Hata yapma özgürlüğü: Kar

Ayris Alptekin ve Emre Erdoğdu
Ayris Alptekin ve Emre Erdoğdu

Bundan dört beş yıl kadar önce, Ümit Çırak’ın oyunculuk atölyesine ilk filmini çekmek istediğini söyleyen biri geldi. Elindeki senaryo için oyuncu arıyordu, bizimle tanışmak istemişti. Ne konuştuğumuzu pek hatırlamıyorum, ama bir noktada Volga Sorgu’nun Kara Köpekler Havlarken’deki (Mehmet Bahadır Er & Maryna Gorbach, 2009) oyunculuğundan bahsettiğimize eminim. Sonuçta ortaya İnsanlık Tarihinin İlk Günü (2014) adlı, yanlışlıkla başrolünde olduğum bir orta metraj film çıktı. Yönetmen Emre Erdoğdu’yla böyle tanıştık.

2014’te Kadir Has Üniversitesi’nde Film ve Drama Yüksek Lisans Programı’na girdim. Programın ilk dersi boyunca U şeklinde dizilmiş sandalyelerde karşı tarafa denk gelen birini nereden tanıdığımı düşündüm. Dersin sonlarına doğru yapılan bir atıfla hatırladım, Mavi Dalga’nın (Zeynep Dadak & Merve Kayan, 2013) başrol oyuncusuydu! Sonradan sadece oyunculuk yapmadığını, sinemayla kurduğu ilişkinin farklı alanları kapsadığını, İngilizcede “jack of all trades” diye adlandırılan türden bir maharete sahip olduğunu gördüm. Ayris Alptekin’le de böyle tanıştık.

Sonradan bu ikili, ileride ayrılması hayli güç görünen bir şekilde bir araya geldi. Ayris, Emre’nin İnsanlık Tarihinin İlk Günü’nde (2014) de birlikte çalıştığı yapımcı Emine İzmir ve görüntü yönetmeni Ercan Küçük’ten oluşan ekibe kurgucu olarak dahil oldu ve birlikte Kar (2017) adlı bir film çektiler. 24. Uluslararası Adana Film Festivali’nden En İyi Kurgu, Umut Veren Genç Kadın Oyuncu ve Umut Veren Genç Erkek Oyuncu Ödülü, 17. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nden ise Yeni Seyirci Ödülü kazanan Kar, geçtiğimiz yılın en dikkat çeken yerli yapımlarındandı. Eleştirmenler tarafından da dinamik kurgusu, gerçekçi diyalogları ve Hazar Ergüçlü, Halil Babür, Doğaç Yıldız, Ozan Uygun, Nazlı Bulum ve Serhat Parıl gibi isimlerden oluşan genç oyuncu kadrosunun performansıyla övgü topladı.

Şu sıralar Beni Sevenler Listesi adlı yeni filmlerinin çalışmalarını sürdüren Ayris ve Emre’yle Yeldeğirmeni’nde bir araya geldik, uzun uzun konuştuk. Odakta Kar olsa da sonunda elimizde yönetmen ve kurgucunun ilişkisinden yola çıkarak bir filmin oluşmasında görev yapan neredeyse herkesin birbiriyle kurduğu ilişkiye, taze taze yaşadıkları ilk filmini yeni bitirmenin heyecanı ve kendilerine has bir üretim pratiği bulmanın gururuyla değinen iki genç sinemacının düşünce yapısına dair değerli ipuçları taşıyan kapsamlı bir yazı oluştu. Sonunda da filmin bazı atılan sahnelerini, neden atmayı tercih ettiklerine dair yorumlarıyla birlikte paylaştılar. Keyifle okumanız, faydalanmanız dileğiyle.


Öncelikle kişisel hikâyelerinizle başlamak istiyorum. Ayris, ben seni ilk Mavi Dalga’da oyuncu olarak tanıdım. Sonra Kadir Has Üniversitesi Film ve Drama Yüksek Lisans Programı’na yazar olarak girdin. Yönetmenlik de yapıyorsun, Kot Farkı (2017) adlı filmini izlediğimi hatırlıyorum. Diğer yanda da kurguculuk var. Hem bu farklı alanlarındaki üretimlerin, hem de bu üretkenliğin arka planını merak ediyorum.

Ayris: Güzel Sanatlar Lisesi mezunuyum. Lisansta da dramaturji okudum. Mavi Dalga’yla beraber profesyonel anlamda sinema yapmaya başladım. Sonrasında ekip olarak Ben Bir Slogan Buldum: Annem Benim Yanımda (2014) diye bir belgesel yaptık. Orada ilk kez kurgu yapmak istediğime karar verdim. Lisans eğitimimle de çok paraleldi birbirine. Film ve Drama’da da yüksek lisans yaptım. Doğal olarak ortaya çokdisiplinli bir sonuç çıktı.

Kurguculuk nasıl devam etti?

Ayris: Belgeseli çekerken karar verdim dediğim gibi, ama o dönem pek bir şey yapamadım. Daha sonra yüksek lisansım devam ederken Yeşim Hoca’nın (Ustaoğlu) yanında çalışmaya başladım. Asistanı olabilmek için bayağı peşinden koşmuştum. İlk orada asistanlık yaptım. Sonra Kar oldu.

Emre, bir de senin kişisel hikâyeni dinleyelim. 

Emre: Ben çok eskiden, 11-12 yaşında karar vermiştim sinemacı olmaya. Sonra üniversiteyi kazandım, İstanbul’a geldim. Girdiğim bölümle pek ilgilenmedim, sinemaya yöneldim. Üç tane kısa film çektim. Belirli cevherler vardı içlerinde, kendi yeteneklerimi görebiliyordum, ama bana göre işe yaramazlardı, beni tatmin etmiyorlardı. Sonra orta metraj çektik Ercan ve Emine’yle, bir açıdan tatmin oldum. Sen de başrolündeydin. Sonra birkaç küçük reklam işi yaptım, hamallığı bol olan işlerdi. Kar ve Müzeyyen karakteri çok uzun süredir aklımdaydı. Artık beklemek istemiyordum, sabırsızdım. “Demlensin, olgunlaşalım” gibi fikirler bana göre değil. Aklıma geldiği gibi yazdım. Bir yıl sonra da sete girdik. Alt-orta sınıf olmalarına rağmen ailem çok destek oldu. Arkadaşlarım da öyle.

Nasıl tanıştınız? Nasıl bir araya geldiniz?

Emre: Benim çocukluktan beri hayalimde kurgucu karakterler vardı. Sonra gördüm ki bazı hayaller gerçeğe dönmeye başladıkça bazıları da unutuluyor. Aklımdaki karakterlerin hepsi kadındı. Bir tanesi sarışın, kısa saçlı ve dövmeliydi. Bir diğeri yaşlıydı, çok anaç ama küstahtı. İlişkilerimizi de kuruyordum, ama sonra bunları unutuyorsun. Bazı hayaller gerçeğe döndükçe yaşadıklarından daha çok keyif almaya başlıyorsun.

Kar’ın ekibini oluştururken benim, Ercan’ın, herkesin ilk filmi olduğunu düşünüyorduk. Kurgucunun tecrübeli birisi olmasını istiyordum, aklımda da birkaç kişi vardı. Biraz iletişim sıkıntısı yaşadık, tabii biz de bu işi yeni yaptığımız için. Bir de kurgucunun kadın olmasını istiyordum. Ama bu sefer hayalden dolayı değil. Ercan çekecekti, ben yönetecektim ve ortada Müzeyyen gibi bir karakter vardı. Benim kadınlarla ilişkim belki ortalama bir erkekten daha samimi, birbirimizi daha iyi anlıyoruz, ama Müzeyyen karakteriyle bir kadının da bağ kurmasını istiyordum. Benim göremediğim şeyleri de görebilirdi. Nazlı bana kurgucu bir arkadaşından bahsetmişti. Bana o zamanki önyargılarımla bir oyuncunun kurgucu tavsiye etmesi komik gelmişti, çok da dikkate almamıştım. “Ne kadar iyi bir kurgucu tanıyor olabilirsin ki?” gibi bir kibre kapıldım. Bir gün Kadıköy’de film için koştururken iki saate yakın bir boşluğum oldu. Nazlı’yı aradım ve “Kurgucu arkadaşınla tanışalım mı?” dedim. Vapura bindim, Beşiktaş’a geçtim, bir baktım Mavi Dalga’nın başrol oyuncusu. Ben de Mavi Dalga’yı iki gün önce izlemişim. Yine tabii bir önyargıya kapılıyorsunuz, ama bir yandan da acayip hoşunuza gidiyor. Bir de Ayris’in ilk izlenimi çok cool, yani ürkütücü bir coolluğu var. Oturduk bir yere, sinemadan ve başka şeylerden konuştuk. Hiçbir işini filan da görmedim. Kalkıp otobüse bindim, evin önünde otobüsten indiğimde Ayris’le çalışmak istediğime karar verdim. Unuttuğum bütün kurgucu hayalleri otobüste geri gelmişti. Bana rüyalarımı hatırlatınca da yaptığı işlere bakmak lüzumsuz geldi.

