Haruki Murakami: The Beatles ile birlikte

Yaşlanmakla ilgili tuhaf bulduğum şey, yaşlanmanın kendisi ya da geçmişteki genç hâlimin fark etmeksizin yaş alması değil. Beni gafil avlayan daha ziyade benimle aynı nesildeki insanların ihtiyarlaması, tanıdığım tüm o güzel, hayat dolu kızların torun sahibi olacak yaşa gelmesi. Bu biraz şaşırtıcı, hatta can sıkıcı. Gerçi ben de benzer şekilde yaşlanıyorum, ama bundan rahatsızlık duymuyorum.

Yaşlandığını bildiğim kızlarla ilgili beni üzenin, bu durumun beni gençlik hayallerimin sonsuza dek yok olduğunu kabul etmeye zorlaması olduğunu düşünüyorum. Bir hayalin ölümü, kimi zaman bir canlının ölümünden daha üzücü olabiliyor.

Kızlardan birini iyi hatırlıyorum. Gerçi adını bilmiyorum, hâliyle şu an nerede olduğunu ya da ne yaptığını da. Bildiğim benimle aynı lisede, aynı dönemde (zira gömleğinin üzerindeki rozet benimkiyle aynı renk) okuduğu, bir de The Beatles’ı çok sevdiği.

Yıllardan 1964’tü, Beatlemania zirvedeydi. Sonbaharın başlarıydı. Okulun yeni dönemiyle birlikte işler yavaş yavaş yeniden bir rutine dönüşmeye başlamıştı. Kız okulun uzun, loş koridorunda koştururken eteği de uçuşuyordu. Orada ondan başka yalnızca ben vardım. Elindeki uzunçaları, çok değerli bir şey taşıyormuşçasına göğsüne bastırıyordu. The Beatles’ın dört üyesinin yarıgölgede çekilmiş çarpıcı siyah-beyaz fotoğrafını gördüğümüz With the Beatles (The Beatles ile birlikte) adlı uzunçalardı bu. Nedeninden emin olmasam da bunun, albümün Amerika ya da Japonya versiyonu değil, Britanya, yani orijinal versiyonu olduğunu bir şekilde hatırlıyorum.

Güzel bir kızdı. En azından o zamanlar benim için göz kamaştırıcıydı. Boyu uzun değildi, ama uzun, siyah saçları, ince bacakları, çok hoş bir kokusu vardı (Bunu yanlış hatırlıyor olabilirim, emin değilim. Belki de yaydığı bir koku yoktu. Yine de hatırladığım kadarıyla yanımdan geçerken bana doğru büyüleyici, cezbedici bir koku esmişti). Beni etkisi altına almıştı, With the Beatles’ı göğsüne bastıran güzel, adsız kız.

Kalbim pır pır etmeye başladı, nefesim kesildi, sanki tüm sesler dinmiş, bir havuzun dibindeymişim gibiydi. Duyabildiğim tek ses, kulaklarımın derinliklerinden gelen hafif bir çınlamaydı. Belki de biri bana can havliyle bir mesaj yollamaya çalışıyordu. Tüm bunlar yaklaşık on ya da on beş saniye sürdü. Göz açıp kapayıncaya kadar bitti, her hayalin özüymüş gibi orada gizlenmiş o önemli mesaj ortadan kayboldu.

Bir lise binasının loş koridoru, güzel bir kız, onun “The Beatles ile birlikte” salınan eteği.

İllüstrasyon: Adrian Tomine, The New Yorker.

O kızı bir daha hiç görmedim. O andan mezuniyetime dek geçen iki yıl boyunca yollarımız yeniden kesişmedi. Bu da nereden baksanız oldukça tuhaf. Öğrenim gördüğüm lise Kobe’deki bir tepenin başında yer alan, her dönemde yaklaşık altı yüz elli öğrencinin olduğu görece büyük bir devlet okuluydu (“Baby boomers” olarak adlandırılan kuşağa mensuptuk, bu yüzden de çok kalabalıktık). Herkesin birbirini tanıdığı söylenemezdi. Okuldaki çoğu çocuğun adını bilmiyordum, bazılarını görsem bile tanımazdım. Yine de neredeyse her gün okula gittiğim, sıklıkla da o koridoru kullandığım için o güzel kızı bir daha hiç görmemem olacak şey değil gibi geliyordu. O koridordan geçtiğim her sefer onu aradım.

