Hollywood’un yaşlanan kahramanları neden silah bırakmıyor?

Liam Neeson, Taken 2 (2012). Fotoğraf: Allstar/20th Century Fox

Film dünyasında erkeklerin kariyerleri kadınlarınkine göre her zaman daha uzun oldu, ama yakın zamana kadar ekranda ölümsüzlüğüne -örneğin Cary Grant’in onaylı, altın standardındaki eskimezliği- giden tek yol var gibi görünüyordu (North by Northwest‘te Grant o sırada 55 yaşındayken kendisinden 20 yaş küçük bir kadınla birlikte görünmekle kalmadı, filmde annesini oynayan Eva Marie Saint de ondan yalnızca yedi yaş büyüktü). Esas mesele nezaket: ter atmayı reddetme, belli belirsiz bir kendi kendiyle dalga geçme haliyle birleşen kültürlülük, aktörün bütün bunların ne kadar aptalca olduğunu bilecek yaşta olduğunu bize göstermesi…

Kalıcılığın güneşli tepelerine ulaşmak için bu yolu izlemenin taraftarları hala var – belki de bunu Rushmore Dağı’nın Grant’in North by Northwest‘te zarifçe mücadelesini verdiği bir taştan benzeriyle yeniden şekillendirilmesi olarak görmek lazım. İşte orada, görüyor musunuz? Yürüyüş şortlarını giymiş, kariyerlerinin gölgesi üstlerine düşerken güçlükle tırmanan Hugh Grant (54) ve George Clooney (54) var, ve biraz altlarında Colin Firth (o da 54 yaşında), haritayı anlamaya çalışıyor. Richard Gere (65) bir kayanın üzerine bacak bacak üzerine atarak oturmuş meditasyon yapıyor, gerçi uyukluyor da olabilir. Bir anda donuyorlar (gerçi Gere’ın durumunda bunu gözlemlemek zor). Bu ses de ne? Silah sesi. Ama bu ses dağın daha yukarılarından, eski toprakların basitçe ayaklarını uzatıp rahatlamayı reddettikleri yerden geliyor gibi görünüyor.

Görünen o ki, şu an Hollywood’da bir aksiyon kariyeri için yaş limiti yok. “Harcanabilirler”[i] artık işsiz değil ve 60larında hatta 70lerinde aktörler büyük dövüş koreografileri için uçan tekmelerini savuruyor. 60lı yaşlarının ortalarında üçüncü bir Indiana Jones devam filmi çeken Harrison Ford, The Expendables 3‘ün (68 yaşındaki Sylvester Stallone ve 67 yaşındaki Arnold Schwarzenegger’lı) kır saçlı kadrosuna katıldığında 70’inin üzerindeydi. Indiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı‘nda, kamera Ford’un dublörlerine mesafesine koruyor – yaşlanan bir aksiyon yıldızının karizmasının ondan kaş çatması ve meydan okuyan bakışlar atmasından fazlası beklenmeyen dövüş sahnelerindeki bariz hilelerdense yakın plan çekimlerden korkacak daha çok şeyi var. Ford’un otuz yıl aradan sonra yeni Star Wars filminde Han Solo olarak dönüşü melankolik bir beklenti yaratıyor, yıllar sonra mezuniyet fotoğrafındaki kıyafetleri giyen biri gibi.

Şu an 53 yaşında ve dublör gerektiren sahnelerde kendisi oynama konusunda kararlı olan Tom Cruise, yakın zamanda beşinci bir Görevimiz Tehlike filminde yer aldı ve yeni bir tanesi için imzayı attı. Filmin gösterime gireceği 2017 yılında ilk RED filmi çıktığında Bruce Willis’in olduğu yaşta olacak. Tom Cruise için esas imkânsız görev[ii] işi bırakmak gibi görünüyor.