O zaman biraz da filmin hikâyesinden bahsedelim. Hatırladığım kadarıyla hikâye önce Adana’da geçecekti. Sonra Antalya’ya kaydı, Antalya Film Destek Fon Ödülü aldı. Sonra ortada Antalya Film Festivali diye bir şey kalmadı. Siz de Adana’ya döndünüz ve Adana Film Festivali’nden üç ödül aldınız. Son olarak da Kaan Müjdeci’nin öncülüğünde Ulusal Yarışma’da tekrar gösterildi.

Emre: Aslında senden duyunca fark ettik ki dışarıdan bakınca gerçekten ilginç bir hikâyesi varmış. Biz bunların kalp krizlerini yaşadığımız için hikâye olarak algılayamadık, bu hikâyenin içindeki karakterlerdik.

Kar’ı yaparken festival süreci hakkında da çok şey öğrendik, hiçbirimiz bir şey bilmiyormuşuz. Hikâyeyi kurarken Adana diye yazdım, ama Mersin’e çevirmeyi düşünüyordum, çünkü Adana’nın “underground” hikâyelerde çok fişlendiğini düşünüyorum. Mersin’de de havaalanının olmaması düşündürüyordu. Benim için gereklilikler o şehirde turunçgillerin olması, kar yağmaması ve kozmopolit bir yer olmasıydı. Mersin’de üç sene geçirdiğim için bir bağ kuruyordum, ama özellikle belirli bir şehirde geçmesi gibi bir derdim yoktu. Filmin yapım süreci zaten yeterince duygusal, bu tür konularda duygusallığa yeriniz kalmayabiliyor. Sonra Antalya Film Forumu’na başvururken Antalya’ya çevirdim.

Antalya Film Forumu’nun çok güzel bir ekibi vardı o dönem. 7 projeyle birlikte katıldık. Çok büyük krizler yaşadığımız bir hafta geçirdik. Hayatımızda hiç sunum görmemişken sunum yaptık. Şu an sunumlara iyiden iyiye çalışan biri olarak bakıyorum da gerçekten iyi bir sunum yapmışız. Ercan renk paletleri gösterdi, biz Ezel Akay’la dramaturji tartıştık, Emine yapımla ilgili fikirlerini anlattı. 45 dakikada filmle ilgili her şeyi paylaşmıştık. Ödülü kazandık, borç harç çektik filmi.

Festival süreci gerçekten bambaşka. Sadece Antalya Film Festivali üzerinden konuşursak eksik kalır. Evet, Antalya Film Festivali çok tuhaf bir şey yaptı, festivale iki ay kala ulusal yarışmayı kaldırdı. İnsanlar film yapınca 1-2 sene ilerisini planlıyor. İstanbul ya da Ankara Film Festivali’ne katılmak istediğimizi söylediğimizde bize “Yok, illa bizde yapın prömiyeri” derken sonra “ama biz yokuz” demeleri komik. Çok profesyonel gözüken ve profesyonellikle övünen bir grup insanın ne kadar amatör olduğunu gösteren işaretlerden biri. Ben zaten amatör olma taraftarıyım, ama profesyonel görünüp amatör olmak karşı tarafı boşlukta bırakıyor.

Ben çok kötü oldum tabii duyunca. Emine’yle Priştina’dan dönüyorduk, histeri krizi geçirdim. Sonra “Ne olursa olsun, bu film çıkmasa bile kâra geçti” diye düşündüm. Ayris, Halil, Hazar gibi insanlarla inanılmaz şeyler paylaşmış, hayatım boyunca öğrenmediğim şeyler öğrenmiştim. Hiçbir önemi olmadığını düşündüm ve kendimi biraz rahatlattım. Adana’ya dönüp oradan ödül alınca da dediğin gibi güzel bir hikâye oldu.

Şöyle bir şey var. Filmi yapmadan önce de, yaptıktan sonra da ciddiye alınmakta zorluk çekiyorsunuz.

İlk film olmasıyla ilgili bir durum mu bu?

Emre: Hayır, film yapma şeklinizle ilgili. Yoksa ilk filmini yapıp çok ciddiye alınan yönetmenler de var. Film yapmanın bir âdeti, doğrusu, kuralı oluşmaya başlamış. Biz kafamıza göre film yapıp bu âdete uymayınca çok profesyonel, çok mantıklı görünmedi. Halbuki şu an diğer film yapma şeklini de deneyimleyen bir insan olarak film yapmanın özünün bu olduğunu düşünüyorum. Yazmak, düşünmek, onun oyuncaklarıyla oynayıp, izleyip, o filmin başkalarının olduğunu tecrübe etmek. Bu kadar basit. Hikâye anlatmak ve iyileşmektir film yapmak. Oysa artık başka formülleri var ve bu durum çok sıkıcı. Bu sıkıcılığı yaratan en büyük etkenler de festivaller. Bu festival seçicileri, burada sadece Antalya’dan da bahsetmiyorum, Cannes, Venedik filan da dahil, bir otorite olarak kabul ediliyor ve filmin izlenme stratejilerine odaklanılıyor. Filme yapılan yatırımlar buralara yoğunlaşıyor. Filmin kendisinden çok dağıtımcısı, nereye gittiği, ne yaptığı, nerede ödül aldığı önemseniyor. Filmden çok az bahsetmeye başlıyorsunuz. Bir grup burjuvanın toplanıp şampanya patlatarak ha-ha-ha diye güldüğü yerlere dönüşmeye başlıyor. Bu da can sıkıcı. Tabii ki güzel şeyler de var, ama bu filmleri seçen 4-5 kişiyi nasıl otorite kabul edebiliriz? Bu büyük festivallerin programcıları var, dört beş kişiler bunlar. hiç kusura bakmasın kimse, Berlin Film Festivali’nde de, Venedik Film Festivali’nde de, Cannes Film Festivali’nde de benim nezdimde her sene rezalet filmler oluyor. Her sene muazzam iyi filmler oralara giremiyor. Bu düzene ayak uydurma çabası da insanları tektipleştiriyor. Örneğin gişeye film yaptığı için insanlar ötekileştiriliyor. Halbuki burada birilerinin ötekileştirilmesi için çok daha iyi malzeme var. Çok daha az insana film yapıyorsunuz ve çok formülize edilmiş filmler ortaya çıkmaya başlıyor. Bir yandan da sadece rezalet filmler yapılıyor demiyorum, gerçekten çok iyi filmler de yapılıyor. Bence sinema altın çağına girdi bir yandan. Hatta sinema altın çağına girdiği için de festivallerin en fazla 50 yıllık ömrü var. Bence hepsi bitecek, çünkü şu an işe yarar yerler değiller. O yüzden Antalya’dan çok bunu konuşmak, festivallere göbek bağıyla bağlı olmanın biz sinemacıları benliğimizden uzaklaştırdığının farkına varıp sinemayı neden yaptığımızı, aslında sadece oyun oynamak isteyen çocuklar olduğumuzu hatırlamak lazım.

Sinema yanıyormuş gibi sürekli “Sinema nasıl kurtulacak?” tartışılıyor. Kurtulur mu bilmiyorum, ama meseleye böyle yaklaşmak bizi kurtarır. Bizi eğlendirir, büyütür. O yüzden ben öyle bir yol tercih ediyorum. Elbette çok güzel festivallere gitmek istiyorum. Ayris’le, Halil’le, Emine’yle takılıp eğlenelim istiyorum, after party’leri çok güzel oluyor. Elbette ki hepsine başvuracağım, oralarda olmak ve izleyiciyle buluşmak için her şeyi yapacağım. Ama oralarda olmak için üretimimin değişmesine izin vermeyeceğim. Antalya bu konuda büyük bir ders oldu.