Duman gibi yok olmuş olabilir miydi? Sonbaharın ilk günlerindeki o öğleden sonra, gerçek bir insan değil de bir nevi düş mü görmüştüm? Belki de karşı karşıya geldiğimiz ânı zihnimde öyle idealize etmiştim ki onu gerçekten tekrar görsem bile tanımayacaktım (Büyük ihtimalle sonuncusuydu).

Sonrasında birkaç kadını tanıma, onlarla flört etme şansım oldu. Ne zaman yeni bir kadınla tanışsam, 1964’ün sonbaharında okulun loş koridorundaki baş döndüren o ânı yeniden yaşamayı arzu ettiğimi görüyordum. Kalbimdeki o sessiz, ısrarcı heyecanı, göğsümdeki o sıkışmayı, kulaklarımdaki o çınlamayı.

Bu hissi yeniden yakalamam bazen mümkün oluyor, bazen de olmuyordu. Kimi zaman da o hissi tutmaya çalışıyor, ama parmaklarımın ucundan kayıp gittiğini görüyordum. Bu gerçekleştiğinde kabaran duygularım, duyduğum özlemin yoğunluğunu ölçmek için bir araç işlevi görmeye başladı.

Gerçek dünyada o hissi yakalayamadığımda, o duyguların anısının içimde uyanmasına izin verirdim. Böylelikle hafıza benim için en değerli duygusal araçlardan biri, hatta hayatta kalmanın bir yolu olmaya başladı. Tıpkı büyük bir paltonun cebine hafifçe kıvrılarak uyuyan bir kedi gibi.

The Beatles’la devam edelim.

O kızı gördüğüm andan bir yıl önce, The Beatles çılgınca popüler hâle gelmişti. Nisan 1964’te Amerika’daki listelerin ilk beşinde onların şarkıları vardı. Pop müzik daha önce böyle bir şey görmemişti. O beş şarkı şunlardı: 1) “Can’t Buy Me Love”, 2) “Twist and Shout”, 3) “She Loves You”, 4) “I Want to Hold Your Hand”, 5) “Please Please Me.” Yalnızca “Can’t Buy Me Love” teklisi için iki milyondan fazla ön sipariş verilmişti, albüm daha satılmaya başlamadan önce iki kere platin sertifikası almaya hak kazanmıştı.

The Beatles elbette Japonya’da da son derece popülerdi. Radyoyu açtığınızda onların bir şarkısına denk gelme ihtimaliniz yüksekti. Ben de şarkılarını severdim, hit parçalarının hepsini bilirdim. Hepsini baştan sona söyleyebilirdim. Evde çalışırken (ya da çalışıyormuş gibi yaparken) radyodan bangır bangır müzik çalardı. Yine de doğruyu söylemem gerekirse koyu bir The Beatles hayranı olduğumu söyleyemem. Şarkılarını bilfiil aramazdım. Benim için edilgen bir dinleme deneyimiydi, Panasonic marka transistörlü radyomun ufak hoparlörlerinden gelen pop müzik sesi bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyor, kayda değer bir etki yaratmıyordu. Ergenliğim için arka plan müziğiydi. Ya da müzikal bir duvar kâğıdı.

Lise ve üniversite boyunca bir tane bile The Beatles plağı almadım. Daha çok caz ve klasik müzikle ilgiliydim, müziğe odaklanmak istediğimde bu türleri dinliyordum. Caz plakları almak için para biriktiriyor, caz barlarında Miles Davis ve Thelonious Monk’ın şarkıları için istekte bulunuyor, klasik müzik konserlerine gidiyordum.

Garip gelebilir, ama With the Beatles’ı baştan sona ilk defa dinlediğimde otuzlu yaşlarımın ortasındaydım. Lisenin koridorunda o uzunçaları taşıyan kız imajı hep benimle kaldıysa da uzun süre gerçekten oturup albümü dinlemeye dair bir istek duymadım. Göğsüne sıkı sıkı bastırdığı vinil plağın içindeki ritimlere ne tür bir müziğin kazındığını pek de merak etmiyordum.

