Biraz utanç verici bir hikâyeyle başlamak zorundayım, çünkü dünyanın futbolculara ve teknik direktörlere sanki birer tanrıymış gibi bakması açıkçası beni biraz korkutuyor. Bir Hıristiyan olarak, tek Tanrı’ya inanıyorum ve Tanrı’nın futbolla ilgisi olmadığına sizi temin ederim. Gerçek şu ki, hepimiz sürekli çuvallıyoruz. Genç bir teknik direktörken, ben de çok çuvalladım. Bu da o hikâyelerden biri.
2011’e dönelim. O dönem çalıştırdığım takım Borussia Dortmund, Bayern Münih ile karşılaşacaktı. Ligin en büyük maçlarından biriydi. Münih’e karşı herhalde bir 20 yıldır kazanamıyorduk. Filmler bana çok ilham verdiğinden, ne zaman oyuncuları cesaretlendirmem gerekse daima Rocky Balboa aklıma gelir. Bana kalsa, ilk dört Rocky filmini dünya genelinde tüm devlet okullarında izletmeliler. Bu filmleri izlediğinizde bir dağın tepesine çıkma arzusu duymuyorsanız, bence bir sorununuz var.
Neyse, Bayern ile yapacağımız maçtan önceki gece bütün oyuncuları otelde takım konuşması için topladım. Hepsi oturuyordu, tüm ışıklar kapalıydı. Onlara gerçeği söyledim: “Dortmund, Münih’te son kazandığında çoğunuzun altında bez vardı.” Sonra ekrana Rocky IV filminden bazı sahneler yansıttım. İşte Ivan Drago’nun olduğu o klasik sahneyi mesela.
Drago koşu bandının üzerinde, büyük bilgisayar monitörlerine bağlı, başında onu inceleyen bilim insanları. “Hatırladınız mı?” dedim çocuklara, “Gördünüz mü? Bayern Münih Ivan Drago’nun ta kendisi, her şeyin en iyisi. En yüksek teknoloji! En iyi makineler! Onlar durdurulamaz!”
Sonra Sibirya’da ormanda küçük kulübesinde antrenman yapan Rocky’yi gösterdim. Çam ağaçlarını kesiyor, karda odun kütüklerini taşıyor ve dağın tepesine koşuyor. Çocuklara dönüp “Görüyor musunuz?” dedim. “İşte bu da biziz, biz Rocky’yiz. Daha küçük olabiliriz ama tutkumuz var! Bizde şampiyon yüreği var! İmkânsızı başarabiliriz!”
Böyle böyle konuşurken bir ara tepkilerini görmek için oyuncularıma şöyle bir baktım. Onları, Sibirya’da bir dağa tırmanmaya hazır, sandalyelerin tepesinde görmeyi bekliyordum. Ama hepsi karşımda öylece durmuş, donuk gözlerle bana bakıyordu. Yüzlerinde bomboş bir ifade, tam bir sessizlik içinde. “Bu deli herif ne anlatıyor?” der gibi bakıyorlardı yüzüme.
Sonradan kafama dank etti. Rocky IV ne zaman çıkmıştı, 1980’ler filan? E, bu çocuklar ne zaman doğmuştu? “Bir dakika çocuklar, Rocky Balboa’yı tanıyanlar el kaldırsın,” diye sordum nihayet. Sadece iki el kalktı, Sebastian Kehl ve Patrick Owomoyela. Geriye kalanlar: “Hayır hocam, üzgünüz.”
Bütün konuşmam boşa gitmişti. Önümüzdeki maç, sezonun en önemli müsabakası. Belki bazı futbolcuların hayatlarının en önemli maçı. Teknik direktörse geçmiş karşılarına bağıra çağıra Sovyet teknolojisini ve Sibirya’yı anlatıyor! Ha-ha! İnanabiliyor musunuz?
İşte, gerçekten olan biten bu. Hayatta olan bitenler de böyledir. Biz insanız ve bazen kendimizi küçük düşürürüz. Olan olur. Futbol tarihinin en iyi konuşmasını yaptığımızı zannederken, aslında söylediklerimiz baştan aşağı saçmalıktır. Ama ertesi sabah uyanır ve mücadeleye devam ederiz.
Bu hikâyenin en tuhaf yanı nedir, biliyor musunuz?
O maçı kazandık mı kaybettik mi hatırlamıyorum. Bu konuşmayı 2011’de 3-1 kazandığımız maçtan önce yaptığıma adım gibi eminim ve bu kulağa çok daha güzel geliyor! Ama %100 emin olamıyorum işte.