Peki Ulusal Yarışma ne sağladı?

Emre: Çok zevkliydi. Çok güzel bir gösterim oldu, çok umutlandım.

Ayris: Bir kere böyle tarihi bir organizasyonun, gerilla bir organizasyonun yarışmacısı olmak başlı başına büyük bir şans. Adana’yla hemen hemen aynı anda geldi. Bizim ilk defa seyirci karşısına çıktığımız bir dönemdi. Çok coşkuluydu, her şeyden önce içinde yer aldığım için mutlu olduğum bir geceydi. Kar’dan da bağımsız aslında. Böyle bir sinema olayı var, ben de onun öznesi olarak çok mutluydum.

Emre: Ben Güvercin’in (Banu Sıvacı, 2018) Berlinale’nin Generation Programı’nda gösterilmesine çok sevinmiştim. Banu’yu orada sahneye çıkarken görüp “Böyle janti yerlerde bulunmanın verdiği haz ne güzel, çok sevindim senin adına” gibi bir şey dedim. O da bana dedi ki: “Ben Ulusal’daki hazzı tercih ederdim.” Bence ikisi de çok güzel. İkisinin de ayrı duyguları var, ama Ulusal’ın da azımsanamayacak bir duygusu vardı. Bunun da sebebi Kaan’ın ve heyecanlı birkaç insanın bir arada olmasıydı.

Peki bu heyecanı, bu umudu nereye kanalize etmek lazım?

Emre: Kanalize etmeyelim abi.

Ayris: Bence de. Çok didaktik bir şey kanalize etmek, gidiyorsa gidiyordur. Ben de sinemayı kurtarma muhabbetinin gündemde olması gerektiğini düşünmüyorum. En azından benim sinema dünyasından anlaştığım insanların sinemayı kurtarmak gibi bir derdi yok, kendini kurtarmak gibi bir derdi var.

Emre: Bir gün sinema yok olursa, Türkiye’de ya da bütün dünyada, yok olması gerektiği için olur. O yüzden çok da büyütmeyelim. Çok eğlenceli, yapmaktan da çok keyif alıyoruz, bize inanılmaz şeyler hissettiriyor…

Ayris: Ama kutsal da değil.

Benzer düşünüyorum. Biraz da yönetmen-kurgucu ilişkisi üzerine konuşalım, dilerseniz. Kar’ın çok dinamik ve diyaloglar üzerinden ilerleyen bir yapısı var. Böyle bir senaryoda müdahale etmek ile akışına izin vermek dengesini ve metinle olan ilişkiyi nasıl kurdunuz?

Ayris: Aslında çok da eylem ve diyalogla ilgili değil, çünkü filmin kendisinin bir ritmi var. Bütün sahneler tek plan olsa bile o kurgu aynı mesaiyi gerektirebilir. Anlatacağınız hikâyenin tamamı için bir formül bulmaya çalışıyorsunuz. Emre’yle diyalog üzerine konuştuğumuzu hiç hatırlamıyorum, bu tartışma konusu bile değildi.

Biz Emre’yle ilk tanıştığımızda da hikâye üzerine konuşmuştuk. Buluşmadan önce senaryoyu okumuştum, Nazlı çaktırmadan yollamıştı bana (gülüyor). Dolayısıyla ilk önce sizin o filmle ilgili hayal ettiğiniz bir şey oluyor, özellikle de hikâyenin merkezinde kışkırtıcı bir şey varsa. Hikâyeyle bir gönül bağınız da oluşuyor, çünkü daha filmi çekilmeden siz de filmi çekmiş oluyorsunuz. Bütün yapım sürecinden önce Kar benim için iyi bir hikâyeydi, ama senaryoyla kurduğum ilişkiyi dikkate alacak zamanım olmadı, çünkü hemen sete girdik. Senaryoyla uzun uzadıya çalışmayı da çok tercih etmiyorum açıkçası, zaten önemli olan çekilen materyal oluyor bir süre sonra. Senaryo benim işime yarayan bir araç değil, daha çok materyalin kendisiyle ilgileniyorum. Yalnız kıymetli olduğunu düşündüğüm şöyle bir şey vardı. Senaryoyu okuduğumda atacağım birkaç sahneden çok emindim. Hatta bunun esprisini de yaptım.

Emre: “O zaten atılacak da…” (gülüyor)

Film süresinin ham kurguda 120’lerde olduğunu hatırlıyorum. Emre de oralarda tutmak konusunda çok ısrarcıydı. Özellikle prologdaki kar izleme sahnesi çok daha uzundu. Uzun planları da beğeniyordu. Şimdi 100 dakikaya düşmüş ve o dinamizminden hiçbir şey kaybetmemiş. 40 dakikalık dizi izliyormuş gibi hissettiriyor. Bu süreç nasıl gelişti? Daha doğrusu sen Emre’yi nasıl ikna ettin Ayris?   

Ayris: Onu anlatabilmek için bence önce biraz bu yönetmenle kurgucu arasındaki güven ilişkisinden bahsedelim. Bu bizim kurgu sürecinden sonra kafa yorduğumuz bir şey oldu. Orada bambaşka bir stres var, fazla içindesin ve analiz edemiyorsun, düşünebileceğin bir aralık olmuyor. Ben kurgucu olarak setteydim, daha doğrusu onlar setteyken kurgu odasındayım. Dolayısıyla çok hayali, çok dolaylı bir ilişki kurabiliyordum. Güvenle ilgili önemli olduğunu düşündüğüm bir günü anlatayım.

Bir gün kendi kendime takılıyorum. Ben de ilk defa uzun metraj kurmaca yapıyorum, tek başımayım ve çok sevdiğim bir hikâye olsa da kafamda “Emre’yle aynı noktada mıyım? Emre bana güveniyor mu?” gibi sorular var. Bir gün setten sonra gidip Emre’yi yakaladım ve aynı noktada olup olmadığımızdan emin olmak için onunla konuştum.

Emre: Ben diyorum ki sen bana rüyalarımı hatırlattın, o diyor ki “Bana güveniyor musun?” (gülüyor)

Ayris: O güveni sağladıktan sonra, ki o da tamamen konuşmakla ve enerjiyle oluyor. Gerçekten bu filmin benim de filmim olduğunu, sadece iyi bir film çıkarmak için değil benim bakış açımın da dahil olduğu bir film çıkarmak için çalıştığımı fark ettim. O süreçte çok iyi anlaşmaya başladığımız için bazı şeyler konuşulmadan, sezgisel ilerlemeye başladı. Ama bu Emre’yi 120 dakikadan caydırmaya yetmedi. İhtiyacımız olan yerleri atmamıza sebep olan, Emre’nin dinlenmesi, demlenmesiydi. O şekilde olsaydı şu an ne olurdu bilmiyorum, bence önemli bir kırılma noktası. Aslında güven diyoruz da güvenmemişsin abi bana… (gülüyor)

Emre: Hemen araya giriyorum ve yönetmen bakış açısından anlatıyorum. İçinde ne kadar büyük bir güven olduğunu göreceksiniz.

Aklınıza gelen ilk filmleri düşünün, hepsinin atılacak 30 dakikası vardır. Bütün ilk filmlerde oyuncu yönetimi hataları da vardır, çünkü çabuk ikna oluyorsun, korkuyorsun ve ilk hedefin filmi bitirmek. İlk film hata yapmaya çok gebe. Yazdıklarına çok güvenen biri olarak da o uzun versiyona tutunma refleksi çok doğal. Aslında burada esas mesele oradan düşürebilmek. Bir kurgucunun ilk filmde bunu yapabilmesi için güvenden çok daha fazlasını sağlaması gerekiyor. Ben adım gibi eminim, çoğu kurgucu bana bunu yaptıramazdı. Ayris hiç baskı yapmadı, sadece görüşünü belirtti. Ben de Ayris’le çalışırken bir şeyler çözdüm. İlk başta ona hiçbir yorumda bulunmadım. Aklını görmek çok daha iyi geldi, çünkü yönetmenin işi, en sevdiğini bulmak. Ama yönetmen, en sevdiğini yalnızca kendi kendine söyleyebileceğini sanıyor. Halbuki bir kurgucu da, bir görüntü yönetmeni de onun sevdiğini daha rahat bulabilir.