Otuzlu yaşlarımın ortasında, yani çocukluğu ve ergenliği çoktan geride bırakmışken, albümle ilgili ilk izlenimim o kadar da harika olmadığı, en azından insanın soluğunu kesecek türden bir müzik olmadığı yönündeydi. Albümdeki on dört parçadan altısı, başka sanatçıların şarkılarının cover’ıydı. The Marvelettes’in “Please Mr. Postman”ine ve Chuck Berry’nin “Roll Over Beethoven”ına yaptıkları cover’lar iyi kotarılmıştı, hatta günümüzde bile beni etkiliyor, ama sonuçta ikisi de birer cover’dı. Sekiz şarkı arasındansa Paul’un “All My Loving”i hariç hiçbiri inanılmaz değildi. Aralarında hiçbir hit yoktu, ayrıca bana göre The Beatles’ın neredeyse tek denemede kaydedilen ilk albümü Please Please Me çok daha canlı ve ilgi çekiciydi. Buna rağmen Beatles hayranlarının yeni şarkılara dair bitmek bilmez tutkusu sağ olsun, ikinci albüm Birleşik Krallık listelerine bir numaradan girdi, yirmi hafta boyunca da bu konumunu korudu. (ABD’de adı Meet the Beatles [Beatles ile tanışın] olarak değiştirilen albüme birkaç farklı şarkı eklendiyse de kapak tasarımı neredeyse aynı kaldı.)

Beni esas etkileyen, kızın albüme sanki paha biçilemez bir şeymiş gibi sıkı sıkı sarılmasıydı. Albüm kapağındaki fotoğraf olmasa belki de bu sahne beni o kadar büyülemezdi. Elbette müzik de önemliydi. Ancak farklı, çok daha büyük bir şey vardı. O görüntü de bir anda kalbime kazınmıştı, yalnızca orada, belirli bir yaşta, belirli bir yerde ve zamanın belirli bir noktasında bulunabilecek ruhani bir manzaraydı.

Benim için bir sonraki yılın, yani 1965’in en önemli olayı da Başkan Johnson’ın Kuzey Vietnam’ı bombalama emri vermesinin ardından kızışan savaş ya da Iriomote Adası’nda bulunan yırtıcı kedi türü değil, bir kız arkadaşım olmasıydı. Birinci sınıfta ortak bir dersimiz vardı, ama çıkmaya başlamamız ikinci sınıfı bulmuştu.

Herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek adına yakışıklı ya da yıldız bir sporcu olmadığımı, notlarımın çok da şaşaalı olmadığını baştan netleştirmek isterim. Ayrıca şarkı söylemeyi beceremiyordum, sözcüklerle aram da pek iyi değildi. Okuldayken de sonraki yıllarda da kızlar etrafıma doluşmazdı. Bu belirsiz hayatta kesin olduğunu bildiğim az sayıda şeyden biri bu. Yine de etrafta her zaman nedense benden hoşlanan bir kız olurdu. Neden olduğuna dair hiçbir fikrim yok, ama o kızlarla bazı hoş, samimi anlar yaşadım. Bazılarıyla iyi arkadaş oldum, kimi zaman da işi bir sonraki aşamaya taşıdım. Burada bahsettiğim kız onlardan biriydi, gerçekten yakın bir ilişkiye sahip olduğum ilk kızdı.

İlk kız arkadaşım minyondu ve çok alımlıydı. O yaz haftada bir görüşüyorduk. Bir gün küçük ve dolu dudaklarını öpmüş, sutyeni üzerinden göğüslerine dokunmuştum. Kolsuz beyaz bir elbise giyiyordu, saçları narenciye özlü şampuan kokuyordu.

The Beatles’la neredeyse hiç ilgilenmiyordu. Caza da pek ilgi duyduğu söylenemezdi. Daha yumuşak, rahatlatıcı, Mantovani Orchestra, Percy Faith, Roger Williams, Andy Williams, Nat King Cole gibi orta sınıf müziği diyebileceğimiz türden şarkılar dinlemeyi seviyordu. (O zamanlar “orta sınıf” ifadesinin kötü bir anlamı yoktu.) Evi, günümüzde “easy listening” (hafif müzik) olarak adlandırılan türden plaklarla doluydu.

O gün oturma odasındaki pikaba (ailesinin büyük, etkileyici bir stereo ses sistemi vardı) bir plak yerleştirdi, sonra da geniş, rahat kanepeye oturduk ve öpüşmeye başladık. Ailesi bir yerlere gitmişti, ikimiz yalnızdık. Doğrusunu söylemek gerekirse hâl böyleyken ne tür müzik çaldığı pek de umurumda değildi.

