“Mazlumlara özel bir ilgi duyduğum için değil, ama düşüş benim ilgimi çok çeken bir şey. Hele böyle inat uğruna, hem de bir şeyler vaat edilirken, bir şeyler teklif edilmişken bunu kabul etmeyip, bunun yerine göz göre göre bir düşüşü seçen ya da seçmek zorunda kalan insanların kaderi beni hep ilgilendirir. Böyle bir potansiyel bende de var ve bu beni hem korkutuyor hem de bana heyecan veriyor. O dönem onun hayat hikâyesini öğrenmiştim ve heyecanlanmıştım. Tabii gençtim de; bu yüzden karşılaştığım şeyleri biraz da abartarak ve fazla anlamlandırarak ele alıyordum, bu yüzden ithaf ettim. Ama asıl sebebi o düşüşe duyduğum ilgi oldu. Bir de o zamanlar sisteme, Yeşilçam’a, diğer sinemacılara duyduğum tepki neden oldu.”
Zeki Demirkubuz 1994’te C Blok‘u çekmesinin ardından filmi bu sözlerle birine ithaf etmişti. Alp Zeki Heper‘in adı büyük ölçüde ondan sonra duyulmaya başladı. Demirkubuz, hakkını Yeraltı filmine saklamadığı için hayıflanmış olabilir diye düşünüyorum. Alp Zeki Heper’in günümüzün imkânlarıyla dahi ulaşılması zor hikâyesini anlatayım, siz karar verin.
Hikâye, Galatasaray Lisesi’nde sahnelediği Kral Übü (Ubu Roi) oyunuyla başlıyor. Bu oyun, bir lise temsili olmasına rağmen Avignon Tiyatro Festivali’nden davet alıyor. Heper’in sinemasını değerlendirirken Kral Übü‘nün yazarı Alfred Jarry’nin gerçeküstücü ve absürdün babalarından biri kabul edildiğini akılda tutmak lazım.
Lisenin ardından Cenevre’ye hukuk okumaya giden Heper, bir yıl sonra okulu bırakıp Fransa’ya geçiyor ve IDHEC’e (L’Institut des hautes études cinématographiques – Paris Yüksek Sinema Enstitüsü) kayıt oluyor. IDHEC’in dikkate değer mezunlarına baktığımızda Theo Angelopoulos ve Costa Gavras gibi isimler görüyoruz, nitekim Alp Zeki Heper de Costa Gavras’la aynı sınıfta eğitim görüyor. Çektiği Bir Kadın ve Şafak adlı iki kısa filmle hem IDHEC’ten hem de Avusturya Kültür Bakanlığı’ndan ödüller alıyor (Bu iki filmi buradan izlemek mümkün). Gerçeküstü kareleri ve avangart yapısından dolayı filmler hakkında kesin konuşmak zor, ama çağrışımlar üzerinden fikir yürütmeyi deneyebiliriz. Bir Kadın evlilik üzerine, gücünü seslerden arınmış olmasından alan, müzik dahi içermeyen bir film. Şafak‘ta ise müzik kullanımıyla epik bir boyut kazanan bir aşk üçgeni görüyoruz.