Ayris: Bir insan bir şey hayal ediyor ve bir hikâye anlatmak istiyor. Kurguyu da bir araç olarak görüyorsak, onun nasıl anlatması gerektiğini bazen kurgucu ondan daha iyi bilebiliyor. Bu da ilk film olmasından kaynaklanıyor, tıpkı bir olayı ilk defa anlatırken dağınık anlatmamız gibi. Kurgu aslında kimi zaman yönetmenin ne istediğini ondan daha iyi anlayan bir yerde konumlanıyor.

Emre: Bazen istediğin şeyi iyi açıklayamıyorsun. Yönetmen bir şey istiyor, ama tam tersini söylüyor. Herkesin olduğu gibi yönetmenin de bir arazı olabilir. Ben de bir şey istiyorum, ama buna ulaşacak yolu Ayris’ten iyi bilmeme ihtimalim var. Benim aklım ondan önemli değil, benim hikâyem için bile. Orada bir evren var ve o evrenin çalışması lazım. Hem de benim en sevdiğim şekilde çalışması lazım. Onu bulmak için kurgucu, yani senin hikâyeni anlatacak başka bir hikâye anlatıcısı var. Ama bunu öğrenmek öyle kolay olmuyor işte, yönetmen onu ilk bakışta göremiyor. Yavaş yavaş ikna oldum, Ayris’e “Sen ne istiyorsan o olsun” dememle film seviye atladı.

Ayris: İkinci kere oturduğumuzda ikimizde de tamamen teslimiyet vardı ve atılacak sahnelerin ne olduğunu hiç konuşmamamıza rağmen ikimiz de biliyorduk. Sadece kafa hareketleriyle iletişim kuruyorduk, çünkü filmin dramaturjisi ve ritmi kafamızda o kadar oturmuştu ki o sahneleri fazlalık olarak görüyorduk.

Emre, sen hikâyelerini kendin yazıyorsun ve yazmayı seviyorsun. Yönetmen Emre’yle kurgucunun ilişkisini anlattın, ama senarist olarak bu ilişkiyi nasıl kurduğunu merak ediyorum. Senarist Emre kurgucuya nasıl bakıyor? Özellikle de sette bulunan ve “benim için senaryo değil, materyal önemli” diyen kurgucuya?

Emre: Yönetmen Emre en baştan kurgucu Ayris’e hayrandı, senarist Emre daha uzaktaydı. Bu sahnelerin atıldığı dönem de senarist Emre’yle Ayris’in arası biraz daha açıldı. Ama sonuç itibariyle senarist Emre belki kurgucu Ayris’i yönetmen Emre’den bile çok seviyor olabilir. Senarist Emre’nin asıl kırgın olduğu kişi yönetmen Emre.

Enteresan bir şey söyledin, biraz daha açıklamanı isteyeceğim.

Emre: Hani “Bir sahne kendi içinde çok güzelse, ama filmin hikâyesine yaramıyorsa kes at, en sevdiğin çocuğu öldür” diye bir laf var ya, ben buna o kadar da inanmıyorum. Ben her sahnenin, her karakterin hikâyeye yaramasından nefret ederim. Hayatımda tanıdığım herkes, yaşadığım her olay hikâyeme bir şey katmıyor ki. Başkalaşmak bana daha zevkli geliyor. Yani burada, Yeldeğirmeni’nde bir yandan bir hikâye yaşanırken Can’la oturup çay içmek ve bambaşka bir konudan bahsetmek, bazen o hikâyeden bahsetmekten daha hoşuma gidiyor. Quentin Tarantino, Paul Thomas Anderson, Jim Jarmusch gibi sevdiğim yönetmenler de hep öyle çalışıyor. Bu filmde böyle yerlerin olduğu farkındaydım, ama atılma sebepleri bu değil. Böyle yerler, bunu sağlayan sahneler hâlâ var. Senarist Emre bu sahnelerin işe yaramadığı için atıldığını düşündü ve “Hayır, bir işe yarıyor” gibi bir itiraz getirdi. Ama yönetmen Emre, onları senarist Emre’nin addettiği gibi çekememişti. Yönetmenin işinin ikna etmek olduğunu düşünüyorum. Bazısı Stanley Kubrick gibi “olacak” der, oldurur. Ben öyle değilim, öyle bir motivasyonum yok. Yönetmen Emre’nin çektiği ve sonunda atılan sahneler ne kurgucu Ayris’i, ne de senarist Emre’yi ikna etti. O yüzden birbiriyle hiç bağı olmamasına rağmen senarist Emre’yle kurgucu Ayris’in bir bağı oluştu.

Ayris: Mesela senaryoyla ilgili genelde “Bu genç karakterlerin arasındaki diyaloglar çok gerçekçi, beyazperdede daha önce şahit olmadığımız kadar içlerinden biriymiş gibi hissediyoruz, filmin sonunda da ‘Keşke onların özel hayatına biraz daha girsem, tadı damağımda kaldı’ diye hissettim” gibi yorumlar duyuyoruz. Gerçekten tam olarak böyle olması gerekiyor, tadı ağzında kalmalı. Bu senaryonun kötü olmasıyla ilgili değil, gösterileni biraz daha kısmakla ilgili. Daha fazla görmemiz o karakterlerin ardından koşmamıza engel olacak, onlara doyacağız. Bir şey ne kadar örtük olursa o kadar ilgimizi çeker.

Kurgucunun setteki varlığı burada mı devreye giriyor?

Ayris: Bence burada bir ayrım yapmamız lazım. Ben sette kurgu yapmadım. Antalya’daydım, otel odasında kurulumum vardı, ama sete iki ya da üç kere gittim. Sette olan herhangi bir gerginliği ben yaşamadım. Sadece otelde beraberdik. Bir sahnenin hangi şartlarda çekildiğine şahit olmadım, olmak da istemem aslında.

Emre: Sette kurgucu yoktu, dramaturg vardı. Bunun kararını bilinçli olarak almadık ama Ayris sette dramaturgluk yaptı. “Bekir’in yakını yok” demek kurguyla ilgili değil, biraz daha dramaturjiye giriyor. Mesela Ayris setteyken bize bir sahneyi bir daha çektirdi, çünkü o hissin olduğuna inanmadı. Sette Ayris, bir dramaturg olarak ayaklarımızın yere basmasını, bizim kendimize güvenmemizi sağlıyordu. Psikolojik olarak zor bir sürece giriyorsunuz, bizim gibi kısıtlı imkânlara sahip insanlar için bu tek atımlık kurşun. Bu tabloda içgüdüsel bir kararla orada bir dramaturg bulundurmak ve o kişinin dramaturg ile kurgucu kimliklerini ayırabilecek yetenekte olması çok büyük şans.

Ayris: Aslında sette olan şey, uzaydan görüntü gelmesine benziyor. Sanki uzakta bir gezegen var, oradan sahne sahne geliyor. O yüzden benim orada deneyimlediğim şeyin ses eşleme ya da planların birbirine bağlanmasıyla çok da ilgisi yok. Her gün yeni bir görüntü geliyor o evrenden ve ben onları toparlayıp neye benzediğini, neye yaklaştığını düşünüyorum. Her gelen parçayla beraber yavaş yavaş bir şeyler oturmaya başlıyor.

Mesela Müzeyyen’in takılma evindeki sahnesinde kafasını arkaya yasladığında Bekir’in bir bakışı vardı. İnanılmaz rahatsız oldum, çünkü kafası iyi, ama onu gören seyirci Bekir’in Müzeyyen’e karşı libidinal bir gerginlik beslediğini hissedecekti. Gereksiz, parazit o orada, bu risk alınmamalı. Aslında iş biraz böyle küçük, ama o evreni oluşturan dramaturjik hamlelerle ilgili. Kurgu o kadar da teknik bir şey değil, o işin hamallığı.

