve duygularını ilk defa bu kadar bastırılamaz şekilde yaşamak istemeye başlamıştır. Galeride yapılacak sergi ise mucizevi fırsat olur. Nursema sergi sayesinde kahramanın yolculuğunda ikinci aşamaya geçer. Biz de onun güzel yüzünü ilk defa gülerken görürüz. Gözlerinde ışık, dudaklarının kenarında minik bir tebessüm olur sergi. Nursema kanatlarını açar, gerinir.

Elbette bu mutluluk böyle sürüp gitmez. Çünkü bu aşama sonrasında kahramanımız tanıdık ve korunaklı bulduğu ‘bilinen’ alanı terk edip, bütün korkusuna rağmen ‘bilinmeyen’e adım atacaktır. Dolayısıyla bilinmeyene açılan kapı da buradadır. Hikâyede önemli bir eşik ve o eşiği bekleyen bir muhafız olacaktır bu üçüncü aşamada. Kızılcık Şerbeti’nde bu aşamayı gerçek bir oda kapısı ve resmen elinde anahtarla o kapıyı Nursema’nın üzerine kilitleyen muhafız Pembe Hanım temsil eder. Telefonu elinden alınmıştır. Elleri, ayakları, dili bağlanmış olarak bekler genç kadın. Geçilmesi imkânsız gibi görünen bu aşamada her kahramanın mutlaka bir yardımcıya ihtiyacı olur. Fakat bir defa yola çıkıldıysa yardımcı da gelecektir.

Nursema hiç beklenmedik iki yardımcı bulur bu yolculukta, gıcık olduğu Nilay (annesinin onu odasına kilitlediğini dünyaya haykırarak) ve belki de o sırada daha da büyük bir şiddetle gıcık olduğu Alev (can dostu Umut’un aşk yarasına merhem olmak adına) kahramanımız Nursema’nın yardımına koşarlar. Kilitli oda kapısı açılır. Mecazi engelleri aşılır. Kahraman yola çıkmış maceraya tam olarak atılmıştır artık.

Döngünün bu aşamasında sınavlar başlar. Önümüze beklenen, beklenmeyen birçok engel çıkacaktır. Örneğin Umut’un annesi! Analiz edilmeye değer pek çok sahne olmasına rağmen pek şatafatlı görünmeyen fakat oldukça derin bulduğum Nursema’nın Umut’un annesiyle karşılaşma sahnesi üzerinde durmak istiyorum. Bu sahnede Nursema annesinin evde olduğunu bilmeden Umut’a sürpriz yapmak ister, kendinden beklenmeyecek bir cesaret ve büyük bir heyecanla kapısına dayanır. Kapıyı açan Umut’un annesi onu gündelikçi zannedip pek sevinerek, es vermeden ona iş buyurmaya başlar. Nursema kendini hakarete uğramış hisseder. Umut yetişir fakat geç kalmıştır. O an yakın plana geçilir, Umut’un tüm özür ve yalvarmalarına rağmen Nursema’nın güzel gözlerini bizden, Umut’tan ve hayattan kaçırışına uzun uzun bakarız.

Yakın plan çekim karaktere yaklaşma, onun özünü tanıma anımızdır. Bilinçli kullanılan bir kamera birine en çok bu sebeple yaklaşır. Bizden göze görünmeyen, kahramanın içinde olup biten bir şeye dikkat etmemiz istenir. Dillendiremediği bütün duygular, içinde kopan fırtınalar görünür olur. Yakın plan çekimlerde, olan ve söylenenden ziyade olamayan ve söylenemeyen önem kazanır. Konu Nursema olunca bu özellikle önemli çünkü içine kapanık, duygularını, düşüncelerini kolay kolay belli etmeyen dolayısıyla nasıl biri olduğunu, olaylar karşısında nasıl tepki vereceğini tam kestiremediğimiz karakterlerden biri o.