Alp Zeki Heper Türkiye’ye döndüğünde Üç Tekerlekli Bisiklet filminde Lütfi Akad’ın asistanlığını yapıyor. 1966’da Soluk Gecenin Aşk Hikâyeleri adındaki ilk filmini çekiyor, ancak film Danıştay tarafından yasaklanıyor. Dönemin alışılagelmiş İçişleri Bakanlığı ve Film Kontrol Komisyonu tarafından kesilip biçilme uygulamasına (işleyişle ve bu uygulamaya maruz kalan filmlere yönelik ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz) denk gelmeyen film, böylelikle Danıştay’ın yasakladığı ilk film haline geliyor. Danıştay 12. Dairesinin T. 28.3.1967, E.966/7481, K.967/481 sayılı kararı şöyle:
“Dava konusu filmin bütünü itibariyle umumi ahlak ve adaba, aile müessesesinin kutsiyetine aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklandığı anlaşılmaktadır. Filmin bu sebeple yasaklanmasının yerinde olup olmadığının tespiti için Naip Üye nezaretinde yapılan incelemede bilirkişi Vedat Tanrı’nın 10.2.1966 tarihli raporunda (cinsel sorunların sinematografik yoldan ele alınmaya çalışıldığı filmde gösterilmesinde sakıncalı bir cihet görülmediği) bildirilmişse de; 3.1.1967 günlü ara kararımız veçhiyle filmin ayrıca heyet halinde görülmesi uygun görülmüştür. Sahneden görülen eserle; değişik yaş ve seviyede kimseye hitap edilmesi itibariyle, bunlarda, hususiyetle hukuka ve genel ahlak kuralları çerçevesi içinde ahlaka uyarlık aranması tabidir. Tezi olmayan ve aksiyonlarında ahenk görülmeyen bahse konu filmde; insan hayatı, adeta şuur ve şuuraltı ile sadece cinsî arzular üzerine kurulmak istenmekte; gizli kalması gerekli arzu ve hareketler parklarda, umuma açık yerlerde, hatta trafiğin en yoğun olduğu cadde ortalarında cereyan ederken görülmekte; marazi tiplerin sahneye aktarılan ıstıraplı ruh hali, ar veya haya hislerini rencide etmektedir. Konunun iddia edildiği gibi rüyada geçmiş birtakım kompleksleri ifadeye çağırmış olması, filmin tüm halinde seyredenler üzerinde bıraktığı izlere ahlak ve adaba aykırı olduğunu kabule mani değildir. Bu itibarla adı geçen filmin halka gösterilmesinin ve yurt dışına çıkarılmasının yasaklanmasında ‘Filmlerin ve Film Senaryolarının Kontrolüne dair Nizamname’nin 7’nci maddesinin 6’ncı fıkrası hükmüne aykırılık görülmediğinden davanın reddine… 29.3.1967 günü oy birliğiyle karar verildi.”
Soluk Gecenin Aşk Hikâyeleri böylelikle gösterime giremiyor. Daha sonra Heper filmin negatiflerini “vasiyetimdir, hiç göstermeyeceksin” diyerek Mimar Sinan Üniversitesi’nden Prof. Sami Şekeroğlu’na veriyor. 2012’de Ankara Film Festivali yönetimi filmi göstermek isteyince, Şekeroğlu kararı mirasçıların vermesi gerektiğini belirtiyor ve Heper’in kızı Aslı Heper noter aracılığıyla ihtarname gönderince festival yönetimi filmi “Hem Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema-TV Merkezi’ni hem de Ankara Uluslararası Film Festivali olarak bizi zor durumda bırakan bu gelişme karşısında Alp Zeki Heper’in anısına saygısızlık etmemek ve bu durumu yargı konusu yapmamak adına, filmi üzülerek programdan çıkarıyoruz” açıklamasıyla programdan çıkarıyor.
Alp Zeki Heper ise filmde neyi amaçladığını ve nasıl tepkilerle karşılaştığını şöyle açıklıyor: “Soluk Gece’de aşkla, yani özgürlükle baskıyı, şiddeti, işkenceyi karşı karşıya getirmeye çalışmıştım. Anılarla ilgili, zor anlatımlı olan bir filmdi. Sevginin, tutkunun, işkenceyi, baskıyı yok etmesini dilemiştim. Özgürlüğün delice bir sevgi olduğunu düşünüyordum. Öyle simgelemeye çalışmıştım özgürlüğü. Müstehcenlikle suçlandım. Altından kalkılması güç bir suçlamaydı bu. Sansürcülere göre delice sevgi üstüne kurulu bütün divan şiirimizi, Yavuz Sultan Selim’in, Baudelaire’in, Breton’un, Eluard’ın tüm şiirlerini toplatmak gerekiyordu. Delice sevgi üstüne kurulu bütün Çin ve Japon şiirini yok saymak gerekiyordu. Şaşırmış kalmıştım.”
Soluk Gecenin Aşk Hikâyeleri’ne dair elimizde birkaç fotoğraf ve izlemiş olanların yaptığı yorumlardan fazlası yok. Rivayete göre Sami Şekeroğlu filmi Enis Batur ve Burçak Evren’e göstermiş. Az sayıdaki kaynakların hepsinde film “Bunuel’in ve gerçeküstücü akımın soyut, ruhbilimsel etkilerini taşıyan ve Freudvari cinsel bunalımlar üzerine kurulu” olarak tasvir ediliyor. Aldığı eğitimle bağlantılı olarak Fransız Yeni Dalgası’ndan da etkilenmiş olması kaçınılmaz olan Alp Zeki Heper’in bir kadını üçe bölerek “ensest”, “köle ruhlu” ve “fahişe” kadını yorumlamaya çalıştığı söyleniyor.