Bir boşluk ortaya çıkmış gibi görünüyor, Hollywood uzay-zamanının kumaşında neredeyse bir solucan deliği. Bu portal boyunca topluca ilerleyen bir veteran nesil var ve 63 yaşındaki Liam Neeson, Taken ve devam filmleriyle birlikte türler evreni arasındaki en keskin ama yumuşak geçişi yapmış olan gibi görünüyor. Steven Spielberg’ün bir hayat daha kurtarmayı başarabileceğini düşünerek acı çeken Schindler’i, bir ölüm makinesine dönüşmüş durumda.

Neeson’ın Taken‘daki karakterinin bitmeyen görevi, ailesini kurtarmak ve onların güvenliğini sağlamak, bu da onu akıttığı kanı meşrulaştıracak bir ahlâki konuma yerleştiriyor. Hikâyenin başında Neeson’ın karakteri, Bryan Mills, başarısız evliliğin ardından hayatına devam etmekte zorlanan, kızı Kim’in güvenliğine dair endişelenmek için fazla zaman harcayan aşırı koruyucu bir baba olarak sunulmuştu. Bu boşanma üzerine bir dram olabilirken Bryan bir pop yıldızının konseri için özel güvenlik olarak tutulan ama bir kişi eksik olan arkadaşlarına yardım etmeyi kabul ettiğinde farklı bir alana kayıyor. Bu esnada -Kevin Costner/Whitney Houston şablonuna uyan- bir suikast girişimi ve devamında gelen bir yakınlaşma oluyor, ama bu da doğru yol değil, kahramanın dövüş yeteneklerini ifşa eden ama henüz açıklamayan (eski bir CIA çalışanı) bir sahne. Sadece 93 dakikalık sürede filmin türüne dair iki şaşırtmaca, hiç fena değil. Kim (Maggie Grace) Paris’e gidip kaçırıldığında, film de seyrine karar veriyor. Neeson oyunu sert ve doğrudan oynuyor. Gladiator‘ın gösterdiği gibi romantik kendini feda etmelere (genelde kadın karakterlerde görülen) alışkın seyirci bir miktar şiddeti de kabul edebiliyor, ve bunun tam tersi de işliyor, hayatının aşkını kaybeden ve yerine kimseyi aramayan bir adamla hiç mırın kırın etmeden özdeşleşiliyor.

Liam Neeson, Taken 2 (2012). Fotoğraf: Allstar/20th Century Fox, theguardian.com
Liam Neeson, Taken 2 (2012). Fotoğraf: Allstar/20th Century Fox, theguardian.com

Neeson’ın sırrı ne? Fiziği mi? Pek sayılmaz – o hiçbir zaman Hollywood’un tişörtsüzlerinden olmadı, ekranda atletle bile fazla görünmedi. Kuşkusuz normale göre ağır gelecek bir fitness programı var, ama sinema salonunun arkasına doğru testosteron püskürtmeyle pek ilgili görünmüyor. Zarifçe yürümeyi öğrenmiş büyük bir adam gibi hareket ediyor.

Geç bir başlangıcın avantajını yaşadı, gerçi o sırada bu pek avantaj gibi görünmüyordu. Hollywood’un klasik döneminde rahatlıkla genç olarak düşünülemeyecek, aralarında Humphrey Bogart ve Spencer Tracy gibi sağlamlığı sembolize edenlerin de olduğu birçok erkek yıldız vardı. Genç bir yıldızın oyunculuğu sırasında herhangi bir fikre bürünmesi zor olmayabilir (örneğin Steven Soderberg’in fetişizm ve baskıyla ilgili 1989 yılındaki filmi Sex, Lies and Videotape‘deki James Spader) ama sağlamlık zamanla test edilmesi gereken bir şey. Bogart ve Tracy gibi aktörlerin (o kadar rahatlıkla olmasa da James Cagney ile Edward G Robinson’ı da ekleyebiliriz) altın çağı orta yaşlarıydı. Kırışıklıklar çekiciliklerini azaltmıyor, onun bir kısmını oluşturuyordu. Olgunluk onların şimdileriydi ve herhangi bir görsel tarihleri, hayatlarını yağmalayıp ergenlik dönemlerinin hatalarını arşivleyecek bir Facebook hesapları yoktu.

