Orada büyümek şöyle dursun, Britanya’da yaşamış herhangi biri, HBO’nun yeni mini dizisi Chernobyl’deki santralin müdürü Viktor Bryukhanov’un sesini anında tanıyacaktır. Tiz, boğuk, sekretervari bir ses. Kaygısızlıkla örtülmüş gizli bir tehdit taşıyor. İngiltere’nin güney batısındaki ufak bir kasabadan gelen Con O’Neill tarafından canlandırılan Bryukhanov, ilk bölümün büyük çoğunluğunu olan biteni inkâr ederek geçiriyor. Reaktör patlamış olamaz. Radyasyon değerleri hatalı. Radyasyon zehirlenmesi yaşayan ve kusmaya başlayan ilk müdahale ekibi yalnızca kirli su içmiş. Bryukhanov rolünde O’Neill, yeni bir gerçeklik yaratmak için İngiliz aksanını kullanıyor. Bu onun kendi gerçekliği değil, içinde olduğu bürokratik yapının düşünce biçimine itaat eden bir gerçeklik.
Chernobyl, 1986’da Ukrayna’daki nükleer santralde gerçekleşen patlamanın hikâyesini anlatan iç karartıcı ve duygu yüklü bir tarihi dizi. Olayın ardından geçen saat ve günleri, tahliye emirleriyle ilgili tartışmaları, bilginin kısıtlanmasını, korkunç bir şiddetli radyasyondan mustarip işçileri ve itfaiyecileri, giderek daha da çaresiz hâle gelen nükleer alevleri söndürme denemelerini anlatıyor. Dizi içten içe hissedilen bir varoluş endişesiyle dolu, bir kıtanın tamamını yok etme ihtimali olan görünmez bir tehlikeyi gösteriyor. Resmettiği dünyada olabilecek en kötü şey çoktan gerçekleşmiş, onu sınırlamak ve hafifletmekten başka bir seçenek yok.
Chernobyl’in oyuncu kadrosunun çoğunlukla İngiliz aksanlı oyunculardan oluşması SSCB’de geçen bir dizide göze çarpıyor. Dizinin yaratıcısı Craig Mazin, bir röportajda Rus aksanı kullanmanın saçma olacağına ve dizinin dram yönünü azaltacağına en baştan karar verdiklerini söylüyor. Amerikan aksanının da abes kaçacağına karar veriliyor. Onun yerine Amerikalı olmayan ve İngilizce konuşan oyuncularla anlaşılıyor, böylelikle kadronun büyük çoğunluğu Britanyalı oluyor. Jared Harris (Mad Men’in Lane Pryce’ı) işini ciddiye alan ve üst düzey görevlilere temkinli bir dürüstlükle karşı çıkan bir bilimadamını canlandırıyor. Lancashire kontluğuna bağlı kentlerden Chorley’li Adam Nagaitis felakete maruz kalan itfaiyecilerden birini canlandırıyor, açıkta kalmış, korunmasız reaktöre fayda etmeyen suyu püskürtmeye yetkililer tarafından mecbur bırakılmış, radyoaktif parıltıdan dolayı yüzü kıpkırmızı hâlde ve parçalanıyor.

Konuşma biçimi, Britanya’da insanları çok katmanlı bir toplumsal düzenin içine hızlıca ve hatasız yerleştirmenin bir yolu. Britanyalıların sesleri, sınıflarını, bölgelerini, eğitimlerini, birinin kendisi dışındaki dünyayla nasıl ilişki kurduğunu ve onun tarafından nasıl şekillendirildiğini ortaya çıkaran diğer birçok hemen göze çarpmayan özelliği ele veriyor. Britanya’daki insanlar kimliklerini baştan yaratmak, geçmişlerini gizlemek ya da toplumsal hiyerarşide yeni bir konum için mücadele vermek istiyorlarsa, işe çoğunlukla seslerini değiştirerek başlıyorlar. Chernobyl’deki İngiliz aksanları sınıfa ve bölgeye göre değişkenlik gösteriyor. SSCB’nin ücra bir köşesinden çöken santralin altında tünel açmak için çağrılan madencilerin hepsinin İskoçyalı olması hoş bir dokunuş. Bilimadamları tok, güzel, pahalı eğitim almış seslere sahipken siyasetçiler ve bürokratların çeşit çeşit aksanı var. Devrimci işçi sınıfı sosyal hareketliğiyle nesiller boyunca Sovyet siyasi elitlerinin arasına sızmışken bu da son derece mantıklı.