1965 yazıyla ilgili hatırladığım, onun beyaz elbisesi, narenciye özlü şampuanı, sutyenini aşmanın zorluğu (o zamanlar sutyenleri, birer iç çamaşırından çok kale gibi görüyorduk), bir de Max Steiner’in A Summer Place (Yaz Âşıkları, Delmer Daves, 1959) için bestelediği tema müziğine Percy Faith Orkestrası tarafından getirilen şık yorum. Şimdi bile ne zaman A Summer Place’in tema müziğini duysam aklıma o kanepe geliyor.

Birkaç yıl sonra (hatırladığım kadarıyla 1968’de, Robert Kennedy’nin suikasta uğramasıyla aşağı yukarı aynı zamanda) rehber öğretimiz evinin lentosundan kendini astı. Sosyal bilimler dersleri de veriyordu. İntiharının nedeninin ideolojik bir kördüğüm olduğu söyleniyordu.

İdeolojik kördüğüm mü?

Evet, öyleydi. 1960’ların sonlarında insanlar ideolojik açıdan kendilerini bir duvara çarpmış gibi hissettikleri için hayatlarına son verebiliyordu. Gerçi bu pek yaygın değildi.

O gün kız arkadaşımla kanepede, fonda çalan Percy Faith’in hoş müziğini dinleyerek hoyratça öpüşürken o sosyal bilimler hocasının yavaş yavaş ideolojik çıkmazına, ya da başka bir deyişle ipe atılmış o sessiz, sıkı düğüme doğru yöneldiğini düşündüğümde içimi tuhaf bir his kaplıyor. Bazen kendimi suçlu hissettiğim bile oluyor. Tüm hocalarım arasından en iyilerindendi. Başarılı olup olmadığı başka bir mesele, ama öğrencilerine hep adil davranmaya çalışırdı. Okul dışında hiç konuşmasak da onu böyle hatırlıyorum.

1964 gibi 1965 de The Beatles’ın yılıydı. Şubat’ta “Eight Days a Week”i, Nisan’da “Ticket to Ride”ı, Temmuz’da “Help!”i, Eylül’de de “Yesterday”i yayınladılar, her biri ABD listelerinin zirvesine yükseldi. Sürekli onların müziğini dinliyormuşuz gibiydi. Her yerdelerdi, duvarın her bir santimine titizlikle yapıştırılmış duvar kâğıdı gibi bizi sarıp sarmalıyorlardı.

The Beatles’ın şarkılarından biri çalmıyorsa çalan muhtemelen The Rolling Stones’un “(I Can’t Get No) Satisfaction”ı, The Byrds’ın “Mr. Tambourine Man”i, The Temptations’ın “My Girl”ü, The Righteous Brothers’ın “You’ve Lost That Lovin’ Feelin’”i, ya da The Beach Boys’un “Help Me, Rhonda”sıydı. Diana Ross ve The Supremes de art arda hit parçalar çıkarıyordu. Panasonic marka transistörlü radyomdan bu tür harika, neşe dolu şarkılardan oluşan bir toplama albüm süzülüyordu. Pop müzik için gerçekten de müthiş bir yıldı.

Hayatlarımızın en mutlu zamanlarının pop şarkılarının bizim için gerçekten anlamlı olduğu, onlarla gerçek anlamda bağ kurduğumuz dönem olduğunun söylendiğini duymuştum. Doğru olabilir. Belki de değildir. Sonuçta bir pop şarkısı, bazen yalnızca bir pop şarkısıdır. Belki de hayatlarımız yalnızca süslü, gözden çıkarılabilir unsurlardır, uçup giden bir renk cümbüşünden fazlası değildir.

Kız arkadaşımın evi, yayınlarını sürekli dinlediğim Kobe radyo istasyonunun hemen yanındaydı. Babası galiba tıbbi malzeme ithal ediyordu, belki de ihraç ediyordu. Ayrıntılarını bilmiyorum. Her halükarda kendi şirketi vardı, işleri de yolunda gibiydi. Evleri deniz kenarındaki bir çamlıktaydı. Eskiden bir işadamının yazlık villası olduğunu, ailesinin evi satın alıp tadilat yaptırdığını duymuştum. Denizden esen rüzgârla çam ağaçları hışırdıyordu. A Summer Place’in tema müziğini dinlemek için mükemmel bir yerdi.