Emre: Her kurgucunun bir çalışma stili var. Bazen yönetmene ayak uyduruyor, bazen de yönetmen ona ayak uyduruyor. Hissetmek ve mesafeli olmak arasından birini seçmek zorunda değilsin. Ben dışarıdan bir kurgu yapılsın istemiyordum, kurgucu filmin içine girsin, hislerine hakim olsun ve sonrasında mesafesini alabilsin istiyordum. O sahnelerin çıkarılmasına ve 120 dakikadan 100 dakikaya düşmesine beni ikna eden şey de bu. Ayris de “Bunlar filmin işine yaramıyor” demedi, “Bunlar bana bir şey hissettirmiyor, bunları attığım anda hissettiklerim artıyor, çoğalıyorum” dedi ve öyle attık. Bunu da bir formüle çevirmeye gerek yok bu arada. Bu “Kurgucu sette olursa daha güzel olur” demek değil.

Ayris: İkimizin de ilk uzun metraj deneyimi olmasına rağmen hem o işi yapmanın gerektirdiği ciddiyet ve profesyonelliği sağladık, hem de hikâyenin kendisiyle kurulan ilişkiyi canlı tutmayı başardık. Yoksa herkes kendi bildiği hikâyeyi anlatır. Siz üretim alanında bir tür analoji kuruyorsunuz. Biri bir şey yapıyor, siz de dikey çizgiyle bir şey yapıyorsunuz, ama birbirini tamamlıyor. Bu hikâyeye karşı hepimiz aynı bakışa sahip değiliz ve bence bu kıymetli bir şey. O yüzden duygudan bahsediyorum, o duygunun peşinden gidiyorsunuz. Dramaturjinin teknik terimlerinin bir anlamı kalmıyor, o hissi yaratmak için düşünüyorsunuz. Önemli olan iyi bir yöntemle, ya da iyi bir hikâyeyle çalışmak değil, filmin kendini anlatması, o hikâyenin en iyiye ulaşması.

Emre: Bu iyi standardını belirleyen bütün parametreler de bizim koyduğumuz parametreler. Çok sakil şeyler yaptık biz kurgu boyunca, ama bizce çok güzeldi. Filmin sakil bir enerjisi vardı, biz de onu koruduk. Bir sonraki film için de çalışma şeklini şimdiden oturttuk. Bunun için de tek düşündüğüm nasıl çalışmak istediğimizdi. Cihangir’de geçiyor bütün hikâye. Kurgu için bir yer tutacağız, set sırasında ve sonrasında da devam edecek. Ayris Cihangir’de çıktığı anda ana karakterin yürüdüğü yerlerden yürüyebilecek. Setin olduğu yeri görmesine gerek yok, karakterin yaşadığı yerlerde gezecek. Çok zevkli olmaz mı? İş zevk almakla ilgili olduğu için filmin ulaşması gereken yer, en çok zevk aldığınız yer. Bu şartlar altında film “rezalet” diye adlandırılıyorsa da hiç önemi yok.

Denkleme bir de oyuncuyu katalım o zaman. Emre, bildiğim kadarıyla sen günümüz üretimini takip ediyorsun, dizileri filan da izliyorsun. Hangi rolün hangi oyuncuya uygun olacağına yönelik de daha çok tipoloji üzerinden ilerleyen belli fikirlerin var. Senaryoyu yazarken de her karakteri canlandırdığını, özellikle repliklerin vurgularına titizce dikkat ettiğini yakından biliyorum. Oyuncunun replikleri nasıl söylemesi ya da nerede nasıl bakması gerektiğiyle ilgili fikirlerin çok net oluyor. Aslında bunun oyuncular gözünde özgürlüğünün kısıtlanması gibi yorumlanma ihtimali de olabilir, ama bir yandan onlara keşfetmeleri için geniş alanlar da tanımış gibi görünüyorsun. Belki öyle değildir, ama doğaçlama gibi görünen de çok fazla yer var. Ayrıca oyunculukların hepsi de çok iyi.

Emre: Öncelikle çok değiştim. Oyunculuğa artık çok daha geniş başlıklar üzerinden bakıyorum. Ben oyuncu yönetimi konusunda hiçbir şey bilmiyormuşum, sete girdiğimde öğrendim. Hazar, Halil ve Doğaç, farklı metotlarla çalışan oyuncular. Onların çalışma stillerine bakarak kafamda bir şeyleri anlamlandırmaya çalıştım.

Biz ne zaman birkaç yönetmen yan yana dizilsek, Ahmet Rıfat Şungar’ın sıkıştırdığı şöyle bir laf var: “Yönetmen arkadaşlarım, oyuncularla ilgili daha büyük hayaller kurun.” Gerçekten de öyle. Özellikle Ortadoğu Sineması’nda oyuncularla ilgili çok küçük hayaller kuruluyor. Artık oyunculuk yönetiminde çok daha irdeleyici oldum, ama bakış, vurgu gibi basit şeyler üzerine değil, çok daha akli ve felsefi şeylere odaklanıyorum.

Filmde de prova aşamasından itibaren bir enerji yaratmaya çalıştım ve oyuncular arasında bu enerji oluştuğu anda oyuncu yönetimi çok kolay oldu. Yine de görünenden daha fazla olduğunu öğrendim. Beni Sevenler Listesi’ndeki oyunculuk algım da çok daha farklı, tıpkı İnsanlık Tarihinin İlk Günü’yle Kar arasında fark olması gibi. Sürekli gelişiyorsun ve artık dediğin gibi tipler üzerine değil, oyuncunun enerjisi ve yarattığı etki üzerine düşünüyorum. Onun ebatları, gerçeği önemli değil, inandırdığı şeye ulaşmaya çalışıyorum. Oyuncu yönetimi beni artık çok heyecanlandırıyor. Bunu da bu filmde çalıştığım oyuncular yarattı. Ben bir yönetmen olarak oyuncu yönetiminde başarılı olduğumu düşünüyorum, ama onlar da oyuncu olarak yönetmen yönetiminde muazzamdı. Çalıştıkları yönetmene farklı bir kanal açtılar. Burada onları takdir etmek çok daha doğru geliyor bana. 

Peki, kurgucu bu denklemde tam olarak nereye denk geliyor? Ya da biraz önce verdiğin Bekir’in bakışını atma örneği üzerinden, oyuncuyla olası bir çatışma durumunda ilişki nasıl kuruluyor?

Ayris: Aslında Emre’nin dediği gibi her oyuncunun farklı bir metodu vardı. Bunlar bir araya geldiğinde dezavantaj da doğurabilir, çünkü her karakter sanki biraz daha farklı bir evrenden gelmiş gibi. Arada bir ton fark bile olsa böyle bir hissi var. Ama bunun fark edilmemesinin sebebi, bütün karakterleri eşit olarak görmek ve hiçbirine çok fazla zaman vermemek. Birazcık yakınlaştığınızda o farklılıklar daha da görünür oluyor. Burada benim için oyuncuyla ilgili en önemli şey, eğer kötü bir oyunsa, elzem bir şeyse bile o kelimeyi duymamanın daha iyi olduğu. Film bir şey hissettirmek için var ve o bilgi, yönetmenin çok istediği bakış veya cümle, ya da oyuncunun belirtmek istediği herhangi bir tavır o hisse hizmet etmiyorsa, çok elzem bile olsa aslında hiçbir ehemmiyeti yok. Esas olan duygu, başka hiçbir üstünlük yok.

Emre: Ayris’in oyunculuk yapmasından da gelen bir durum var burada. Bizde oyunculuk çok az kollanıyor. Oyunculuk hakkında bence çok az düşünüyoruz. Yönetmenler oyuncuların kendilerine hayran kaldığı gibi bir izlenime kapılıyor. Kalmıyor abi, o kadar kötü oyun yönetiyorsun ki o senin aklına güvenmiyor.

Büyük bir yönetmenin setine giden bir oyuncu arkadaşım anlatmıştı, kendisine gelen komut “Oynama” olmuş. O çocuk da düşünüyor ki “Ben 4 yıl bunun okulunu okudum, adı da ‘oyunculuk’. Oynamadan oynamak ne demek?” Bu çok sığ bir bakış açısı ve izleyiciye de yansıyor. İzleyici olarak da gösterilmesinden memnun gibiyiz, anlamakla uğraşmıyoruz. Benim yönetmenlikte ya da hikâye anlatıcılığında en sevdiğim şey tahmin edilemez olmak. Futbolda bile böyle. Benim bir futbolcudan en büyük beklentim, tahmin edilemez olması. Burada saatli bomba anlamında kullanmıyorum. Benim hoşuma giden şey bu, ama burada oyunculukta bunu aramıyoruz gibi geliyor.