Chernobyl muhtemelen Armando Iannucci’nin 2017’de çektiği “screwball” komedisi Stalin’in Ölümü’nden bu yana savaş sonrası Sovyet yaşamının temsil edildiği en popüler yapım. O filmde de oyuncu kadrosunun yarısı Britanyalı ve seslerine aşinalığımız çok şaşırtıcı. Örneğin İngiliz Malayası’nda doğan ve Londra’da büyüyen tiyatrocu Simon Russell Beale’in canlandırdığı, Stalin yönetiminin güvenlik şefliğini yürüten psikopat, ölüm saçan pedofil Lavrentiy Beria. Bir noktada Beria rolündeki Beale, bekleyen NKVD ajanlarına idama mahkûm edilen vatandaşların listelerini dağıtıyor. Sesi Bryukhanov gibi kendinden emin ve dengesiz, kişisel karizmasını hayli hayli aşan bir bürokratik mantıkla koşullandırılmış. Beria duruyor ve listeyi işaret ediyor: “Kadını adamın önünde vur ve adamın gördüğünden emin ol. Ah, bir de bu. Hmm… Onu öldür, kilisesine götür ve kürsüye doğru at. Gerisini sana bırakıyorum.”

Gözlerimi kapatırsam öğretmenlerimi duyuyorum. Bilet kontrollerini duyuran tren kondüktörlerini duyuyorum. İnternetim bozulduğunda telefonlara cevap veren insanları duyuyorum. Öğrencilerim mantıklı ama gerçeğe dönüştürülemeyecek taleplerde bulunduğundaki kendi sesimi dahi duyuyorum. İngiliz aksanıyla Stalinizm kulağa inandırıcı geliyor. Aşırı mantıklı görünüyor. Peki neden?
Cevaplardan biri kültür kuramcısı Mark Fisher’ın yazdıklarına işaret ediyor. Fisher, Britanya devlet idaresinin “piyasa Stalinizm’i” diye tanımladığı şeyin pençesinde olduğunu iddia ediyordu. 1980’ler ve 1990’lardan bu yana Britanya’nın kamu hizmetleri özelleştirilmişken okullar, hastaneler ve üniversitelerden geriye kalanlar, puanlar, ölçümler ve bireysel performans değerlendirmelerinden oluşan karmaşık bir ağın içinde birbiriyle yarışmaya mecbur bırakılmış durumda. Kısaltmalardan oluşan adlara sahip düzenleyici kurumlar ortaya çıkıp hızla kayboluyor. Fisher’a göre bu tür uygulamalar, tipik Sovyet sanayileşmesini ayırt edici özelliklerinden hedefler, teşvikler ve başarısızlıkla sonuçlanan planlardan oluşan acımasız ve dikkat çeken aygıtları akla getiriyor.
Sovyet otoriterizminin İngiliz aksanıyla rahatsız edecek kadar mükemmel duyulmasının nedeni, Britanyalı insanların hayatlarını Sovyetler Birliği’ninkine benzer bürokrasilerde geçirmeleri olabilir mi? Azalan altyapı şebekeleri, tekleyen büyümesi, çevreyle ilgili yavaş yavaş büyüyen endişesi, işlevsiz politik sınıfı ve can sıkıcı bürokratik ağlarıyla 2019’daki Britanya, başarının kendisindense sembollerine yönelmişken Sovyetler dönemindeki Ukrayna’nın 1980’lerdeki hâline belki bir zamanlar olduğu kadar uzak görünmüyor.
