Sonsuza kadar giden kaydırmalar, yalama isteği uyandıran ikonlar, her yerden fışkıran reklamlar, gereksiz fotoğraflar, “bu ünlüyü tanıdınız mı?” galerileri, “bildirim gönderelim mi?” tacizi, “çerez ayarlarını kabul et” dayatmaları, aralara giren otomatik Google reklamları yüzünden yanlış yerlere tıklamalar, keriz silkelemeye çalışan “bir haftada çok zengin olabilirsin” reklamları, üç ay önce e-ticaret sitesinden baktığım ürünü hâlâ gözüme sokmalar… Başım döndü devam edemiyorum artık. Basit bir internet sitesine giriyorum ama sanırsın Rio Karnavalı’nda ağzından ateş çıkaran ejderhayla mücadele ediyorum. 146’nın bağlanma sesinden kurtulduk, internet hızı 3-5G arttı diye basit bir web sayfasını kokoşluk abidesine neden çeviriyoruz? Baksana Craigslist’e, 20 yıl önce neyse şimde de aynı, hem de yılda yarım milyar dolardan fazla ciro yapıyor. Modernize olmadı diye incileri dökülmedi.
Birkaç adım geriye çıkıp 90’lara gidiyorum ve sahneyi kuruyorum: Ergenim, yaz tatili, yazlığımız yok, hava gündüz vakti çok sıcak, akşam da sıcak, evde bilgisayar ve internet yok, param kısıtlı, internet cafe’deki Half-Life arkadaşlarım da yıllık izinde. Seçeneklerim ise ya ansiklopedi okumak ya da televizyonun teletext’inde sörf yapmak. Evet, internet sörfü gibi teletext sörfü de vardı. İngilizcemi geliştirmek için kabloludaki yabancı kanalların teletext sayfalarında dolaşırdım. Bilmediğim kelimelere de tek tek sözlükten bakardım, fiziksel olarak cep sözlüğü, hani üzerinde kocaman L olan çirkin sarı renkli Langenscheidt sözlük.
Şimdi nasıl internette bir haber sitesini gezebiliyorsak, teletext’i de bunun için kullanabiliyordum. Mouse yoktu, haliyle tıklama eylemi de yoktu. Tuşlu telefonda mesaj yazar gibi ya da siyah DOS ekranında muhasebe programı kullanır gibi teletext sayfalarında iki kalem pilli uzaktan kumandayla dolaşıp sörfümü yapabiliyordum.
Arap yağı bol bulunca neresine süreceğini şaşırırmış misali teletext ortamı internete taşınınca tadımız kaçmaya başladı. İlk zamanlar zararsızdı, hızlıydı, harikaydı, demokratikti ama Web 2.0 diyerek hamburger menüler icat edildi, asenkron iletişimle sepetler şıkır şıkır dolduruldu, nereden çıkacağı belli olmayan pop-up’lar burnumuza sokuldu, o çılgın javascript kütüphaneleri de geliştiriciler tarafından web sayfalarına eklendikçe eklendi. Sonuçta iki haber okumak için girdiğimiz sayfalar devasa boyutlara ulaşıp cayır cayır çalışan download makinasına dönüştürdü elimizdeki akıllı cihazları. Ne var bunda diye soracak olursanız, karbon ayak izini hatırlatmak isterim. Estetiği geçtim, sözde estetik uğruna yapılan katliama çevreci yaklaşım üzerinden dertlenmekle meşgulüm. Mahalle yanıyor farkındayım ama bir yandan saçımı da taramak istiyorum.
Havada kalmasın, soyut konuşup sağa sola üfürmeyelim ve somutlaştıralım: Türkiye’de yayın yapan X gazetesinin sitesine girip anasayfasındaki galeriden 5 habere tıklasam, bu eylemi bir yıl boyunca yapsam, kaç gram karbon salarım doğaya? 10, 20, 50, 100? Bu sayı pek bir anlam ifade etmeyebilir, o yüzden sorunun türevini alıp daha anlamlı bir soruya evriltelim: Yaptığım bu tüketimi karşılayacak kaç ağaç lazım? İnternette sörf yapmak arabayla dolaşmak gibi, yani karbon salıp çevreyi kirletmekten bahsediyoruz. Telafisi için en azından ağaç lazım ki balans yapabilelim.
Saldığımız karbon gramajını nasıl bilebiliriz ki? Yanımızda hassas tartı mı taşıyalım, ne yapalım? Bir web sitesine girdiğinizde ne kadar karbon salındığını ölçüp gösteren siteler mevcut. Bu siteler marifetiyle bu ölçüm yaklaşık olarak yapılabiliyor. Önceki paragraftaki sorunun cevabı ne peki? Kişi başı 1 ağaç bile değildir belki, ama asıl önemli olan kollektif biçimde internet sörfü yaptığımızda ortaya çıkan sonuç.
İnternet sörfü yaparken yaptığımız bu karbon salımı için ve karşılığında da ağaç dikmediğimiz için kendimizi suçlu mu hissetmeliyiz? Kesin cevap nedir bilemiyorum ama hem evet hem de hayır diyebileceğim bir cevabım var. Evet penceresinden bakınca; odak noktasında, gereğinden fazla tüketme ve bu tüketime itiraz etmeme konuları tartışılabilir. Ciddi bir şekilde tüketim baskısına ve lüks arzulamaya maruz kalıyoruz, bazen farkındayız bazen de değiliz ama sonuçta bu baskı sonucunda ideolojisiz ya da prensipsiz bir şekilde tüketmeye devam ediyoruz. Hayır penceresinden bakınca, büyük şirketlerin bu tarz kavram ve konseptlerle tüketicinin sırtına yük bindirip sanki tek sorumlusu bizmişiz gibi yukardan parmak sallayarak, bir de üstüne önerilerde bulunarak bu suçumuzu nasıl affettirebileceğimiz konusunda bize ne yapacağımızı söylemelerinden gına geldi.
Yapılan müsrifliğin tek sorumlusu sıradan vatandaş olan ortalama tüketici midir, yoksa buna çanak tutan şirketlerin, kurumların, yapıların vs.. tahrik suçu var mıdır? Karbonu salan tüketici, parayı kazanan üretici ama bunun sorumluluğu ne hikmetse sadece tüketicide. Vergisini veren, oyunu kullanan, sandığına sahip çıkan, sürekli yetersiz hissettirilen tüketici şimdi de karbon salımıyla mücadele için pelerinini taksın isteniyor. Ama bunu yaparken de tüketmekten vazgeçmesin.