Kanı taze, ruhu yaşlı: Little Simz

Little Simz. Fotoğraf: Ian West, PA.
Little Simz. Fotoğraf: Ian West, PA.

Haziran 2020’de, koronavirüsün ilk dalgasının üçüncü ayı devam ederken, Londra’daki Holloway Road’un kuzey ucunda bir metreden biraz daha uzun bir poster belirdi. Posterde yüksek apartmanlarla devasa bir hoparlör yan yanaydı. Apartmanların çatılarından korsan radyo antenleri fışkırıyordu. Geçmişin kültürüne referans veren, yolun kuzey yönünde gidenlerin dikkatini çekmek için güneye doğru çevrilmiş postere yakından bakıldığında, bunun müzisyen Little Simz tarafından Spotify için yapılmış 101FM çalma listesinin reklamı olduğu görülüyordu. Little Simz’in büyüdüğü Essex Road’daki ev, Highbury Fields’taki okulu ve katıldığı St Mary’s gençlik kulübü, ilanın yaklaşık dört kilometre kadar güneyinde kalıyordu. Orada asılı duran, geçmişin alternatif sesleriydi. Poster günümüzde geçen, geçmişe de uğrayan bir yolculuğun temsiliydi.

Fotoğraf: Malcolm James.

Little Simz de bir gezgin, sesleri kullanarak yolculuk ediyor. Üçüncü albümü Grey Area, hem korsan radyo programlarında geçen ifadelere atıfta bulunan hem de kendi çalışmalarının sesle kurduğu ilişkiyi hatırlatan “You can’t see us, but you can hear us” [Bizi göremeseniz de duyabilirsiniz] sözüyle sonlanıyor. Çağdaşlarının çoğu görselliğe öncelik verirken, onun müziği geçmişle, politik titreşimlerle yüklü.

Bunu kısmen dört kardeşin en küçüğü olmasıyla; grime, ABD hiphop’u ve afrobeat gibi türlere düşkün olan ablalarının müzikal hafızaları sayesinde yaptığı yolculuklarla açıklamak mümkün. Tabii müziğinin yaşından daha geniş bir zamanı kapsamasının tek nedeni bu değil, onun çalışmalarında hem belirli bir amaca duyulan inanç hem de Londra’yı dünyanın farklı noktalarına bağlayan alternatif bir politik duyarlılık var.

2022’deki BRIT Ödülleri’nde En İyi Çıkış Yapan Sanatçı ödülünü aldıysa da Little Simz’in müziği pek yeni sayılmaz. Bu ödülden önce dört derlemesi, altı uzunçaları, dört de albümü vardı, ama çalışmalarının eskiyle teması bundan ibaret değildi. Pandemi sırasında yayımladığı ikinci proje olan Drop 6 EP’de geçen “Young blood, old soul, Can I die once and be born again?” [Kanım taze, ruhum yaşlı, ölsem de tekrar canlansam olur mu?] ifadesi, onun müziğinin anahtarı sayılabilir. Yaşlı ruhu Nas, Kanye, Lauryn Hill ve Notorious B.I.G’nin hikâye anlatıcılığı ile Nina Simone, John Coltrane ve Billie Holiday’in zamansızlığını bir araya getiriyor. Müziği ABD’nin doğu yakasının hip hop ritimleriyle birlikte disco, funk ve raggae’nin geçmişini çağrıştırıyor.

Grey Area albümünde Little Simz, Shakespeare ve Jay-Z’den çağdaşları olarak bahsediyor, ama o bir edebiyat ve sanat yolcusu olarak Montaigne ve J.M.W. Turner’a da benziyor, özellikle de empatiye yatkın yapısıyla. Bu, kısmen sosyal konumuyla da açıklanabilir. Evlatlık çocuklarla birlikte büyüyen (annesi koruyucu ebeveyndi) Simz, bu nedenle kuzey Londra’daki akranlarından farklı olarak hayatın çeşitli kesimlerinden gelen kardeşleriyle samimi bir sosyal alanı paylaşmıştı.

Archway’deki posterde Spotify mesajının yanı sıra Simz’in geçmişindeki “yaşam destek ünitesi” de yer alıyor, çünkü onun müziği yolculuklarla olduğu kadar kentin somut meseleleriyle de ilgili. İkinci albümü Stillness in Wonderland’in son şarkısı “No More Wonderland”de “My people need me” [insanların bana ihtiyacı var] diyor. Müzikle dolu olağanüstü bir tavşan deliğinin derinliklerinden gerçekliğe, kemer sıkma politikalarının hakim olduğu Londra’ya dönüyor. Bu albümün ardından yaptığı şarkılar Londra hayatının agresif dolaysızlığını yansıtırken Simz bize ırkçılık, patriyarka, sınıfsal ve bireysel şiddet, yapısal köleleştirme ve genç siyah erkeklerin sokaktaki hayatlarına dair hikâyeler anlatıyor.

Bu bir eleştiriden fazlası, nitekim “insanların bana ihtiyacı var” kan bağıyla ya da doğrudan kurulan ilişkilerin ötesinde bir mevcudiyetin onaylanması anlamına geliyor. O travmalarına dair kafa yoruyor ki başkaları da kendi travmalarını çözebilsin. Müziğini canlandırmak için acının yanına mutluluk, sevinç ve heyecan da katıyor. NME’ye verdiği röportajda “Bazen sanatçılar, iyi bir sanat eseri ortaya koymak için travmalardan esinlenmek gerektiği hissine kapılıyor. Bence böyle olmak zorunda değil. Mutluluktan, sevinçten ve heyecandan beslenip iyi bir iş çıkarabilmek de çok hoş,” diyor. Eğer Simz biraz Shakespeare, biraz Jay-Z, biraz J.M.W. Turner, biraz da Montaigne ise, belki biraz da bell hooks. Özgürleşme kapasitesiyle Adorno’dan çok Marcuse’ye benzediği ise kesin.

Aynı zamanda içedönük biri. 2021’de yayımlanan albümü Sometimes I Might Be Introvert’ün [Kimi Zaman İçedönük Olabilirim] baş harfleri, gerçek adı Simbi’yi oluşturuyor. Simz görülmektense duyulmayı tercih ediyor. Şöhretin ucuz tuzaklarıyla değil sesin yoğun anonimliğiyle ilgileniyor. Günümüzün patolojik aşırı sahiplenme ve aldırmazlığıyla bezeli, dışadönük, narsist ve yıkıcı kendini sevme biçimleri, bir de asla doymayan bir ekonomideki beğeniler ve izlenmelerle beslenen olumsuzlukların karşısında, onun içe dönüklüğü duraklama, daha düşünceli bir varoluşa dahil olma, dünyayla daha utangaç ve daha işbirlikçi bir empati kurma şansı sunuyor.

“You Should Call My Mum” [Annemi Aramalısın] adlı şarkıda şu sözlere başvuruyor: “Though I’ve always appreciated solitude, Yeah, I’ve always been cool with bein’ lowkey, Don’t see me out here much, not me” [Yalnızlığın değerini hep bildim, evet, göze batmamak hep hoşuma gitti, beni buralarda pek göremezsin, ben o değilim]. Gözden uzakta olmak ateşini söndürmüyor, aksine, cesaretini, dünyaya karşı açıklığını pekiştiriyor. Başkaları önündeki – güçsüzlüğünü değil – kırılganlığını ortaya çıkarıyor. NME’ye söylediği gibi bu tür bir kırılganlıkta büyük bir güç var, “buna ısrarla devam ettim, iyi ki de yapmışım.”


*Bu yazı, Can Koçak tarafından Malcolm James’in Tribune’de yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share