İnsanların daha uzun yaşıyor olmaları yaşlanmayı kolaylaştırmıyor, ayrıca yıldızlık da zehirli alt akıntıları ile narsistlik ve garez dalgalarıyla karmaşık bir iş olmaya başladı. Yıldızlık değişti, çünkü hayranlık da değişti. Sinemadaki hayranlık gittikçe Stephen King’in Misery‘sinde Kathy Bates’in karakteri Annie Wilkes’in modelini izlemeye, tutkunun azgın ve kinci yanına ifşa etmeye başladı. Saplantılı aşk, habis sinsi takiplere dönüştü. Ünün her zaman olumsuz yanları vardı, ama şimdi hepten dipte görünüyor. Bugünlerde ünlü olmak etrafı silahlarla sarılmış olmak gibi, her yabancının Twitter’ının insafına kalmış. Belki de aksiyon rollerinin olgun oyuncuları cezbetmesinin bir nedeni de bu. Bu sinsi takipçilerin olduğu dünyada ilk kurşunu sıkmak, yorgun savaşçılara çekici geliyor.

Şöhret, tedavisi ve geri dönüşü olmayan bir hastalık haline geldi. Setlerde göz göze teması yasaklayan yıldızlara neredeyse sempati duyuyorum. Ün bir koşu bandı ve kendi spor salonuna sahip olmak ayaklarını daha az yormuyor.

Charlie Chaplin dünyanın en ünlü insanıyken, bıyığını keserek aşağı yukarı istediği her yere gidebilirdi. The Beatles dünya üzerindeki en ünlü insanlarken, haliyle kalabalıklardan uzak durmaları gerekiyordu, ancak bu arada sırada kendilerine buna fazla takılmama izni vermelerine engel olmuyordu. Tanıtım hâlâ ehlileştirilebilir bir köpekti – ancak şimdi dünyanın en ünlü insanlarının bir zamanlar gözleri kapalı koştukları spot ışıklarından kaçma şansları yok. Paul McCartney’in çocuklarını devlet okuluna göndermesi gibi planlanmış görünen denemeler dahi bugünlerde kullanışsız olur. Dünyaca ünlü bir film yıldızının emekliliğini ilan ederek Greto Garbo’nun 1941’de yaptığı gibi New York’ta hayatını rahatça sürdürebildiği ünler geride kaldı. Büyüyü yalnızca ölüm bozabilir.

Gore Vidal’ın Truman Capote’nin ölümünün iyi bir kariyer hamlesi olduğunu söylemesi daha ziyade tenkitçi ve kışkırtıcıydı, ama aynı çıkarım ironi olmaksızın Jean Harlow, James Dean, Marilyn Monroe için yapılabilir. Bir ikon yaratıldığında etten kemikten insan fazlalık, hatta çoğunlukla bir utanç haline geliyor.

Şöhretin güvenli limandan işkence odasına dönmesinin kehanetvari belgesi Robert Aldrich’in 1962 yapımı çocukken oyuncu, artık sinirli ve yaşlı olan bir kadının engelli kardeşini hapsetmesinin anlatıldığı dehşet verici filmi Whatever Happened to Baby Jane? idi. Filmlerde önceden de bilinçli çirkinlik vardı, ama bu eğer Bette Davis ve Joan Crawford için bir starlık aracı olarak düşünüldüyse, en çok andırdığı araç köprüden aşağı uçan bir cenaze arabasıydı. En büyük etkisi kadın yıldızlara hiçbir zaman izin verilmediği şekilde yüzlerde ve vücutlarda geçen zamanın yansımasının gösterilmesiyle oyuncuların yaşlanmalarının sadistçe ifşa edilmesiydi. Özellikle Davis, çocuk kıyafetleri giydirilerek ve geçmişte sıkışıp kalmış olarak yansıtılarak cezalandırılmış gibiydi, halbuki ekran personası her zaman standart dışı, seçimleri de genellikle yaratıcı olmuştu – örneğin All About Eve‘deki düşüşe geçmiş aktör Margo Channing rolü, Hollywood standartlarına göre gösterişin ümitsizlikle canavarlaşmasının can yakacak derecede dürüst bir portresiydi.

