Jo Nesbø, Joel Coen ve kenarda kalanlar: Macbeth’i yeniden anlatmak

THE TRAGEDY OF MACBETH (Joel Coen, 2021).
THE TRAGEDY OF MACBETH (Joel Coen, 2021).

Hikâye, bir karakterin savaş alanında gördüğü Macbeth’e methiyeler düzmesiyle açılıyor. Dolayısıyla seyirci ya da okur olarak bu hikâyenin başkarakteriyle tanışmamız, bize anlatılan bir hikâye aracılığıyla oluyor. Macbeth’e düzülen bu methiye, aynı zamanda bir şeyler için daha baştan geç kalındığına işaret ediyor. Özetle Macbeth cesur, gözüpek, yani iktidar için her şeyi yapabilecek biri, bize anlatılanlar bunlar. Arka planda kalan ise “Onu bir de savaş alanında görmeliydiniz, (ama görmediniz),” mesajı. Bu hikâyenin varlıkla ve yoklukla, elde edilenler ve elden yitirilenlerle ilgili olduğu baştan itibaren önümüze konuluyor. Aslında kehanetlerle tanımlanmış bir hikâyede bundan büyük kehanet bulmak zor. Yine de cadılar aracılığıyla tüm bunların daha derli toplu bir kehanet olarak tekrar anlatılacağını biliyoruz. Öte yandan tekrarın, hikâyenin içinden dışına taşan bir yanı da var.

Art arda sayılabilecek bir düzende Jo Nesbø’nun Macbeth’ini (Çev: Can Yapalak) okumuş, Joel Coen’in The Tragedy of Macbeth’ini (2021) izlemişken aklıma bir soru takıldı. Yazıya Macbeth’in trajedisinin Macbeth’e dair anlatılan bir hikâyeyle açıldığını söyleyerek başladım. Peki, Macbeth’i tekrar anlatmak ne anlama geliyor? Neden farklı mecralarda faaliyet gösteren yaratıcıların ilgisini çekiyor?

Nesbø, Macbeth’i tam netleşmese de 1970’ler olduğunu varsaydığımız bir zamana, biraz İskoçya’yı biraz da Nordik coğrafyasını çağrıştıran bir mekâna uyarlamış. Bu sefer karakterimizin muradı kral değil emniyet müdürü olmak. Kehaneti Macbeth’le paylaşan cadılar değil eli kentin her yerine uzanan bir uyuşturucu baronu, Inverness ise kale değil gazino. Shakespeare’in oyunuyla arasındaki en büyük fark ise tiratların yerini karakterlerin arka plan hikâyelerinin alması. Örneğin Macbeth’in (burada yalnızca bu şekilde anılan) Lady’yle nasıl tanıştığını, (burada adının başındaki Mac’i kaybetmiş) Duff’la birlikte bir yetimhanede büyüdüğünü öğreniyoruz. Ayrıca Duff’ın karısıyla arasında geçenler, yaşadığı evlilik dışı ilişki uzun uzadıya anlatılıyor. Öyle ki Nesbø Duff’ın hikâyesini anlatmakla en az Macbeth’in hikâyesini anlatmakla olduğu kadar, belki de ondan bile fazla ilgileniyor. Buna kitabın polisiye unsurlarını ya da olay örgüsünü geliştirmek için başvurduğunu söylemek mümkün. Nitekim Nesbø Macbeth’in psikolojisinden ziyade tüm kent ve çeperinde olan bitenle ilgileniyor, Duff’ın kaçışı ve dönüşü de bunun büyük parçalarından biri hâline geliyor.

