Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza

Maruz kaldığımız siyaset geleneğinin en tehlikeli veçhelerinden biri de topluma türlü yollarla yerleştirdiği alışma hâli. “İnsan her şeye alışıyor” önermesi elbette siyasette de kendini gösteriyor. Toplum yalnızca iyi şeylere değil, kötü koşullara da alışmaya eğilimli. Nihayetinde uyum sağlamazsak yaşamımızı sürdüremediğimiz bir evrende yaşıyoruz. Alışmak (veya yadırgamamak) bir işi tekrarlayarak kolaylıkla yapabilmek, bağımlılık kazanmak gibi anlamlar taşıyor.

Pandemiden önce aylarca evden dışarı çıkamayacağımızı söyleseler inanır mıydık? Ekonomik krizin belki de en ağır hissedildiği 2021 yılından 2022 yılına geçtiğimizde hepimiz domatesin kilosunun 30 lira olmasına şaşırıyorduk, şimdi tezgahlarda 60 liraya domates satıldığını görüyoruz. Dışarı çıktığımızda kafelerdeki, restoranlardaki fiyatlara da alıştık mesela. Hemen her gün bir kadın cinayeti haberi okumaya alıştık. Açlığa, yoksulluğa, tacize, istismara, sömürüye yani dipsiz bir karanlığa alışmamız bekleniyor. Hatta iktidar buna “istikrar” diyor.

Tarikat yurtlarındaki çocuklara yönelik istismar haberlerine alışmamız bekleniyor. Ensar Vakfı’nda yaşananlardan sonra adlarını daha da sık duyduğumuz tarikatlar her geçen gün büyüyor. Devletin boş bıraktığı alanlarda değil, devletin bile isteye açtığı alanlara konuşlanan tarikatların toplum üzerindeki etkileri bir yana çocuklara yönelik saldırıları da devam ediyor.

Sadece bir inanç topluluğu olarak değil, bir sermaye grubu şeklinde örgütlenen tarikatlar egemen ideolojiye eklemlenerek varlıklarını pekiştiriyorlar. Demokrat Parti iktidarında muhafazakâr liberalizmle kol kola yürüyen bu yapılar, AKP iktidarında sivil toplumculukla yerlerini sağlamlaştırdı. Elbette bu gelişmelerin sınıfsal bir arka planı da var, bu tarikatlar iktidarın rıza üretebilmesini kolaylaştırıyor. İktidar gündüz sizi açlıkla sınarken ve yoksulluğa mahkûm ederken, akşamları da tarikatlar ve cemaatler eliyle yardım kolileri ulaştırıyor veya çocuklarınıza ücretsiz eğitim vereceğim diyor. Ya da ihmallerin ve yolsuzluğun neden olduğu deprem felaketinin ardından yıkımdaki sorumluluğunu örtbas etmek için tarikatlara ve cemaatlere alan açıyor. Böylelikle devlet ile toplum arasındaki bağlara tarikatlar ve cemaatler “pansuman” yapıyor.

Bu yapılar, toplumu gerici bir saldırıya maruz bırakmakla kalmıyor sosyal politikaları da dönüştürüyor. Türkiye’de sosyal politikalar hızla sosyal yardımlara, hatta bir tür sadaka pratiğine dönüştürüldü. Bu süreçte tarikatların ve cemaatlerin rolü büyük. AKP de iktidar partisinden ziyade devasa servetinin küçük bir kısmını yoksullara dağıtan, karşılığında da hiçbir şey beklemeyen “hayırsever” bir siyasi özneye dönüştü. “Hak” olgusunu bütünüyle aşındırdı, bunun yerine “hayırseverlik” ve “yardım” gibi kavramları yerleştirdi. Sosyal politikadan devlet çıkarıldı, tarikatlar içeriye buyur edildi, sosyal yardımlar da bir hayırseverlik faaliyeti olarak büyüdü. Tüm bunlar tarikatlar, tarikatlara bağlı sivil toplum kuruluşları, hemşeri dernekleri ve belediyeler aracılığıyla oldu.

Yaşadığımız deprem felaketinin ardından bu fotoğrafın ayrıntıları daha görünür hâle geldi: Kamuya hizmet etmekle yükümlü yardım kuruluşları geri plana çekildi, sivil alanda tarikatlara ve cemaatlere alan açıldı. Her toplumsal yıkımı ve faciayı kendilerine fırsat bilen tarikatlara çocukların teslim edildiği haberleri basına yansıdı. Deprem bölgesinde bine yakın çocuğun kaybolduğu iddia edildi. Adıyaman’ın Kahta ilçesinin Menzil köyünde 1100 çocuğun “misafir edildiği” ortaya çıktı. Kurulan düzen felaketin büyüklüğüne veya toplumsal yasın tutulamamasına bakmadan çarklarını döndürmeyi sürdürüyor.

Buradan çıkış ancak politik ve toplumsal mücadeleyle olacak. Bu çift yönlü aksta öncelik elbette politik aktörlere düşüyor. Laik ve çağdaş değerleri önceleyen bir politik özneyle tarikatların ve cemaatlerin kapatılması en önemli adım. Devletin o kasıtlı olarak boş bıraktığı alanları en azından sosyal devlet anlayışıyla doldurmak da bir o kadar önemli. Özelleştirmelerin yerini kamulaştırmanın aldığı, sermayenin yerini sosyal devletin gereklerine bıraktığı politik bir tutumla tarikatlar ve cemaatlere hem kamusal, hem ekonomik, hem de siyasal alandan el çektirilmeli.

Kurtuluşun bir diğer aksı da toplumsal mücadeleden geçiyor. Topluma rızayla, rızanın üretilemediği yerde baskıyla kabul ettirilen bu cendereden çıkmak için ciddi kırılmalara ihtiyacımız var. En büyük başkaldırı baskının, sömürünün en yoğunlaştığı andan itibaren kendini gösteriyor. Bu alışma hâlinin kırılması da 6 Şubat depremleriyle oldu. Sahadaki olağanüstü dayanışma sayesinde en azından yalnız olmadığımızı gördük. Bu süreçte yalnızca biz kırılmadık, çarkın dişleri de kırılmaya başladı. Yani şairin dediği gibi “Biz kırıldık, daha da kırılırız. Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza.”

Bugün Türkiye’de hiçbir tarikatın üstünü örtemediği, sınıfsal bir arka plana yaslanan, büyük bir yurttaş dayanışması var. İktidarın tüm saldırılarının karşısında güçlü, direnen, unutmayan, alışmayan kalabalıklar var. Elbet bir gün kazanacağız. Çocuklarımızı, alınterimizi, dünümüzü, bugünümüzü ve geleceğimizi kurtaracağız. Şairin bıraktığı yerden devam edelim: “Son kötü günleri yaşıyoruz belki. İlk güzel günleri de yaşarız belki.”

2 Yorum

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

“Senaryon için yap”

Bu aralar özellikle 20’li yaşlarının başındakilerin Twitter ve TikTok’ta sıkça kullandıkları bir ifadeyle karşılaşıyorum: “do it for the…
Total
0
Share