Sylvester Stallone, Antonio Banderas, Jason Statham, Wesley Snipes ve Dolph Lundgren; The Expendables 3 (2014). Fotoğraf: Allstar/Millennium Films
Sylvester Stallone, Antonio Banderas, Jason Statham, Wesley Snipes ve Dolph Lundgren; The Expendables 3 (2014). Fotoğraf: Allstar/Millennium Films, theguardian.com

Şu an için ünlüler dünyasının ana olayının düşüşe geçen vücudun açığa çıkması olduğunu hissetmek kolay, ve önceki gençlik ve tazelikle gelen takdir tamamen önemsiz gibi. İdol zarifçe emekliliğe ayrılmayı başaramadığında işler çirkinleşebiliyor. Filmler o kadar gençlik ve güzellik etrafında dönüyor ki ekranda yaşlanmak gerçek bir tabu. İdollerimizin ölümsüzlüklerinin ifşa olmasını sevmiyoruz – ihanete uğramış gibi hissediyoruz. Anlaşmayı ihlal etmiş gibi oluyorlar ve eğer hem enerji hem de zarafetle yeni bir müzakereye oturmazlarsa hayranlar, hayvanlaşıyor.

Bu durum öncelikle filmlerdeki kadınların deneyimiydi, ama bugünlerde erkek yıldızlar için de neredeyse aynı sayıda seçenek ve sanrı var. Erkek yıldızların plastik cerrahi yolunun dibine düştüklerini, hali hazırda sahip olduklarına fazla güvendiklerini gördük. The Wrestler‘da Mickey Rourke’un seyirciyi şok edecek şekilde gösterdiği gibi büyük bir iş yapmış olmanın cezbediciliği söz konusu. Ya da Gerard Depardieu’nun Welcome To New York‘ta seyirciyi şok edecek şekilde gösterdiği gibi Doğa Ana’ya güvenip “salmak” var.

İnternette “mide bulandırıcı şekilde yaşlanan ünlüler”le ilgili siteler var. Bu onaylanmış görünüme şirk koşanlar galerisinin başlıca parçalarından biri Macaulay Culkin. O iğrenç canavar ne yaptı öyle? 1980’de doğan herkesle ortak bir kötü davranışta bulundu ve 10 yaşında –Evde Tek Başına zamanında olduğu gibi- olmayı bir anda bıraktı. Culkin’in televizyonda Robot Chicken seslendirmeleri yapmak dışında dünyanın ilgisini çekmek için bir çabası dahi olmadı. Biraz kaba saba göründüğü doğru. Bir zamanlar gençliğin ve masumiyetin tanımıyken şimdi bu konuda yetersiz kalıyor. Ünlülüğün akıbetinde mahremiyet bir seçenek değil.

Günümüz filmlerinde gençlik, John Hughes komedileri gibi değil, Richard Linklater’ın radikal fikri sonucu Ellar Coltrane’i 12 yıl boyunca çekerek çocuktan adama dönmesini izlettiren Boyhood‘daki gibi vücut buluyor. Linklater’ın filmi zamanın geçişinin dokunaklılığını içererek ve kontrol ederek düşmanı zekasıyla alt etmiş gibi görünüyor, ama bu durum sadece şimdilik geçerli. Sinema dünyasında faniliğe aykırı bir telkin yok, trajik erken ölümler hariç. Eğer Coltrane bundan kurtulursa, yakın bir zamanda bir gün tıraşsız ve gözlerinin altında torbalarla fotoğraflanacak, ve bu utanç verici görseli her mecrada Boyhood‘daki en hayat dolu karesiyle birlikte çıkacak.