Ayris aynı zamanda oyunculuk yaptığı için inanılmaz oyuncu analizleri yapıp onları kolluyordu. Bu da çok işe yaradı. Monitörden görüp ilk anda beğendiğimiz oyunculukların küçük zaaflarını ya da avantajlarını görme yetisinin oyuncuların bile kafasının kimi zaman karıştığı yerde kurgucudan gelmesi inanılmaz bir şey.

Mesela alışverişten sonra kameranın Hazerhan’la Kadir’in yanına yaklaştığı sahnede Ercan o çekimin kullanılmasını hiç istemedi, çünkü kendi hatası görünüyordu. O da aslında kendi sorunu değil, bir yerde netliğin fazla, filmin sakilliğini de aşacak kadar geç gelmesinden kaynaklanıyordu. Pek çok kurgucu da onu kullanmazdı, çünkü kurgucudan ya da görüntü yönetmeninden bilinir ve “Elinizde başka çekim yok muydu?” diye sorarlar. Ayris’in kullanmasının tek sebebi ise oyunculuk. “Oyunculuğun iyi olması daha önemli, sahne işleyecek, hatayı kimse fark etmeyecek” diyecek özgüvene sahipseniz bunu söylüyorsunuz. Bugüne kadar orayla ilgili de herhangi bir yorum duymadık. Orada Serhat ve Halil’in oyunculuğu o kadar iyi işliyor ki bırak netliği istersen başka kamerayla çek, başka rengi olsun, hiç fark etmez.

Ayris: Kurgu filmin yaratım sürecinde öyle bir yer ki, yapımdaki bütün departmanların hata ve zaaflarını görüyorsunuz. Bir oyuncuyu o kadar iyi tanıyorum ki, belki oyunculuk sürecini ondan daha iyi biliyorum. Boşluğa düştüğünde ağzının sağa doğru kaydığını ve bunun ne demek olduğunu biliyorum. Sesle, yönetmenlikle ilgili her düşünceyi görebiliyorsunuz. Kurgu odasında aslında bir gerginlik de oluyor. Herkes sizin üzerinden kendini doğrulamak istiyor. Ne yanlış olduysa siz onu evirip çevirip başka bir yere yollayacaksınız.

Emre: İş kimi zaman hikâye anlatmaktan çıkıp birbirini suçlamaya ve kendini kurtarmaya dönüyor. Böyle olunca da seviye biraz düşüyor.

Ayris: Karşı karşıya değil de yan yana gidiyormuş gibi görmekte fayda var. Kurgucu ve yönetmen birlikte kafa patlatıyor, sırt sırta gelmek kimsenin hayrına değil.

Emre: Aklını kurgucudan, görüntü yönetmeninden ya da yardımcı yönetmenden bir öteye koyduğun, işi hikâye anlatmaktan kendi arazınla ilgilenmeye çevirdiğin anda da o arazın çözümünden uzaklaşıyorsun. Halbuki zaten film yapmak, o arazdan kurtulma yolu. Bıraksanız hep birlikte kurtulacaksınız. Sinema yönetmenin sanatı, evet, ama bunun bir önemi yok. Herkes bir hikâye anlatıyor ve bunların hepsi çok güzel oyun alanları. Bunların tadını çıkarmak lazım, çünkü zulme dönüştüğü anda, akılları küçültüp meseleyi hiyerarşik bir savaşa dönüştürdüğün anda işin eğlenceli yanı kaçıyor. İşin eğlencesi kaçtığında da sinema yok oluyor. O yüzden çıkan iş, çıktığı süreçte hissettirdiklerinden bağımsız değil. Film yapmak gibi kıymetli bir şansın varken neden bunu hiyerarşik savaşlarla heba edesin?

Ayris: Dün filmi izledik. Pek çok yerde hâlâ hatalar görüyoruz, ama “Keşke öyle yapmasaydım” da diyemiyorum. O anın içine hapsolmuş bir karar o ve o da bir şey söylüyor.

Bence bunu “hata yapma özgürlüğü” olarak özetlersek, üretim süreciyle ilgili anlattıklarınız filmin hikâyesiyle de çok güzel bağlanıyor.

Ayris: Evet, o riski almakla ilgili. Çok amatör, hatta çiğ durabilecek yerler var. Ama o anı hatırlıyorum, bize hiç radikal gelmemişti. Şimdi izlerken özellikle bazı sahnelerin kurgusunun biraz iddialı olduğunu görebiliyorum.

Emre: Ben filmi, filmdeki karakterlerin enerjisiyle çekmeye çalışıyorum. Bundan sonraki film bu açıdan daha da iddialı, ana karakterim film çekiyormuş gibi düşünüyorum, onun duygusuyla hareket ediyorum. O enerji benim de bulunduğum bir yerde gerçekleştiği için estetik anlayışımın dahilinde oluyor. Ercan da kamerayı eline alıp filmin renklerini yaparken bunu düşündü. Ayris de filmi böyle kesti, yani o karakterlerin enerjisiyle, ağzı bozuk, sert kesmelerle. Bu bir tercih de değildi, materyal bunu getirdi. Şu an gördüğümüz hatalar da Ayris’in dediği gibi değiştirmek istediğimiz yerler değil. İnsanların hatalarından neden bu kadar nefret ettiğini anlamıyorum.

Ayris: Bana uzun gelen bazı sahneler var. Belki şimdi daha farklı yaklaşabilirim, ama o anki hissim onları öyle kesmeyi gerektirdi.

Emre: O anki Ayris öyle istedi, o anki Emre öyle istedi. Sen bunlara ne diyebilirsin ki?

Ayris: Sen kimsin ya? (gülüyoruz)

Emre: O hatalar bu filmi çıkardı. O hataları yapma cüreti olmasaydı bahsettiğimiz güzel şeylere ulaşmış olmayabilirdik. Hatta filmi çekmiş dahi olmayabilirdik. O yüzden film bize belki para getirmedi, ama sinemaya devam etmek için önceki filminizin kâra geçmesine gerek yok. Belki filminiz batar, ama sizi öyle bir yere taşır ki üç film daha yapacak gücü verir. Hepimizin ilk filmiydi, bilmeden film çekmenin özüyle ilgilendik. Sinemanın dayattıkları dışında, tamamen bilinçsizce, tamamen içgüdüsel hareket ettik. Şimdi başka şeylerle tanışıyoruz. Ayris başka yönetmenlerle tanışıyor, ben film yapmanın farklı yollarını görüyorum. Biraz da darlanıyorum, ama Kar’da yaptığımıza bir şeyler eklemek de istiyorum. Kar bizim saf sinema yapma hâlimiz. Biz kendi karakterimizi ortaya koyarak bir film yaptık, şimdi bu karakteri koruyarak sinema ekonomisinin içinde bir iş yapmanın yolunu arıyoruz.

Ayris: Hikâye anlatmak ve sinemayla ilgili en büyük kaygım, fazla içgüdüsel yaklaşımların amatörce görülmesi, yetkinliğimin eleştirilmesiydi. Artık hissin önemli olduğunu, hatta teknikten bağımsız olmadığını düşünüyorum. Teknik olanla saf olanı ayırıp aralarında bir sentez kurmak için uzun uzadıya kafa yormaya gerek yok. Teknik, hissi iletmenin bir aracı.

Emre: Ercan’ın şöyle bir lafı var, ben onu da seviyorum: “Hikâye anlatacağını biliyorum, ama ilk önce perdeye baktıracaksın.” Onun kafası da çok teknik çalışıyor. Ses ya da hikâye bile olmasa perdeye baktırmanın yollarını düşünüyor. Böyle farklı farklı yaklaşımlar birbirini besliyor, birleşince ortaya güzel bir iş çıkıyor.