The Tragedy of Macbeth’in dikkatleri çeken ilk yönü ise mekânların kurulma biçimi olsa gerek. Siyah-beyaz görüntülerin de etkisiyle Macbeth’in hükmettiği kalelerin, sarayların içi bomboş görünüyor, sanki tüm hikâye hiçlikte geçiyor gibi. Tiyatro sahnesindekine benzer ışık oyunlarının geçişlerdeki kullanımı, bu hiçlik hissini kuvvetlendiriyor. Bu da elbette başta vurguladığımız elde edilenler ve elden yitirenler ikiliğine atıfta bulunuyor. Nitekim Denzel Washington ve Frances McDormand gibi alışılagelmişten biraz daha yaşlı bir Macbeth – Lady Macbeth tercihi, Macbeth’in mirasına dair endişesinin aciliyetini artırıyor. Gücü eline geçirdiği anda tahtı bırakacak kimsesi olmadığını, kaybetmeye de bir gün daha yaklaştığını fark ediyor. Denzel Washington’ın oyunculuğu karakterin hırsıyla birlikte kararsızlığını, hatta çocuksuluğunu da vurgulayan tekinsiz bir sükunetle başlıyor. Bu tercih, hem yükselişlerini daha etkileyici kılıyor hem de gücü ele geçirdikten sonra zihninin gelgitlerini vurguluyan bir metoda dönüşüyor.

İki yapıttaki ortak sayılabilecek bir “fark” ise esas hikâyede kenarda köşede kalmış, pek de önem addedilmeyen Ross karakterinin kullanımı. Nesbø onu krupiyer Jack’e çevirmiş, Inverness kumarhanesinde Lady’nin sağ kolu yapmış. Macbeth, Lady’yle tanışmasına vesile olan gün Jack’in hayatını kurtarıyor, Jack de bu çifte koşulsuz bir sadakatle bağlanıyor. Zamanla hem Macbeth’in en büyük sırdaşına hem de bu sırları uyuşturucu baronlarına aktaran bir köstebeğe, iki tarafla da ikili oynayan bir ajana dönüşüyor. Her şeyi gören, bilen, fazlasıyla becerikli, hiçbir zaman sükunetini kaybetmeyen bir karakter, bu yüzden de belki de anlatının en güçlüsü o. Coen ise Ross’u aynı adla kullanıyor, ama ona yine önemli bir rol veriyor. Ross’un buradaki konumu biraz Game of Thrones’un kişilere değil tahta bağlı[i] Lord Varys’ine benziyor, nitekim Duncan’a da, Macbeth’e de, Malcolm’a da sadık bir profil çizerken “yanar dönermiş” gibi bir intiba bırakmıyor. Fleance’la kurduğu ilişki ise farkını ortaya koyduğu an(lar) olarak dikkat çekiyor. O kadar ki, kehanetin tam anlamıyla doğru çıkması ihtimalini hayatta tutan Ross’un tercihi oluyor. Burada da benzer şekilde hiç dikkat çekmeden, tüm ipleri olmasa da yeterince ipi elinde tutan bir karakter var.

Elbette Macbeth tarih boyunca defalarca yorumlanan, ileride de defalarca yorumlanacak bir eser. Tüm bu yorumlarda tek kesişim noktası bulmak da mümkün olmasa gerek. Yine de bu hikâyenin (bildiğim kadarıyla) son iki büyük uyarlamasının böyle bir ortak noktası olması ilginç. Kenarda köşede kalmış ayrıntıların değerini fark etmek üzerinden tekrar anlatmanın tekrar izlemeye benzeyen bir yapısı olduğunu söyleyerek, nihayetinde tekrar etmeyenin hata edeceğini hatırlatarak bitirelim.


[i] Reel politikte “devlet ayrı hükümet ayrı” gibi saçma sapan laflar da duyuyoruz, ancak bu ifadenin anlamlı olduğu yegâne evrenin kurmaca hatta fantastik edebiyat olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Şiir nereye kayboldu?

Şiirden bahsederken aklınızda canlanan sahne orta yaşlı, bekar, orta sınıf bir erkeğin rakı masasında otururken size epey anlamsız…
daha fazla

Böreğin tarihi

Sultan IV. Mehmet (sal. 1648-1687) döneminde, Divan-ı Hümayun her sabah Topkapı Sarayı’nın Kubbealtı bölümünde toplanırdı. Sadrazam ve vezirler…
Total
0
Share