Bu sahnenin en üst katmanında yani yüzeyde görünen Nursema’nın Umut’un annesi tarafından temizlikçi zannedilmeyi hakaret gördüğü için alınmış olduğudur. Bu dinamiğin iki yanında iki kadın var. Umut’un annesi kendi önyargılarıyla örtülü bir kadını gündelikçi zanneder. Ona başka bir is, başka bir mana yakıştıramaz. Nursema da temizlikçiliği hor görmektedir, bu yakıştırmayı hakaret kabul eder.

İlk tepkimiz “Temizlikçi zannedilmenin ya da olmanın nesi ayıp?” diyerek Nursema’ya ya da “Başörtülü kadınları sadece hizmetçiliğe mi layık görüyorsunuz?” diyerek anneye kızmak olabilir. Fakat Nursema’yı ve anneyi tanımıyor bile olsak konunun bu kadar basit olamayacağı iki kadının hâlinden derhal belli oluyor. Nursema gündelikçileri hor görecek bir kadın değil. Umut’un annesinin de pişmanlığı, utancı, dilediği özürler sandığımız gibi biri olmadığını bize derhal gösteriyor. Başka bir şey bilmesek bile bu kadarına hâkimiz. Bu sayede ikinci katmana ulaşırız.

Karşılaşmanın gündüz vakti bekar bir erkeğin evinde gerçekleştiğini, Nursema’nın karşısında bir anne görmeyi beklemediğini hatırlamakta fayda var. Bu iki açıdan önemli. Bir, kapı açılıp aniden karşısında bir anneyle karşılaşan ve ne diyeceğini, kendini nasıl tanıtacağını bilemediği için ezilip büzülen Nursema’nın sadece örtüsünün değil beden dili ve konuşmasının da anneye verdiği bir mesaj var. İki, o yaşta bir annenin toplumsal deneyimi, bilgisi ve görgüsü, örtülü bir kadının bir işi olmasa tek başına bekar bir erkeğin evine gelmeyeceğini söylüyor. Bu yargı bir hakaret içermiyor, aksine. Oysa Nursema’nın bambaşka bir işi var o evde. Nursema’yı asıl üzen işte bu işin nasılını bilmiyor, ihtimaline kendi de inanamıyor olmak. Nursema “hayır, ben oğlunuzun sevdiğiyim” diyebilir mi? Umut’un sevgilisi olabilir mi? Ailesi buna izin verir mi?

Peki, sahnenin Nursema’nın kahramanlık yolundaki rolü ne? Öyle ya çıkılan bu yolculuk kendine ulaşma, kendini tanıma yolculuğu. Nursema her sınavda kendini biraz daha tanımaya, en derin yaralarını görmeye, olup bitenin farkına varmaya başlayacak. Bu sahnenin önemi hikâyenin devamında ortaya çıkıyor. Nursema’nın belki bundan evvel görmediği, belki önemsemediği fakat bu sahneyi takiben dillendirmeye başladığı bir gerçek var: Nursema’yı ev işçisi olarak kullanan, ona ev işinden başka iş yakıştıramayan, sanatı ve kamusal alanı çok gören öz annesidir. Kahramanımızın gözleri açılmış, ne olup bittiğinin farkına varmaya başlamıştır artık.

Bu ve benzeri sınavlardan sonra ölüm ve yeniden doğum aşaması gelir kahramanın yolculuğunda. Nursema zorla evlendirilir. Camdan atılır. Yoğun bakımda kalır. Uyanıp hayata döner. Bütünüyle değişmiştir artık. Eski Nursema ölmüş, yepyeni bir Nursema doğmuştur. Kendisine haksızlık edenlerin karşısına dikilir. Hesap sorar. Yeni hayatına başlar. Peki, şimdi ne olacak? RTÜK izin verirse hep birlikte zevkle izlemeye devam edeceğiz. Ben de ara ara analiz etmekten büyük keyif alacağım. Herkese iyi seyirler.

1 comment
  1. evet diziyi izleme şansı bulamayanlardanım ben de fakat fazlasıyla merak etmekteydim, bu akıcı analiz için teşekkür ederim.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share