İnsanların futbol konusunda her zaman anlayamadığı şey bu. Maç sonuçlarını unutursunuz, hepsini birbirine karıştırırsınız. Ama o çocuklar, hayatımın o dönemi ve o küçük hikâyeler. Onları asla unutmayacağım.
FIFA Yılın En İyi Teknik Direktörü ödülünü kazanmaktan onur duyuyorum, ama elimde ödülle tek başına sahnede dikilmekten hiç hoşlanmıyorum. Bu oyunda başardığım her şey, çevremdeki insanlar sayesinde mümkün oldu. Sadece oyuncularım değil; ailem, oğullarım ve ben ziyadesiyle sıradan biriyken en başından beri yanımda olan herkes sayesinde.
Açıkçası, 20 yaşımdayken, biri gelecekten gelip de bu hayatta yaşayacaklarımı anlatacak olsaydı ona sahiden inanmazdım. İsterse Michael J. Fox bizzat uçan kaykayıyla gelsin, neler olacağını anlatacak olsaydı, ona da imkânsız olduğunu söylerdim.
20 yaşımdayken, hayatımı baştan aşağı değiştiren bir an yaşadım. Henüz bir çocuktum ama daha yeni baba olmuştum. Zamanlamanın harika olduğunu söylemek elbette kolay değil. Bir yandan amatör futbol oynarken, üniversiteye devam ediyordum. Okul ücretini ödeyebilmek için, sinema filmlerini tuttukları bir depoda çalışıyordum. Gençler, size söylüyorum: DVD’lerden bahsetmiyorum. 1980’lerin sonuydu, her şey hâlâ makara filmlerde duruyordu. Kamyonlar yeni filmleri almak üzere sabah altıda gelirdi, biz de o kocaman teneke kutuları yükleyip boşaltırdık. Gerçekten çok ağırlardı. Ben-Hur gibi dört makaralı filmleri göstermesinler diye dua ederdiniz, yoksa o gün mahvolacaksınız demekti.
Her gece beş saat uyur, sabahları depoya gider, günün geri kalanını da derste geçirirdim. Geceleri antrenmana gider, sonra eve döner ve oğlumla vakit geçirmeye çalışırdım. Zor zamanlardı ama bana hayat hakkında çok şey öğretti.
Genç yaşta çok ciddi bir insana dönüşmek zorunda kalmıştım. Tüm arkadaşlarım beni geceleri bara çağırır, iliklerime kadar “Evet ya! Geliyorum!” demeyi isterdim. Ama gidemezdim elbette. Artık yalnızca kendim için yaşamıyordum. Bebeklere yorgun olduğunuzu ve öğlene kadar uyumak istediğinizi anlatamazsınız.
Hayata getirdiğiniz bebeğin geleceğine dair endişeleriniz olduğunda bu sahici bir endişedir, gerçek bir zorluktur. Futbol sahasında ne olursa olsun, bununla kıyaslayamazsınız.
Bazen insanlar neden sürekli gülümsediğimi soruyorlar. Kaybettiğimiz bir maçtan sonra bile gülümsüyor olabilirim. Çünkü oğlumun doğumundan sonra futbolun ölüm kalım meselesi olmadığını anladım. Biz burada hayat kurtarmıyoruz. Futbolun sefalet ve nefret yaymak yerine ilham ve keyif vermesi gerek. Özellikle de çocuklara.
Küçük meşin yuvarlağın birçok oyuncumun hayatında ne gibi değişikliklere sebep olabileceğini gördüm. Mo Salah’ın, Sadio Mané’nin, Roberto Firmino’nun; bizim çocukların birçoğunun yaşadıkları şeyler gerçekten akıl almaz. Üstesinden gelmek zorunda kaldıkları şeyleri, Almanya’da genç bir delikanlıyken yaşadığım zorluklarla kıyaslamaya olanak yok. Her birinin kolayca pes edebilecekleri sayısız gün oldu ama vazgeçmeyi reddettiler. Onlar birer tanrı değil. Hayallerinden asla vazgeçmediler, o kadar.
Bana kalırsa futbolun %98’i yenilgiyle baş etmekle, yine de gülümseyebilmekle ve ertesi günkü maçtan keyif alabilmekle ilgili.
En başından beri hatalarımdan ders almayı öğreniyorum. İlkini asla unutmayacağım. 2001’de, 10 yıldır oyuncusu olduğum Mainz’da teknik direktörlük görevini üstlendim. Sorun, tüm futbolcuların hâlâ arkadaşım olmasıydı. Bir gecede patronları oldum. Ama bana hâlâ “Kloppo” diye sesleniyorlardı.
İlk maçımızdan önce ilk 11’i duyurmak zorunda kalınca, her futbolcuyla yüz yüze konuşmanın doğru olacağını düşündüm. Bunun berbat bir plan olduğu kafama sonradan dank etti, çünkü oyuncular iki kişilik odalarda kalıyorlardı.