Yıllar sonra bir gece televizyonda, 1959 yapımı A Summer Place’e denk geldim. Genç âşıklarla ilgili tipik bir Hollywood filmi olsa da kendi içinde tutarlıydı. Filmde de deniz kenarında bulunan, esintiyle birlikte Percy Faith Orkestrası’nın üflemeli çalgılarına eşlik edercesine salınan çam ağaçları vardı. Rüzgârda salınan çam ağaçlarının olduğu o sahne bana gençlerin azgın şehvetinin bir metaforu gibi gelmişti. Gerçi bu kendi yorumum da olabilir, ne de olsa önyargılıyım.

Filmde Troy Donahue ve Sandra Dee bu tür zaptedilemeyen, şehvetli bir rüzgâra kapılıyor, bu yüzden de birçok sorunla karşı karşıya kalıyor. Yanlış anlaşılmalar uzlaşmalarla sonlanıyor, engeller birer sis gibi dağılıyor, sonunda ikisi birlikte oluyor ve evleniyorlar. 1950’ler Hollywood’unun mutlu sonlarında illaki evlilik var, yani sevgililerin yasal olarak sevişebileceği bir ortam yaratılıyor. Kız arkadaşımla ben ise tabii ki evlenmedik. Hâlâ lisedeydik, yaptığımız tek şey de arkada A Summer Place’in tema müziği çalarken kanepede öpüşmek ve birbirimize beceriksizce dokunmaktı.

Bir gün “Biliyor musun,” dedi kanepede, bir itirafta bulunuyormuş gibi kısık bir sesle, “Ben kıskanç biriyimdir.”

“Cidden mi?” diye sordum.

“Bunu bildiğinden emin olmak istedim.”

“Tamamdır.”

“Bazen bu kadar kıskanç olmak canımı yakıyor.”

Sessizce saçını okşadım. O sıralar kıskançlığın ne denli yakıcı bir his olduğunu, neyden kaynaklandığını, nelere yol açtığını aklım almıyordu.

Bu arada dönemin yakışıklı genç yıldızı Tony Donahue, sonradan kendini alkol ve uyuşturucuya kaptırdı, film çekmeyi bıraktı, hatta bir süre evsizdi. Sandra Dee de alkolizmle mücadele etti. Donahue 1964’te ünlü oyuncu Suzanne Pleshette’le evlendi, sekiz ay sonra boşandılar. Dee ise 1960’ta şarkıcı Bobby Drain’le evlendi, onlar da 1967’de boşandı. Bunun elbette A Summer Place’in hikâyesiyle hiçbir ilgisi yok. Kız arkadaşımla aramızda yaşananlarla da.

Kız arkadaşımın bir abisi, bir de kız kardeşi vardı. Kız kardeşi orta ikiye gidiyordu ve ablasından yaklaşık beş santim uzundu. Pek güzel olduğu söylenemezdi. Ayrıca kalın çerçeveli gözlükleri vardı. Yine de kız arkadaşım kardeşine çok düşkündü. “Okulda başarılı, notları çok iyi,” derdi. Kız arkadaşımın notları ise ortalamaydı. Büyük ihtimalle benimkiler de öyleydi.

Bir kere kardeşi bizimle birlikte sinemaya geldi. Bir şekilde onu da götürmeye mecbur kalmıştık. Film The Sound of Music’ti (Neşeli Günler, Robert Wise, 1965). Salon ağzına kadar doluydu, bu yüzden önlerde oturmak zorunda kalmıştık. O dev ekrandaki 70 mm filmi izlerken gözlerimin acıdığını hatırlıyorum. Kız arkadaşım ise filmdeki şarkılara bayılmıştı. Film müziklerinin uzunçalarını almıştı, durmadan onu dinliyordu. Ben o sıralar daha çok John Coltrane’in My Favorite Things albümüyle ilgileniyordum, ama kız arkadaşıma bundan bahsetmek manasız gelmişti, o yüzden de konusunu hiç açmadım.

Kız kardeşi beni pek sevmiyor gibiydi. Ne zaman birbirimizi görsek bana tuhaf gözlerle, hisleri alınmışçasına, buzdolabının derinlerindeki kurutulmuş balığın hâlâ yenip yenemeyeceğini tartıyormuş gibi bakardı. Bir sebepten dolayı da o bakışı hep suçlu hissetmeme neden olurdu. Bana baktığında dış görünüşü tamamen gözardı ediyor (gerçi orada da bakılacak pek bir şey yoktu) ve içimi, benliğimin en derinliklerini görüyor gibiydi. Böyle düşünmemin nedeni gerçekten de utanç ve suçluluk hissetmemdi.