Filmdeki karakterlerin tasarımı genel anlamda çok başarılı. Daha ön planda olan Müzeyyen, Hazerhan, Ali ve Bekir’i zaten bir kenara koyuyorum. Ama Mahir, Ebru, Kadir, Ferdane ve Rahim gibi karakterleri de çok iyi tanıyoruz, hepsi kendiyle ilgili çok fazla şey söylüyor. Bazen bir bakışla, bazen onlardan bahseden ufak bir lafla. Hepsi çok titizlikle çalışılmış. Set öncesinde ya da kurgu aşamasında da bu karakterlerin hepsinin bir şekilde hakkını verebilmeye özellikle dikkat ettiniz mi?

Emre: Bunun üzerine çok düşünürsen yapamazsın gibi geliyor. Hep aynı yere bağlamamın nedeni de bu. Benim sinemadaki amacım, bir filmi sadece sevdiğim için yapmak, sevdiğim şeyi bulmak. Hayatta da kendime böyle bir amaç edindim, bütün dış etkenlerden uzaklaşıp kendim olmak istiyorum. Senaryo yazarken de kendim olabilmek için milimetrik hesaplardan uzaklaşıp biraz aklımı serbest bırakmaya çalışıyorum. Sonra çekerken, çektikten sonra çok düşünüyorum.

Yazarken karakterler hakkında çok şey söylemeyi sevmiyorum, onların kendiliğinden ortaya çıkması daha çok hoşuma gidiyor. Bunun örneğini Ebru üzerinden verebilirim. Ebru çok iyi bir fotoğrafçı, çünkü kendini çekmeyi çok seviyor, güzel buluyor kendisini. Belki bazen de bulmuyor, çünkü babasıyla bir meselesi de var. Bütün hikâye bir şekilde kendiliğinden birleşiyor, ama bunun çok azını duyuyoruz. Benim bildiğim şeyleri insanların tahmin etmesi bana çok güzel geliyor.

Karakterlerin etrafına büyük bir hayat dolduruyorum, ama bunu yaptın diye “bak ne güzel tasarladım, hepsini anlatacağım” demek bence ana karakter için bile fazla. Karakterler hakkında sokaktan geçen insanlarmış gibi hayaller kurulmasını istiyorum. 70-80 sene ömür yaşayıp kendimizi tanıyamıyoruz, 120 dakikalık filmde birini tam anlamıyla tanıtacağını iddia etmek bana biraz sığ geliyor. Yönetmenin karakter hakkında anında bir fikri varsa, “Can solcudur”, “Ayris feministtir”, “Emre alkoliktir” gibi yapıştırmalarla birlikte karakterin bütün hayatı görünüyorsa ben o karaktere inanmaktan vazgeçiyorum. Bir şey hakkında fikrinizin değişmeyeceğini düşünmeniz en başta evrime ters.

Ayris: Kurgudaki mesele boş alan yaratmak. Ne kadar boş alan yaratırsanız izleyen için o kadar keyifli olur. En temel motivasyon birini tanımak istememiz, merak etmemiz. Aslında pornografiyle erotizm arasındaki fark gibi. Bir şey çok teşhir edildiğinde onu merak etmiyorsun, ama örtük olduğunda sende merak uyandırıyor. Bir karakteri tanımak, sahnede nasıl bir çatışma, gerginlik ya da hiyerarşi olduğunu tanımak, bütün bunları açık eden senaryodan itibaren pek çok aracın aynı anda işlemesi. Doğrudan teşhir etmek yerine “gel gel” diye çağırmak.

O zaman bunu şuna bağlayayım. Hazar Ulusal Yarışma’da ödül aldığında sana “Bana Müzeyyen’i verdiğin için teşekkür ederim” demişti. Sen de Instagram hesabından yaptığın paylaşımda “Düzeltme: Müzeyyen’i ben sana vermedim, sen bana verdin” dedin. Bu noktada şunu merak ediyorum. Karakteri seyircinin, üretim aşamasındaki kişilerin tanımasından bahsettik. Peki, oyuncu karakteri tanır mı?

Emre: Benim sevdiğim oyuncunun tanımasına değil, anlamasına gerek var. Aslında bu alandaki herkesi oyuncu gibi görüyorum. Ben yönetmenliği oynuyorum, oyuncu oyunculuğu oynuyor, Ayris biraz şımarık bir çocuk olduğu için hepsini oynuyor (gülüyoruz). O yüzden asıl yaptığımız işin anlamak olduğunu düşünüyorum.

Mesela Ayris’in inanılmaz bir yeteneği var. Biz dışarıya çıktığımızda hiç tanımadığı biriyle konuşmaya başlıyor, bir bakıyorum onuncu dakikada adam en büyük sırrını anlatmaya başlamış. Bir anlama hâli var.

Ayris: Anlama değil de merak etme. Karaktere de öyle yaklaşmak lazım, ilk başta merak ediyorsun.

Emre: “Müzeyyen’i ben sana vermedim, sen bana verdin” lafının ardında aslında onun oyunculuğunun bana fark ettirdiği bir şeyler yatıyor. Ben Müzeyyen’i fetiş hâline getirmişim. Kafamda yıllardır durduğu için ister istemez kutsallaştırmışım. Hazar onu bir oynadı, 6-7 senedir belki her gün düşündüğüm bir karakteri set bittikten sonra bir gün bile düşünmedim. Bunu sağlayan Hazar, çünkü Müzeyyen’i anladı, benim de Müzeyyen’i daha iyi anlamamı sağladı. Onu anladığım anda da içimden çıkıp gitti, ama güzel bir gidişti bu, hatta buna buluşma da denebilir. Aslında bu o kadar duygusal bir cümle de değil, bir yanıyla analitik.

Ayris: Ben de oyun ve oyunculukla ilgili bilmek kelimesinden hiç hoşlanmıyorum. Belki anlamak da demezdim ama bilmek, her türlü bir yaratıcı üretime zarar veren iddialı bir sözcük gibi geliyor. Bilmek çok mutlak, sanki orada duruyor ve senin gelip almanı bekliyor. Halbuki set boyunca karakter üzerine düşünmek de önemli, Hazar’ın Müzeyyen’e bakışında da ilk set günüyle on beşinci set günü arasında muazzam bir fark olduğunu tahmin ediyorum.

Emre: Bildiğin anda işi yapmanın tadı da kalmıyor. Zaten biliyoruz, niye çekelim ki filmi, niye oynayalım? Sonunu bilseydik, yani filmin bize ne yapacağını başından beri bilseydik, onu yapmamızın bir anlamı kalmazdı. Film yapmak bir öğrenme hâli. Filmi önce anladıysam ve sonra yapıyorsam inanın beğenmezsiniz.

O zaman Köprüde Buluşmalar’la devam edelim. Yeni filminiz Beni Sevenler Listesi’yle bu platformda yer alıyorsunuz. Nasıl bir süreç oluyor, bir de filmle ilgili ne söyleyebilirsiniz?

Emre: Filmin sürecini hemen özetleyeyim. Ben aslında başka bir film yazıyordum, Ayris’le çalışmalarına da başlamıştık hatta. Bu bahsettiğimiz film yaparken öğrenme hâli, meselelerinizi de değiştiriyor. O başladığım filmi de otuzuncu dakikasında bırakıp buna başladım. Aslında aşağılık kompleksimle ilgili bir yazı yazmıştım, sonra bu bir hikâyeye dönüştü. Sofya Film Festivali’ndeydik, senaryo yeni bitmişti, Hazar yapımcısı olmak istedi. Emine var yine, Zeynep Koray da dahil oldu.

Bu sefer oyunu biraz daha kurallarıyla oynamaya yaklaştık. Ekonomik olarak bu meslekte devam edebilmek için kuralları biraz daha gözetmeye başladık, çünkü benim film çekmem sadece benimle ilgili değil. Eğer Ayris ya da Halil gibi insanlar benim için vazgeçilmezlerse bunun ekonomik olarak da bir karşılığı olmalı. Bunu sadece duygusal motivasyonla uzun vadede sürdüremeyiz. Açıkçası bir arada daha rahat takılmak, daha rahat film çekmek istiyoruz. Dolayısıyla bu kısmını da düşünmemiz gerekiyor, ama benliğimizden uzaklaşmadan. Bunu yapmanın yolları da varmış, biraz şansımızı deneyeceğiz. Bu sinema evreninde bir yerimiz var mı ona bakıyoruz. Bence var, ilk başta biraz antipatik gelmiş olabiliriz ama sonunda “Emre de böyle bir çocuk” denmeye başladığını hissediyorum.