Çevresindeki herkesin yaşlanmak denilen hataya düşmesine kahkahalarla gülünürken Liam Neeson’ın kalıcılığının sırrı ne? Eğer fiziği değilse, belki de yüzünü değerlendirmek lazım. Surata bir darbe gelmesinin binbir yolu olsa da ve bu yollardan çok azı bu imajı destekliyor olsa da kırık bir burun, kurallara uyan birine nazaran bir kötü çocuk imajı yaratıyor. Burnu düzelttirmeme kararı gösterişe kayıtsız olan bir karaktere dair daha güvenilir bir kaynak niteliğinde. Bu yanlış bir izlenim olsa da, kırık bir burun erkeğin suratındaki güzelliği bozabilecek olası kusurları yok ediyor. Kesinlikle bir nevi deneyimin göstergesi ve bir eksiklik bazen bir şekilde çekiciliği artırabiliyor.

Ancak kadın suratı için, yanlış bir algı sonucu da olsa, gösterişin yokluğunu kapatan ve korkusuzlukla ilişkilendirilen bir özellik yok. Sinemada deneyim, erkeğe ekletiyor ama kadından azaltıyor gibi. Sanki erkek, yüksek ihtimalle “seçkin” sıfatını kazanacağı bir kariyerde film yapmak için gereken zaman ve eforun faiziyle yaşayabiliyorken kadın her zaman görünüşünün sermayesiyle yaşayabiliyor, borca battığında alay ediliyor ya da gençliğini bir cerrahtan geri satın alması gerekiyor.

2500
Harrison Ford, Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull (2008). Fotoğraf: Paramount, theguardian.com

Ağırsiklet drama oyuncuları piyasada kalıcılıklarını sağlamak için sıklıkla komediye yöneliyor. Meryl Streep kendisini, epey bir çaba ve birkaç başarısızlığın ardından, güldürebilen bir performansçıya dönüştürürken Robert De Niro kendi personasını keşfetmektense parodileştirmekle daha çok zaman harcadı. Kendi parodisini yapma Marlene Dietrich’in Destry Rides Again‘deki performansından (kanunsuz bir kasabada düzeni sağlamaya çalışan ağırbaşlı, düzgün James Stewart tarafından sevgisi kazanılan bir mafya babasının kız arkadaşını oynadığı 1939 yapımı bir western) beri gördüğümüz bir durum ama başlı başına bir kariyer olması yeni bir gelişme.

Liam Neeson’ın iyi bir mizah anlayışı var mı bilmiyoruz – Ricky Gervais ve Stephen Merchant’ın Life’s Too Short dizisindeki oyunculuğu Robert De Niro’nun Martin Scorsese’nin The King of Comedy‘sindeki talk show programı sunucusu olmaya çalışan karakterine benzer can yakıcılıktaydı, ama bu bilinçli olarak yapılmış bir şeydi. Komedi tabii ki Taken ve devam filmlerinin meselesi değil, gerçi Neeson’ın yetenekli bir katille uyuşmazlığı ilk filmin yapısında kendisine yer bulmuştu – tabii bu başarılı bir serinin devam filmlerinde yer verilmesi imkânsız bir şeydi.

Taken‘ın gaddarlık düzeyi Quentin Tarantino standartlarına göre mütevazı kalıyor ve hikâye bunu birkaç açıdan mazur göstermeye çalışıyor: kahramanın evden uzakta olması, bire karşı çok kişi, zamana karşı yarış vb. Ama seyirciye bildiği her şeyi söyleyen kötü adamı ölüme terk eden, bir kadını kocasının durumun ciddiyetini anladığından emin olmak için vuran bir kahramanı sevdirmek her aktörün harcı değil. “Sadece bir sıyrık” diyor Neeson, sanki tek yaptığı şey kadının üzerine kırmızı şarap dökmekmişçesine…