Kız arkadaşımın abisi ondan dört yaş büyüktü, yani o sıralar yirmi yaşındaydı. Beni onunla hiç tanıştırmadı, hatta ondan pek bahsetmezdi de. Lafı açıldığında ustaca konuyu değiştirirdi. Şimdi bakınca bu tavrının biraz garip olduğunu görebiliyorum. Üzerine çok kafa yorduğumdan değil. Ailesiyle çok da ilgilenmiyordum. Beni ona çeken, çok daha acil bir dürtüydü.

Abisiyle ilk kez 1965 sonbaharının sonlarına doğru tanıştım.

O pazar günü, kız arkadaşımı almak üzere evine gittim. Kapıyı defalarca çaldım, ama açan olmadı. Bir süre bekledim, sonra birkaç kere daha çaldım, ta ki birinin ağır hareketlerle kapıya doğru yöneldiğini duyana dek. Gelen, kız arkadaşımın abisiydi.

Benden biraz daha uzun, biraz da iriydi. Hımbıl değil de daha çok bir nedenden ötürü bir süredir egzersiz yapamamış ve birkaç kilo almış, geçici süreliğine şişmanlamış bir sporcu gibiydi. Geniş omuzları, görece uzun, ince bir boynu vardı. Saçları sanki yeni uyanmış gibi dağınıktı. Sert ve kaba saba bir görüntüsü vardı, sanki iki haftadır tıraş olmayı geciktirmiş gibiydi. Boynunu açıkta bırakan lacivert, bisiklet yaka bir kazak ve diz kısmı bollaşmış bir eşofman giymişti. Her zaman temiz, iyi giyimli ve derli toplu olan kız arkadaşımın tam zıttı gibi görünüyordu.

Sanki uzun bir kış uykusunun ardından güneşe çıkmış hırpani bir hayvan gibi gözlerini kıstı ve bir süre bana baktı.

“Sen herhalde… Sayoko’nun arkadaşısın?” Ben söyleyecek bir söz bulana kadar bunu dedi. Boğazını temizledi. Sesi uykulu geliyordu, ama içinde bir ilgi belirtisi de vardı.

“Evet, öyle,” dedim ve kendimi tanıttım. “11’de gelmem gerekiyordu.”

“Sayoko şu an burada değil,” dedi.

“Burada değil,” diye söylediği şeyi tekrar ettim.

“Dışarıda. Evde değil.”

“Ama ben 11’de gelip onu alacaktım.”

“Öyle mi?” dedi abisi. Saate bakıyormuş gibi yanındaki duvarı süzdü. Tabii orada saat filan yoktu, yalnızca beyaz sıvalı bir duvardı. Gözlerini gönülsüzce bana çevirdi. “Olabilir, ama şu an evde değil.”

Ne yapmam gerektiğine dair hiçbir fikrim yoktu. Abisi de öyleymiş gibi görünüyordu. Aylak aylak esnedi ve kafasının arkasını kaşıdı. Tüm hareketleri ağır ve ölçülüydü.

“Sanırım başka kimse evde değil,” dedi. “Bir süre önce kalktığımda kimse yoktu. Hepsi bir yere gitti herhalde, ama nereye olduğunu bilmiyorum.”

Bir şey söylemedim.

“Babam muhtemelen golf oynuyordur. Kardeşlerim eğlenmeye gitmişlerdir. Annemin dışarıda olması ise biraz tuhaf. Pek sık olmaz çünkü.”

Tahminde bulunmak istemedim. Bu benim ailem değildi.

“Ama Sayoko burada olacağını söylediyse kısa süre içinde geleceğine eminim,” dedi abisi. “İçeri gelip beklemeye ne dersin?”

“Seni rahatsız etmek istemem. Bir süre oyalanıp tekrar gelirim,” dedim.

“Yok ya, sorun olmaz,” dedi dümdüz bir sesle. “Kapının bir daha çalması ve gelip açmak daha büyük dert. Haydi, gel içeri.”