Gerçekten de 2019’dan geriye dönüp baktığımızda Rusya ve Britanya’nın tarihleri birbirinden o kadar da farklı görünmüyor. İki ülke de moderniteye giden yolda Ukrayna ve Hindistan, Karayipler ve Orta Asya gibi yerleri yıkıp geçen, işgücü ve kaynak alırken geride kıtlık bırakan eski birer imparatorluk. İki ülke de İkinci Dünya Savaşı’ndaki zaferlerini birer kuruluş mitine dönüştürdü, üç neslin devasa değişiklikleri ve gerilemesi üzerinden yanlış süreklilikler üretti. Son yıllarda ikisi de savaş sonrası küresel düzenden çekildi, onu kendi tercihlerine göre yeniden hayal etmeyi deniyorlar. Britanya’nın kendine ait bir nükleer reaktör kazası bile oldu. Cumbria’da bulunan Windscale Santrali’nde 1957’de gerçekleşen yangın Çernobil kadar büyük bir facia olmanın yanından bile geçmedi, buna rağmen çevreye oldukça geniş çapta zarar verdi. Bölgedeki sütlerin kirlenmiş olduğu iddia edildi ve temini geçici olarak askıya alındı. Sonradan ortaya çıkan radyasyon sızıntısı yerel halkta 200’den fazla tiroid kanseri vakasına yol açtı. Bölge Ukrayna’da olanın aksine tahliye edilmemişti.
Chernobyl’in bu benzerlikleri akla getirmesi çoğunlukla kasıtlı değil. Dizi, Sovyet nükleer endüstrisinin başarısızlıklarını ifşa ederek hayatını tehlikeye atan bilimadamı Valery Legasov gibi cesur bir figür üzerinden basit, artık çok tanıdık bir nakarat hâline gelmiş bir mesaj veriyor: “Uzmanlara ve biliminsanlarına güvenin. Gerçeğin içinde siyaseti aşan bir değer mevcuttur.” Bu yalancı sofuluğa rağmen Chernobyl’in İngiliz aksanlarının anlattığı hikâye farklı. Onlar Rusya’yı, hiçbir şeyi umursamadan küresel düzeni yerle bir eden, tamamıyla yabancı, gizemli ve iflah olmaz bir devlet olarak gösteren anlayıştan uzaklaşmamıza izin veriyor. Aynı şekilde o tuhaf parıltısının ve uysal istisnailiğinin bir kısmını geri alarak Britanya’ya da farklı bir gözle bakmamızı sağlıyor.
Çernobil kurbanlarıyla on yıllar boyunca röportaj yapan Rus yazar Svetlana Aleksiyeviç, felaketin tarihsel zamana dair algımızı bozduğunu, Dünya üzerinde binyıllar boyunca sürecek yaralar açtığını iddia ediyor. Felaket, yeni bir tür geleceğe işaret ediyor: “Komünizm, milliyetçilik ve şu an içinde yaşadığımız, uğraştığımız yeni dinin zorluklarının yanı sıra ileride başka zorluklar bekliyor. Hâlâ ortada olmasa da daha acımasız ve herkesi kapsayan zorluklar.” Benzer şekilde İngiliz aksanıyla Stalinizm, bize on yıllar süren Soğuk Savaş’ın düzmece ayrımlarıyla şekillenmemiş bir gerçekliği değerlendirme şansı sunuyor. İngiliz aksanlarıyla Chernobyl, bize yollar tamı tamına aynı değilse de, hatta farklı araçlarda farklı hızlarla ilerlemişlerse de Rusya ve Britanya’nın tarihlerinin aynı yöne gittiğini gösteriyor.
*Bu yazı Can Koçak tarafından Sam Wetherell’in Verso Books blog’unda yayımlanan yazısından çevrilmiştir.