Gözünüzün önüne geliyordur. İlk odaya giriyorum, iki oyuncuyu da yatağa oturtuyorum. Birine “Sen yarın ilk 11’de başlıyorsun,” diyorum. Diğerine “Maalesef sen yedeksin,” diyorum.
Bunun budalaca bir plan olduğunu ikinci oyuncu gözlerime bakıp, “Ama Kloppo, neden?” diye sorduğunda anladım. Çoğu zaman bir cevabım yoktu. Asıl cevap ise şuydu: “Yalnızca 11 oyuncuyla oynayabiliriz.” Maalesef bunu sekiz kere daha yapmak zorunda kaldım: 9 adet iki kişilik odada 18 futbolcu. Bir odada iki oyuncu: “Sen ilk 11’desin, sen yedeksin.”
Her seferinde “Ama Kloppo, neden?” Ha-ha! Dayanılmazdı!
Bu, bir teknik direktör olarak boka bastığım birçok ânın ilkiydi. Ne yapabilirsiniz? Bir mendil alıp, temizler ve yaptığınızdan ders alırsınız. Bana hâlâ inanmıyorsanız, şunu bir düşünün: Bir teknik direktör olarak en büyük zaferim, bir felaketin sonucuydu.

Geçen sezon Şampiyonlar Ligi’nde deplasmanda Barselona’ya 3-0 kaybetmek hayal edilebilecek en kötü sonuçtu. İkinci maç için hazırlanırken, takım konuşmam gayet açıktı. Bu kez Rocky falan yoktu. Daha çok taktik anlattım ama gerçeği de söyledim: “Dünyanın en iyi iki forveti olmadan oynamak zorundayız. Başkaları bunun imkânsız olduğunu söylüyor. Kıvırtmaya gerek yok, büyük ihtimalle imkânsız. Peki, karşılarında siz varsınız diye mi imkânsız? Tam tersine, siz varsınız diye şansımız var.”
Buna gerçekten inanıyordum. Mesele oyuncularımın teknik kabiliyetleri değildi. Birer insan olarak kim oldukları ve hayatta üstesinden gelebildikleri her şeydi. Konuşmayı şöyle bitirdim: “Eleneceksek de bırakın en güzel şekilde elenelim.”
Bunları söylemek benim için elbette çok kolay. Taç çizgisinin gerisinde oyunculara bağıran benim. Söylediklerimi uygulayacak futbolcuların işi çok daha zor. Ama o çocuklar ve Anfield’daki 54 bin taraftar sayesinde imkânsızı başardık.
Futbolun en güzel yanı hiçbir şeyi yalnız başınıza yapamıyor olmanız. Hem de hiçbir şeyi, inanın bana.
Maalesef, Şampiyonlar Ligi tarihinin en olağanüstü anını tam olarak göremedim. Belki de bu bir teknik direktörün hayatını anlatmak için iyi bir metafordur, bilmiyorum. Her halükârda, ben Trent Alexander-Arnold’ın vücuda getirdiği o dâhice ânı kaçırdım gitti.
Topun kornere çıktığını gördüm. Trent’in topu almak üzere yürüdüğünü, Shaqiri’nin de onun takip ettiğini gördüm. Ama sonra, oyuncu değişikliği yapmaya hazırlandığımızdan, arkamı döndüm. Yardımcımla konuşuyordum… Sonra… Şöyle diyeyim, her düşündüğümde tüylerim diken diken oluyor… Sonra, o gürültüyü duydum.
Yüzümü sahaya çevirdim ve topun ağlarla buluştuğunu gördüm. Yeniden kulübeye döndüm, Ben Woodburn’e baktım. “Ne oldu öyle?” diye sordu. “Hiçbir fikrim yok!” diye yanıtladım.
Anfield tam anlamıyla çılgına dönmüştü. Yardımcımı zar zor duyuyordum. “Hâlâ oyuncu değişikliğini yapıyor muyuz?” diye bağırıyordu. Ha-ha! Bu söylediğini asla unutmayacağım, hep benimle kalacak.
Düşünebiliyor musunuz? 18 yıllık teknik direktörlük hayatımda bu oyunu milyonlarca saat boyunca izlemişken, bir futbol sahasında yaşanabilecek en arsızca şeyi kaçırdım. O geceden beri, Divock’un golünün videosunu muhtemelen 500 bin kere izlemişimdir. Canlı olarak tek görebildiğim, topun ağlarla buluşmasıydı.