Köprüde Buluşmalar’a girdiğimde bir şey fark ettim, inanılmaz cevherler var. Biz çok farklı bir kafamız olduğunu düşünüyorduk, ama kimse biricik değil, ya da herkes biricik. Kendimizi dinleyerek bir şey yaptığımız için görece özgün bir şey yaptığımız düşünülüyor. Örneğin Ali Kemal Çınar, Burak Çevik, Berrak Çolak, Ferit Karol da öyle. Berrak’ın ismi mesela kısa filmlerden biliniyor, Burak’ın ismi Tuzdan Kaide’yle (2018) yeni yeni duyulmaya başladı, Ali Kemal’i Gênco’dan (2017) biliyoruz.

O da çok enteresan bir şey kurdu aslında, resmen kendi janrını yarattı.

Emre: Evet evet, ilk başta da bu insanların üst jenerasyonun yarattığı sinema evreninde benliklerinden uzaklaşabileceği korkusuna kapıldım. Ben Köprüde Buluşmalar’da kendi projelerimden çok başkalarının projeleriyle ilgileniyorum aslında, çünkü çok iyi projeler var. Sonunda da fark ettim ki bu insanları değiştiremezler, bu insanlar değiştirir. Bu insanların hepsi kendi içinde çok özel karakterler, kolay kolay değişecek kibirleri de yok. Bu da beni çok umutlandırıyor.

Köprüde Buluşmalar beni çok iyi hissettirdi. Nasıl Zeki Demirkubuz’lar Yeşim Ustaoğlu’lar geldi ve bir şeyler oldu, bu dönem de yeni bir jenerasyon geliyor. Bu jenerasyonun da bambaşka uyanışları var, bambaşka işler yapacaklar. Bence birbirimize kalbimizi de açacağız ve bir yarış halindense eğlence hâlini dönüşeceğiz, çünkü herkesin ortak meselesi, film yapmayla kurduğu ilişki bu. Biz kendimize göre güzel bir film yapacağız, başkaları da kendilerine göre çok güzel filmler çıkaracak ve bunların hepsi aynı dönemde olacak. Geçtiğimiz birkaç yıl bence biraz kısırdı, ama önümüzdeki üç dört, hatta belki yirmi sene çok güzel bir izleyici dönemi geçireceğiz. Bunu da ne festivaller, ne gişe durdurabilecek. Beni Sevenler Listesi’yle ilgili söyleyebileceğim şey de bu sürecin bir parçası olacağı. Bir de Halil başrolde (gülüyor).

ÇIKARILAN SAHNELER

Ayris: Ali ve Bolu’daki arkadaşlarının karlarla kaplı manzaraya bakıp konuştukları prolog bölümü, bu denli uzun bir plandan oluşuyordu. Son hâlinde ise film, Ali’nin arkadaşının “(…) hepimizin babası orospu çocuğu” repliğiyle açılıyor. Bir şeyi göstermek veya hissettirmek adına bazen daha azını göstermenin ve geri kalanını seyircinin tahayyül evrenine bırakmanın en azından Kar özelinde daha işlevsel ve bereketli olduğunu düşünüyorum. Aslında bütün bir sahneyi özetleyen bir replikle açmak aynı zamanda bizim görmediğimiz pek çok konuşmanın da kulağımıza çalınmasına sebep olabiliyor.

Emre: Bu sahneyi atmak diğer bütün sahnelerden daha zor oldu. Çünkü prolog izlemekten de yazmaktan da çok hoşlanıyorum. Bu sahne de yazarken en eğlendiğim sahnelerden biriydi. Ancak filme ritim kazandırdıktan sonra sahneyi sevdiğim ayan beyan belli oluyordu çünkü ritmin dışında kalmıştı. Atarken üzerine en fazla konuştuğumuz sahnedir bu. Filmin evreninin talebini ve Ayris’i dinleyerek bu sahnenin istediğim hisse ulaşmasına aracı olduğumu düşünüyorum.

Emre: Halil resmen uçuyor ya. Ona çok doğaçlama alanı tanıyamadığım için o para isteme sahnesinde biraz serbest bırakmak istedim. Karşınızda Halil gibi bir oyuncu varken onu kullanmak istiyorsunuz. Biz ne yapacağını hiç bilmiyorduk, oradaki kesmenin hızlı olmasının sebebi de deli gibi gülmemiz. O para isteme sahnesinde Halil inanılmaz oynuyordu, çok da komik bir sahneydi. Ses miksajımızı yapan Umut Şenyol’un da sürekli izlediği bir sahneydi, Halil’e bayılıyordu. İnanılmaz bir bağ kurmuştu onunla, o sahneyi attığımızda da çıldırmıştı, çünkü çok eğleniyordu. Ama o sahnede Hazerhan karakteri diğerlerinden çok ayrışıyor, iş biraz şova dönüyordu.

Ayris: O denge çok önemli. Bizim karakterimiz Müzeyyen, Hazerhan’ın orada rol çalması bu hikâyenin özüne haksızlık olurdu. İyi bir sahneydi, ama onun konformizmine düştüğünüzde seyircinin karakterle kurduğu bağı sarsma riskiniz de var. Aslında “kill your darlings” (sevdiklerinizi öldürün) dedikleri tam bu. Buradaki “darling” sevdiğin şey anlamına gelmiyor, güvenli olana, şablona işaret ediyor.

Emre: Halil gibi oyuncular büyük lüks, ama zaptetmesi de bir o kadar zor. Bırakırsan gideceği yerin sınırı yok, ama onu tutmamalısınız da, çünkü tutarsanız Heath Ledger’ın Joker’i gibi performanslar yok olur. Öte yandan onu aşırı bir yere taşırsanız oyuncuya zarar vermeye başlarsınız, çünkü Halil bundan sorumlu değil. Halil nerede duracağını gözetmek zorunda değil, bunu yönetmen söylemeli. Halil tabii ki ulaşabileceği yerlere gitti, ben o sahneyi attığımızı söylediğimizde ise rahatladı, çünkü oyunculukla ilgili meselesi şov yapmak değil.

Emre: Bu sahnede Ercan’ı yalnız bıraktım, tek başına inanılmaz sinematografik bir sahne çekti.   

Ayris: Ali karakteri Müzeyyen tarafından kovulduktan sonra hâlihazırda şahit olduğumuz durumu arkadaşına anlatıyor. Filmde aslında o kadar da görmediğimiz kente dair, Ali’nin avare dolaşması eşliğinde bir bakış sunuyordu bu sahne, ama zaten gördüğümüz bir şeyi tekrar anlattığı için atmak istedik. Teknik bir karardı. Karakterin nasıl hissettiğini zaten son planla vermiştik, kapıdan çıkarken nereye gideceğini bilemiyor, yine de yürüyüp gidiyordu.    

Emre: Aslında Ayris, o sahneyi bir şeyi bağlamak, Ali’yi anlamak için yazdığımı fark etmemi sağladı. Ali’yi zaten anlıyorduk, ben yazarken fazla pimpiriklenmiştim. Sahneyi çıkarıp bana gösterdiğinde de hiçbir boşluk yaşamadım.

Ayris: Orada Ali’yi takip ediyoruz, halbuki bizim merkez kuvvetimiz Müzeyyen.

Aslında Müzeyyen’le birlikte seyircinin de onun varlığını unutması, tekrar ortaya çıkınca şaşırması açısından iyi olmuş diye düşünüyorum. Bir de sonlara doğru Ali’nin anlattığı ve gerçekten komik olan bir hikâye vardı, o da benzer bir süreçle mi atıldı?

Emre: O benim istediğim gibi olmadı, çekerken yine çabuk kabul ettiğim anlardan biriydi. İlk filmini çekmenin zararları, çabuk ikna oluyorsunuz. Benim çok sevdiğim bir hikâyeydi.

Ayris: Emre’nin o monoloğu atarken söylediği şeyi unutmuyorum: “Filmi çektik zaten, bunun olmasına gerek yok.”

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
BREAKFAST AT TIFFANY'S (Blake Edwards, 1961).
daha fazla

Moda demokratik olabilir mi?

Lee Alexander McQueen’in intihar ettiği haberini okuduğumda günlerce yas tuttum. Modanın ne anlama geldiğini kavramamı, o dünyayı keşfetmemi…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et