Espriye güvenen bir aktör olan Bruce Willis, RED gibi bir filmin hafif bir eğlenceye eklenmiş silah dövüşü ve yumruklaşma gibi görünmesini sağlayabilir, ama Willis’in onu pusuya düşüren adamların cesetlerini teşhis etmek için kesik parmak dolu bir çanta ürettiği garip bir an da var. Liam Neeson’ın Bryan Mills’i cesetleri parçalara ayırmak gibi soğukkanlı katil işlerine girişmiyor, ama yapsaydı, Amerikan filmi klişelerini Amerika pazarı için zekice geri dönüşüme sokan bir Fransız olan Luc Besson’un kanatları altındaki Taken serilerinin yönetmenleri Pierre Morel ve (harika bir isme sahip olan) Olivier Megaton bizi korumazdı. Willis otuz yıl öncenin romantik komedi dizisi Mavi Ay‘dan beri nüktelerle yolunu belirsizlikten uzağa taşıyor. Neeson’ın ise, özellikle aksiyon rollerinde, tam olarak ne yaptığı o kadar da belli değil, Taken filmleri onu savunulabilir ve savunulamaz arasındaki sınırda bir o yana, bir diğer yana hareket ettiriyor; hiçbir zaman sempati kaybettirmeden, ama aynı zamanda tam da kanıksamadan.

Ağırbaşlı orta yaşlı bir aktörü bir aksiyon kahramanına dönüştüren özellik ne? Gravitas[iii] burada vazgeçilmez bir unsur: fiziksel güce iltifat edecek, hatta onu ilgisiz gösterecek ahlaki duruş, nitekim bu bir erkek özelliği gibi kabul ediliyor. Bu niteliği erkeklere uyarken dahi tanımlamak zor. Belki de en basitçe olumsuzu üzerinden giderek, “Tom Cruise’un asla sahip olmayacağı şey” olarak tanımlayabiliriz. Bazıları gravitas sahibi, bazıları değil. Çocuksuluk gravitas’ın yanına uymuyor, aşırı istekli bir tavır ise onu tamamen öldürüyor. 1992 yapımı film Far and Away örneğin, Cruise’un bir at üzerindeki otoritesini yumruk atarak (olay Oklahoma’da bir arazi kapma yarışında geçiyor ve hak talabinde bulunabilmek için acelesi var) sağlamasını gerektiriyordu. Sonuçta ortaya başarılı bir iş çıkmadı. O zamanlar bunu yapabilecek oyuncular vardı ve neredeyse çeyrek asır sonra hala kotarabilirler: Clint Eastwood, Sean Connery, Harrison Ford. Fiziksel güçle ilgili değil – sonuçta hiçbir ata gerçekten vurulmuyor. İş gravitas‘ta bitiyor: işi yumuşatmayan eski usul starlık…

Gravitas hem bir zırh, hem de mühimmat deposu olarak kullanılabilecek bir birikmiş kahramanvari mevcudiyet. Örneğin kaç kişi Clint Eastwood’un 1976 yapımı Gauntlet‘te bir mafya davasının en önemli tanığını korurken kimseyi vurmadığını fark etti? Gravitas tetiği çekmesi gerekmeyen bir tür soyut silah.

Tom Cruise, Mission: Impossible - Rogue Nation (2015). Fotoğraf: Bo Bridges/AP, theguardian.com
Tom Cruise, Mission: Impossible – Rogue Nation (2015). Fotoğraf: Bo Bridges/AP, theguardian.com

Gravitas filmlerdeki kadınlar için mümkün mü? Bir kadın, IMF’nin saçını boyamayan ve sonuç olarak gösterişin dikkat dağınıklığını alt etmiş görünen Christine Lagarde’ı gibi, yaşlanmanın fiziksel emarelerini ciddiyetinin bir nişanesi olarak taşıyabilir. Ama bu filmlere seçilmek isteyen bir oyuncu için mümkün değil. Platin sarı saçlı olmak bile riskli. Yaş ve mevki gereği uygun adaylar arasından Meryl Streep, oyunculuk tekniğine olan güveniyle, birbirinden farklı rollerin içinden sabit bir persona oturtmaktaki gönülsüzlüğüyle aradan sıyrılıyor. Hellen Mirren kendini sevdiren arsızlığına güveniyor ve arzu edilirliğini hiçbir zaman kaybetmeyeceğine dair olan güveni şimdilik haklı görünüyor. Kendi yaşında, ya da RED‘de kısmen yaşlı biriyle ilişki yaşayabilir, ve bu konuda o kadar içgüdüsel hareket ediyor ki kimse bunun ne kadar eşsiz olduğunun farkında değil. Bu grubun içinden yalnızca Judi Dench bakılarak değil bakarak tanımlanıyor. En iyi halindeyken izleyiciyi bakışlarıyla alt ediyor; sert, yargılayıcı, alışılagelmiş onayı reddeden haline dair duyulan takdiri dahi istemeyerek… Kadın gravitas‘ını ihtiyatla korumak şart ve dev ekranda başrol görmek için 60 yaşına kadar beklemek zorunda kalmış (yeni dul kalmış Kraliçe Victoria’yı oynadığı Mrs. Brown) bir oyuncu herkesten daha ihtiyatlı olur.