Başka şansım olmadığı için girdim, o da beni oturma odasına yönlendirdi. Yazın kız arkadaşımla öpüştüğümüz kanepenin bulunduğu oturma odasına. O kanepeye oturdum, kız arkadaşımın abisi de bana dönük bir koltuğa ağır ağır yerleşti. Sonra da bir daha esnedi.

“Sen Sayoko’nun arkadaşısın, değil mi?” İyice emin olmak istercesine tekrar sordu.

Ben de aynı cevabı verdim: “Aynen öyle.”

“Yuko’nun değil?”

Kafamı salladım. Yuko, kız arkadaşımın kardeşiydi.

“Sayoko’yla çıkmak ilginç mi?” diye sordu abisi, gözlerinde meraklı bir ifadeyle.

Ne cevap vereceğimi bilemedim, o yüzden sessiz kaldım. Cevabımı bekleyerek orada oturmaya devam etti.

Sonunda bunların doğru sözcükler olduğunu umarak, “Evet, eğlenceli,” dedim.

“Eğlenceli, ama ilginç değil?”

“Hayır, öyle demek istemedim…” Sözcüklerim yavaşça yok oldu.

“Önemli değil,” dedi abisi. “İlginç ya da eğlenceli, arasında pek de bir fark yok sanki. Kahvaltı yaptın mı?”

“Yaptım, evet.”

“Ekmek kızartacağım. İstemediğinden emin misin?”

“Yok, almayayım,” diye cevapladım.

“Kahve ister misin?”

“Böyle iyiyim.”

Aslında kahve içebilirdim ama kız arkadaşımın ailesiyle daha da yüz göz olmaya çekiniyordum, özellikle de o evde değilken.

Hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı ve odadan çıktı. Bir süre sonra tabak ve bardak sesleri duymaya başladım. Yalnız kaldığım o odadaki kanepede kibarca dimdik oturarak, ellerimi de kucağımda kavuşturarak kız arkadaşımın gittiği yerden dönmesini beklemeye başladım. Saat 11’i çeyrek geçiyordu.

Gerçekten 11’de geleceğimi kararlaştırıp kararlaştırmadığımıza dair hafızamı yokladım. Ne kadar düşünürsem düşüneyim tarih ve saati doğru hatırladığımdan emindim. Bir gece önce telefonda konuşmuş ve teyitleşmiştik. Verdiği sözü unutacak ya da insanları ekecek türden biri değildi. Ayrıca bir pazar sabahı tüm ailenin evden çıkarak kız arkadaşımın abisini yalnız bırakmaları gerçekten de garipti.

Orada tüm bunları düşünmekten kafam karışmış bir hâlde, sabırla oturmaya devam ettim. Zaman işkence edercesine yavaş ilerliyordu. Arada mutfaktan bazı sesler duyuyordum, musluğun açılması, kaşığın bir şeyi karıştırması, bir dolabın açılıp kapanması gibi. Kız arkadaşımın abisi elini attığı her işte gürültü yapacak bir insana benziyordu. Öte yandan gelen tek ses oydu. Dışarıda rüzgâr esmiyordu, havlayan bir köpek de yoktu. Sessizlik, görünmez çamur gibi sürünerek kulaklarıma girmiş, onları tıkamıştı. Açmak için birkaç kere yutkunmam gerekti.

Müzik olsa iyi gelebilirdi. A Summer Place’in tema müziği, [Neşeli Günler’den] “Edelweiss”, “Moon River”, ne olursa. Seçici değildim. Müzik olsun yeterdi. Tabii başkasının evinde izin almadan pikabı açacak hâlim yoktu. Etrafta okuyacak bir şey aradım ama gazete ya da dergi göremedim. Sırt çantamda neler olduğuna baktım. Çantamda okuduğum bir kitap hep olurdu, o gün hariç.

Kız arkadaşımla buluştuğumuzda sıklıkla kütüphanede çalışmaya gidiyormuş gibi yapardık, bu yüzden de çantama okul eşyalarımı koyardım. Dayanaksız bir gerekçe uyduran amatör bir suçlu gibi. O gün de çantamdaki tek kitap, Japon Dili ve Edebiyatı dersinin ek okuma kitabıydı. Gönülsüzce elime aldım ve sayfaları karıştırmaya başladım. Gerçek anlamda bir okur sayılmazdım, yani öyle titiz ve sistematik bir yaklaşımım yoktu, daha çok okuyacak bir şey olmadan zaman geçirmekte zorlanan biriydim. Sessizce, uslu uslu oturmayı hiç beceremedim. Sürekli bir kitabın sayfalarını çevirmem ya da müzik dinlemem gerekiyordu, ya biri ya diğeri. Etrafta kitap yoksa basılı herhangi bir şeyi kapıverirdim. Telefon rehberini, buharlı ütünün kullanım talimatını okurdum. Okuduğum bu tür şeylere kıyasla Japonca dersinin ek okuma kitabı çok daha iyiydi.