Maçtan sonra odama döndüğümde, birama dokunmadım bile. Gerek yoktu ki. Önümde bir şişe suyla sessizce oturup gülümsüyordum öylece. Kelimelerle tarif edemeyeceğim bir duyguydu bu. Eve döndüğümde, ailem ve arkadaşlarım beni coşkuyla karşıladı ve herkes acayip eğlenmek istiyordu. Ama duygusal olarak o kadar yorgun düşmüştüm ki, tek başıma yukarı çıktım ve yatağa kendimi bıraktım. Vücudum ve zihnim tamamen boşalmıştı.
Hayatımın uykusunu uyudum. Ertesi sabah uyandığımda, “Olanlar gerçek, her şey gerçekten oldu,” diye düşünmek harikaydı.
Bana göre sinemadan daha ilham verici olabilecek tek şey futbol. Sabah uyanıyorsunuz, mucizenin tamamen gerçek olduğunu anlıyorsunuz. Drago’yu nakavt etmişiz. Bu, gerçekten olmuş.
Şampiyonlar Ligi kupasını Haziran ayında Liverpool sokaklarında dolaştırdığımızdan beri düşünüyorum bunları. O günkü duygularımı tanımlayabilecek kelimelere sahip değilim. Takım otobüsünde ilerliyorduk. Ne zaman “Herhalde artık bitti, Liverpool sokaklarında daha fazla kutlama yapacak insan olamaz,” diyecek olduğumuzda, bir köşeyi dönüveriyorduk ve kendinden geçmiş kalabalık kutlamaya aynen devam ediyordu. Kesinlikle inanılmazdı. Tüm o duyguları, heyecanı ve hissetmemeye olanak olmayan sevgiyi o gün bir şişeye doldurabilseydik, dünya daha güzel bir yer olurdu.
O günün bende bıraktığı hisleri unutamıyorum. Hayatımdaki her şeyi bana futbol verdi. Sahip olduklarımı dünyaya geri verebilmek için daha fazlasını yapmak istiyorum. Benim için kolay, kabul. Ama siz nasıl gerçekten nasıl fark yarabilirsiniz?
Son bir yıldır, Juan Mata, Mats Hummels, Megan Rapinoe gibi sayısız futbolcunun “Common Goal” (Ortak Hedef) hareketine dahil olduğunu görmek beni çok etkiledi. Neler yaptıklarını bir bilseniz, gerçekten akıl almaz. 120’den fazla oyuncu dünya genelinde futbolu geliştirmek için çalışan sivil toplum kuruluşlarına kazançlarının %1’ini bağışlamayı taahhüt etti. Şimdiden Güney Afrika, Zimbabwe, Kamboçya, Hindistan, Kolombiya, Birleşik Krallık, Almanya ve daha pek çok ülkedeki gençlik futbol programlarına katkıda bulundular.
Bu yalnızca dünyadaki en zengin futbolcularına has bir şey değil. Kanada Kadın Milli Takımı’nın ilk 11’inin tamamı bu harekete katıldı. Onlara Japonya, Avustralya, İskoçya, Kenya, Portekiz, İngiltere ve Gana’dan futbolcular da destek oldu. Bundan etkilenmemek mümkün mü? Futbol budur işte.
Ben de hareketin bir parçası olmak istiyorum. Bu nedenle yıllık kazancımın %1’ini “Common Goal” hareketine bağışlamayı taahhüt ediyorum. Ve futbol dünyasından çok daha fazla insanın bana katılmasını umuyorum.
Dürüst olalım arkadaşlar. Biz fazlasıyla talihliyiz. Ayrıcalıklı insanlar olarak dünya genelinde yalnızca bir şansa ihtiyacı olan çocuklara yardım etmek bizim sorumluluğumuz.
Sahici dertlerle karşılaştığımız günleri unutmayalım. Gerçek dünya, içinde yaşadığımız bu balondan ibaret değil. Kimse kusura bakmasın, futbol sahasında yaşanan hiçbir şey gerçekten bir sorun olamaz. Bu oyunun kazanılacak hasılattan ve kupalardan daha büyük bir amacı olması gerekiyor, haksız mıyım?
Hepimiz bir araya geldiğinde, dünyada olumlu yönde fark yaratabilmek için kazandıklarımızın %1’ini bağışladığında neler yapabileceğimizi bir düşünsenize. Bilmiyorum, belki ben çok safım. Belki de iflah olmaz hayalperestin tekiyim.
İyi de, bu oyun kimin için var?
Bu oyun hayalperestler için var. Bunu hepimiz bal gibi biliyoruz.
*Bu yazı, Cüneyt Bender tarafından Jürgen Klopp’un (profesyonel sporcuların ve antrenörlerin kendi hikâyelerini anlattıkları) The Players Tribune için yazdığı makaleden çevrilmiştir.