Yaşlıca kadınların yetişkin seyirciye zekice sunulma sayısı az. Pedro Almodovar’ın Women on the Verge of a Nervous Breakdown‘unu izleyen herkes Francisca Caballero’nun -annesi- yüzsüzce bir haber spikeri olarak oynatılmasını hatırlar. Televizyon kamerasının önünde çalışan ve 40. yaşgününü geçirecek kadar akılsızca davranan kadınların hepsi işini kaybediyor, ama Almodovar’ın filmine bir kere bakmak her mantıklı insanı 40’lı yaşlarındaki spikerlerin yaşlı değil, çok genç olduklarına dair ikna eder. Gün içinde olup biteni duyma zamanı geldiğinde istediğiniz, bir güzelden ziyade bir süredir ortada olan, zamanında birkaç birkaç savaş, sel ve Oscar adaylığı görmüş biri. İşe bir bağlam, bir orantı hissi katıyor.

Film yapmanın tabii ki orantıyla bir ilgisi yok. Yıldız olmanın ilgili kişiliğin frekanslarını büyüten, bastıran ve bozan değişik akustik özellikleri var. Böyle bir vasıtayı bilinçli olarak mesaj iletmek için bir hoparlöre dönüştürmek zor, ama bu ara sıra denenmiş bir şey. Alt metin gömülü kalmak zorunda. 1981’de Mark Rydell’in On Golden Pond‘u Jane ve Henry Fonda’yı bir araya getirdiğinde, ailenin buluşması hovarda kızın rehabilitasyonu gibi daha büyük bir anlama geliyordu. Kendisini 1960ların karşı-kültürüyle hizalamış yıldız, Hanoi Jane’in[iv] ta kendisi, babası aracılığıyla bir mesaj gönderiyordu: en başından beri tek istediği muhafazakâr Amerika tarafından sevilmek ve kabul görmekti. İşleri kötü giden bir şirketin yıllık toplantısı gibi yüklü bir gündemi olan filmin zorlama hissi vermesi şaşırtıcı değildi.

Seyircilerin hayallerini yansıtabileceği ekranda kendilerini sunan film yıldızları bu süreci, en dolaylı yol hariç, kontrol etmeyi bekleyemez. Açıkgöz bir film yıldızı hem bir sanat eseri, hem de onun küratörü. Bu alanın usta uygulayıcı Marlene Dietrich olmalı – onu işe aldığınızda ışıkçı adamını da alıyordunuz, böylelikle ürün üzerinde tüm denetimini koruyordu. Erotik gizeminin yanı sıra, güçlü bir hausfrau[v] yanı da vardı. Bu yanı filmlerde görünmüyordu, ama ihtişamını kesinlikle derli toplu tutuyordu. Bu profesyonellik, spot ışığının altına yerleştirilmiş bir sandalyede standartlarına uymayan oranları düzeltmek için burnunun altına çizilmiş tek bir gümüş çizgiyle konuklarını ağırladığı evine de uzanıyordu. Böyle ham mekanizmalara başvurmadan Cary Grant da, dar menzilini (stilize edilmiş rahatlığı, kontrolcü tatlı dili) olası meydan okumalara karşı savunarak, on yıllar boyunca etkileyici derecede tutarlı bir persona idame ettirdi.

