Hasan Ali Kılıçgün: “Sinemacının yeniden üreteceği ya da bozacağı bir gerçekliğe ihtiyacı var”

3,5 Lira

Hasan Ali Kılıçgün, İstanbul’da bir gecekondu mahallesinde annesiyle birlikte yaşayan market işçisi Salih’in hikâyesini anlatan 2017 yapımı 3,5 Lira adlı kısa filmini geçtiğimiz aylarda, “evde kal” çağrılarının yaygınlaştığı bir dönemde Vimeo’dan ücretsiz erişime açmıştı. Evde kalamayanların umut dolu hikâyesini anlatan film artık BluTV’den izlenebiliyor. Yönetmenle bir araya geldik, filmin etrafında dolaştığı ve hâlâ güncelliğini koruyan meselelerden, hikâyenin ve başkarakterin ardındaki ilham kaynaklarından bahsettik.

2017 yılından bugüne ülkemizde ve dünyada birçok şey değişti, ama ben filmin daha temel duygulara temas ettiğini ve hâlâ güncel olduğu kanısındayım. Sizce başkarakteriniz Salih kendi yaşadığı koşullar üzerine düşünüyor mudur? Siz Salih’i naif buluyor musunuz?

Salih’in ya da genel anlamda filmin naif olduğu yönünde çokça yorum aldım. İşin aslı ben naif bir film yapmak üzere yola çıkmadım. Emek rejiminin giderek daha da güvencesizleştirilen koşullarının hikâyenin ana aksını belirlediği bir film yapmak niyetindeydim. Bu çalışma koşullarından bihaber ya da yeterince ilgilenmeyen kesimlerce de anlaşılır olmasını hedefiyle Salih’i tanımak ve bu yolla herkesin onunla özdeşim kurmasını sağlamak, filmin sizin ifadenizle duygulara temas etmesine olanak kıldı bana kalırsa. Salih’in yaşam koşulları, aynı zamanda onun deneyim alanı, alışkanlıkları ve sınırları. Bu yüzden kendi yaşadığı koşullar üzerine kafa yorup yormadığını hiç düşünmedim. Meseleleri toplumsal bir bilinçle ele almadığını söylemek mümkün. Buna karşın sınıf çelişkilerinin bu denli görünür olduğu bir şehirde sınırın her iki tarafındakiler sınıfsal konumlarının elbette farkındadırlar.

“(…) en genel hatlarıyla, [bireyin] kişisel anlamdaki bağımsızlığı nesnel bağımsızlığına yenilmek zorundadır: Aksi takdirde, basitçe, ölür. Marx’ın eskilerin toplumunun sınırlı da olsa bir tatmin sunduğu, kapitalist toplumunsa tatminsiz bıraktığı tespiti bu anlamda da alınabilir. İlkinde sözde ‘çalışma güvencesi’ bir yaşama (ya da ölmeme) özgürlüğü getirirken, ikincisinde ‘çalışmama özgürlüğü’ ölüme götürür.”[i] Salih’in böyle bir güvenceden bile mahrum olduğunu söylemek mümkün. Sizce Salih ile bir beyaz yakalı, yani sigortalı çalışan arasında bir fark var mı?

Bir çiçeği dalından koparma ihtiyacıyla onu satın alma alışkanlığı arasındaki fark kadar bu. Bu dalga görece güvenceli çalışan kesimleri de yutuyor. Kıdem tazminatlarının fona devri tartışmaları da bununla alakalı. Bunun sadece toplumun en alt kesimlerini bağlayan bir süreç olmadığını anlamamız için daha birçok alamet sayılabilir.

Filmdeki çelişkileri çok da göze sokmadan seyirciye aktarıyorsunuz. Film boyunca Salih’in dünyasını görüyor, karşı cinsle iletişimini, ürkekliğini, çekingenliğini deneyimlerken onunla beraber biz de geriliyoruz. Akbank Film Festivali’nde “Seyirci Özel Ödülü” aldığınız için soruyorum. Sizce seyirci Salih’te ne buldu?

Filmin bir yerinde çekingenliğe tezat teşkil eden bir biçimde duygusunu açığa vurmanın bir yolunu buluyor. Bugün insanların kendi duygularından, dolayısıyla birbirlerinden uzaklaştığı bir dönemde cesur bulunmuş olabilir Salih’in tavrı.