Heper, 1967’de bir toplumsal taşlama olan Dolmuş Şoförü filmini çekiyor. Film, başrolünde Fatma Girik ve İzzet Günay olmasına rağmen, ticari başarı yakalamıyor. 1968’de Cüneyt Arkın’la birlikte Eşkiya Halil’i çekiyor. Bugün filmin yalnızca 40 dakikalık bir bölümüne erişim mümkün, bunun nedenine sonra geleceğiz. Aynı yıl çektiği Kara Battalın Acısı filminde Fikret Hakan’ı oynatıyor. Bizans kalesinin onarımında çalışan bir Türk gencinin Rum bir kızın ölümünden haksız yere sorumlu tutulmasını anlatan film de diğer filmleri gibi doğru düzgün dağıtım imkânı bulamıyor. Ümit Bayazoğlu’na göre, Heper Yeşilçam ambargosu nedeniyle filmlerini gösterecek salon bulamıyor. Bayazoğlu ayrıca Heper’in 1960’larda bir Hababam Sınıfı filmi çekmeye niyetlendiğini, ancak sansür kurulundan yine onay alamadığını anlatıyor. İstediği gibi filmler çekmesine zaten izin verilmezken, dönemin ana akımına uydurmaya çalıştığı filmleri bile izleyiciye ulaşamıyor.
1968’de Yeni Sinema Dergisi’nde Alp Zeki Heper ve Metin Erksan gibi deneysel sinemacılara şöyle bir eleştiri getiriliyor: “Eğer Batı sinemasını, tiplerini Türk sinemasına aktarıp yerli olamıyorlarsa, bu yönetmenler ya kendi insanlarını tanımıyorlar, ya da “yenici” görünmek için blöf yapıyorlar. Türkiye’de özüyle, biçimiyle yabancı bir film yapmanın bir gereği yok. Çünkü Antonioni, Losey, Bergman ve ötekiler kendi ülkelerinde, Türkiye’de özenilip yapılmak istenenlerin en babalarını ortaya koyuyorlar. Biz Türkiye’de yaşıyoruz. Lütfen blöfü, gargarayı, göstermelik ilericiliği, aşınma biçimciliği bir kenara bırakıp kendi içimize, kendi toplumumuza dönelim beyler…” Lütfi Akad’ın da dönemin Avrupa filmlerinden esinlendiği için yeterince yerel olmamakla ve kendine ait bir üslup geliştirememekle eleştirildiğini buraya not düşelim.
Sancılı birkaç yılın ardından çevresindekilerin de maddi desteklerini çekmesi üzerine sinemayı bırakmaya karar veren Heper, yaşadığı hayal kırıklıklarının etkisiyle bir gün resimlerini ve filmlerini yakıyor. Geriye sadece Eşkiya Halil‘in 40 dakikalık görüntüsü kalıyor. 1984’te kanserden ölmeden önceki on yılında Heper’in akıl sağlığını kaybettiği söyleniyor. Selim İleri, şöyle bir anı aktarıyor: “Delilikle deha arasında gidip gelen biriydi. Sıkıyönetimin en civcivli döneminde bir dolmuşta karşılaşmıştık. Askerlerin aleyhinde bağıra çağıra atıp tutmaya başladı. Paniğe kapıldım. Arkaya dönerek yolculara ‘Delidir, aldırmayın’ demek zorunda kalmıştım. Alp’i en son Beşiktaş vapur iskelesinde gördüm. Cinnet halindeydi.”
Filmlerini ve fotoğraflarını yakan, yaşamının son döneminde bir türlü kendini kabul ettiremediği sinemadan uzakta ve sancılarıyla geçiren, “En sonunda yazan, yöneten, kurgulayan, görüntüleyen, oynayan, yapımcı ve seyirci de olabilirim. Yani tek başıma da izlemek zorunda kalabilirim filmlerimi” sözüyle hatırlanan Alp Zeki Heper de Tutunamayanlar Ansiklopedisi’nde yer almayı hak etmiyor mu? Yoksa o da Selim Işık gibi “tutunamayanlar arasında hakkı olan yeri” dahi alamıyor mu?
Kaynaklar: Türk Sinema Tarihi (Giovanni Scognamillo), Işıkla Karanlık Arasında (Lütfi Ö. Akad), Melez İmgeler (Nejat Ulusoy), Uzun İnce Yolcular: 37 Portre (Ümit Bayazoğlu)