Yıldızlığın buharlaşarak yeteneği bozulmadan bıraktığı durumlar da var, Al Pacino’nun kariyerini açıklamanın yollarından biri bu – o hala çekim gücüne sahip bir performansçı, ama 1970’lerde onu büyüleyici yapan hem masum hem de vahşi nitelikleri olan fizikselliğini çıkarıp atmış durumda. Ve bazen star personası keskin bir açıyla dönüş yapıyor, kırılmadan yepyeni bir alana hareket ediyor. Örneğin John Wayne’in son başrolü The Shootist (1976), oyuncunun ve oynadığı karakterin paylaştığı kanser teşhisiyle zenginleşmişti. Bazen bir film yıldızının birden fazla ve birbiriyle çelişen altın çağı olabilir, James Stewart ile olduğu gibi. Kariyerinin başlarında, 1940 yılındaki The Philadelphia Story‘ye kadar olan kısmında, sinsiliği dışarıda tutmayan bir idealizmi canlandırıyordu. Yaptığı askerlik görevinin ardından tekrar film çevirmeye başladığında değişmişti. Mikro çatlaklara sahip bir çan gibiydi, temel nota değişmiş, armonik sesler birbiriyle ahenksizliğe meyyal, ve birlikte çalıştığı yönetmenlere yeni belirsizlik tınıları (Vertigo), gergin bir teklifsizlik (Anatomy of a Murder) ve çaresizlik (It’s A Wonderful Life) sunuyordu.

İlk Taken filmi Neeson’ın eşi, Natasha Richardson 2009’da aniden ölmeden önce yapılmıştı. Eğer bir film yıldızının değişen personasını günlük hayat deneyimleriyle bağdaştırmak dangalakça geliyorsa bu, modern iletişim teknolojilerinin hiçbir yasın gizli kalmamasını kesinleştirmesinden dahi önce yıldızlığın kazıları üzerine inşa edilmiş bir dangalaklık. Film dünyası gözenekli. Neeson’ın kaybı gibi bir olay geçmişte yankılanıyor, Love Actually‘deki rolünü (dul baba oğluna abayı yaktığı kıza nasıl yaklaşacağını öğretmeye çalışır) yeni kurumlarla dolduruyor. Personası acı ve kalanın suçluluğu ile zenginleşti, bu da aksiyon kahramanının kozunu, cezasını çekmeye yönelik isteği derinleştirdi. Daha iyi savaşçı olduğu için kazanmıyor, kendisiyle ilgilenmediği için kazanıyor. Neeson’ın mevcudiyeti hep gamsızdan çok kasvetliydi, o yüzden ona yansıttığımız hüzün ve gerginlik sadece hali hazırda orada olanın önemini vurguluyor. Gravitas sahibi olmak geçmişini dizginlemek ve kayıplarınla azalmamak anlamına geliyor. Ve eğer bu gerçek dünyadaki olgunlukla aynı şey değilse, büyük ekrandan alabileceğimizin en iyisi.

* Bu yazı, Adam Mars-Jones’un theguardian.com’da yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.

[i] Expendables: Kelime anlamı “harcanabilirler”, burada aynı zamanda Sylvester Stallone’nin eski büyük aksiyon yıldızlarını toplayıp çektiği aynı adlı film serisine atıf var.
[ii] Burada da Görevimiz Tehlike olarak çevrilen Mission Impossible (İmkansız Görev) serisinin adıyla bir kelime oyunu var.
[iii] Kelime anlamı “ağırbaşlılık”a yakın olsa da yazının devamında yeni bir tanım arandığı için bu şekilde kullanıldı.[iv] Fonda’nın Vietnam Savaşı sırasında Hanoi’ye gitmesi üzerine aldığı bir lakap. Viyetnamlı askerlerin arasında verdiği pozlardan dolayı Amerika’da çok eleştirilmiş, “hain” olarak adlandırılmıştı.
[v] Ev hanımı

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et