Filmde gördüklerimiz kadar duyduklarımız ve duymadıklarımız var. Özellikle dikkatimi çeken bir nokta, kadın karakteri hiç duymamamız. İsmi anonimleştirmenizde bir sebep olduğunu düşünüyorum. Neden kimse kadına adıyla seslenmiyor? Kadının adı neden yok?

Salih’in dışında hemen hemen kimsenin adını duymuyoruz. Unvanlar var. Hikâyeyi dağıtmamak adına yapılmış bir tercih bu. Başka türlüsü de mümkün olabilirdi kuşkusuz. Salih yerine bir kadın karakter olsaydı bu durum tersinden yine aynı şekilde olurdu.

Yine duymak üzerinden gidersek, Salih’in film boyunca çok az diyaloğu var. Derdini ve duygularını daha çok bakarak anlatıyor. Gerçek hayatta sessizlik de bir eylem mi?

Hikâye bıçak sırtı bir konuyu ele aldığından fazla konuşan karakterler filmin istemeyeceğim bir yere evrilmesine neden olabilirdi. Az diyalogla da anlatılabildiği için fazlasına gerek duymadım açıkçası.

Filmin güncelliği meselesine geri dönersek, 2017 yapımı olmasına rağmen o kadar gerçek ki, sanki şu an evden çıksam Salih’le karşılaşacağım gibi hissediyorum. Filmi izlerken Dardenne Kardeşler’in Rosetta’sını (1999) ve Ken Loach filmlerini anımsadım. Sizce sinema gerçekçi olduğu sürece mi etkili?

Filmde yer alması için Hakan Karsak’la ilk görüştüğümüz sıralarda, ben Salih’i tanıyorum, evimin az ilerisindeki markette çalışıyor demişti. Karşılaşmak mümkün ve aynı fikirdeyim, konu güncelliğini yitirmedi.

Sinema hakkında hüküm vermek kolay değil. Buna karşın bir sinemacının yeniden üreteceği ya da bozacağı bir günümüz gerçekliğine ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Alacağı mesafeden, yakınlık ilişkisinden bağımsız.

Andığınız her iki ismin filmlerini severek izledim, size onları anımsatmış olması beni çok mutlu etti. Ama bu filmi yaparken aklımın bir köşesinde daha çok Aki Kaurismäki’nin filmleri vardı.

Hiç unutamadığınız bir sekans var mı? Benim için bu sorunun cevabı her zaman In The Mood For Love’ın (Wong Kar-Wai, 2000) meşhur müzikli sekansı. Sizin için ne?

Aklıma ilk gelen Karanlık Armoniler (Béla Tarr, Ágnes Hranitzky, 2000) filmindeki uzun yürüyüş sekansı oldu. İzleyenler hatırlayacaktır, bir vesileyle şehirde işler yolunda gitmemekte, bunun yarattığı gerginlik Valuşka ve Bay Eszter yan yana yürüdükleri esnada yüzlerinden de seçilebilmektedir. Valuşka yol boyunca belki bir, belki iki kere dönüp Bay Eszter’in yüzüne bakar. Her bakışı filmin o ana kadar yarattığı karanlığı dağıtan bir etki uyandırır.


[i] Ferit Burak Aydar’ın kendi çevirdiği Romanın Yükselişi (Ian Watt, Metis, 2007) için yazdığı “Romanın Yükselişi: Tutunamayanlar’dan önce Yükselenler” başlıkla sonsözden.

1 Yorum
  1. Sinemanın hakim ideolojinin gerçekliğinin yeniden üretmek ya da sadece gerçeği göstermesinden öte toplumsal çelişkileri ve bunun nedenlerini paylaşmasını önemli bulan film ve söyleşi için Sayın Hasan Ali Kılıçgün ve Serpil Seçkin’e teşekkürler.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
BREAKFAST AT TIFFANY'S (Blake Edwards, 1961).
daha fazla

Moda demokratik olabilir mi?

Lee Alexander McQueen’in intihar ettiği haberini okuduğumda günlerce yas tuttum. Modanın ne anlama geldiğini kavramamı, o dünyayı keşfetmemi…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et