Kitaptaki kurmaca eserlere ve makalelere şöyle bir göz attım. Bazıları yabancı isimlerin imzasını taşıyorsa da çoğu Ryunosuke Akutagawa, Junichiro Tanizaki, Kobo Abe gibi tanınmış, çağdaş Japon yazarlar tarafından yazılmıştı. Her yazıya (birkaç kısa öykü dışında hepsi seçilmiş birer parçaydı) eklenmiş bazı sorular vardı. Soruların çoğu tamamen manasızdı. Manasız sorulara verilen cevapların doğru olup olmadığına karar vermek zor, belki de imkânsız. Soruları bulan insanın bile karar verebileceğine dair şüphelerim vardı. “Bu parçadan yazarın savaşa karşı duruşuyla ilgili ne çıkarabilirsiniz?” ya da “Yazar Ay’ın büyüyüp küçülmesini betimlerken ne tür bir imgesel etki yaratmayı amaçlıyor?” gibi sorulardı. Neredeyse hiçbir cevabı yoktu. Ay’ın büyüyüp küçülmesi betimlemesinin yalnızca Ay’ın büyüyüp küçülmesinin betimlemesi olduğunu ve hiçbir imgesel etki yaratmadığını söyleseniz bunun doğru olmadığını kimse söyleyemezdi. Elbette görece mantıklı bir cevabı vardı, ama edebiyat dersi almanın amaçlarının birinin görece mantıklı bir cevap bulmak olduğunu sanmıyorum.

Hâl böyle olsa da bu sorulara cevap bulmaya çalışarak vakit öldürürdüm. Çoğunlukla da (o sırada hâlâ büyüyen ve gelişen, psikolojik bağımsızlığını elde etmek için her gün mücadele veren beynimin içindeki) aklıma görece mantıksız olsa da yanlış denemeyecek cevaplar gelirdi. Belki de okulda notlarımın ahım şahım olmamasının nedenlerinden biri de bu eğilimdi.

Bu devam ederken kız arkadaşımın abisi oturma odasına döndü. Saçları hâlâ dağınıktı, ama belki de kahvaltı yaptığı için gözleri eskisi kadar uykulu görünmüyordu. Kokpitinin önünde iki makineli tüfek bulunan, II. Dünya Savaşı’nda kullanılan bir Alman çift kanatlı uçağını resmeden büyük ve beyaz bir bardağı elinde tutuyordu. Bu onun özel bardağı olmalıydı. Kız arkadaşımı böyle bir bardaktan bir şeyler içerken hayal edemedim.

“Kahve istemediğine emin misin?” diye sordu.

Kafamı iki yana salladım. “Hayır. İyiyim. Gerçekten.”

Kazağı ekmek kırıntılarıyla süslenmişti. Eşofmanının diz kısmı da öyle. Muhtemelen çok acıkmıştı ve kırıntıların sağa sola saçılmasına aldırmadan ekmeği silip süpürmüştü. Bunun kız arkadaşımı rahatsız edeceğini tahmin edebiliyordum, neticede o sürekli çok titiz ve düzenliydi. Ben de düzenli olmaktan hoşlanırdım, bu da sanırım iyi anlaşmamızın sebeplerden biriydi.

Abisi duvara baktı. Bu duvarda gerçekten de bir saat vardı. Akrep ve yelkovan saatin neredeyse 11 buçuğa geldiğini söylüyordu.

“Daha dönmedi, değil mi? Nereye gitmiş olabilir ki?”

Cevap vermedim.

“Ne okuyorsun?”

“Japonca dersinin ek okuma kitabı.”

“Hmm,” dedi başını hafifçe eğerek. “İlginç mi?”

“Pek değil. Sadece okuyacak başka bir şeyim yok.”

“Bana gösterebilir misin?”

Kitabı sehpanın üzerinden ona doğru uzattım. Sol elinde kahve bardağını tutmaya devam ederken sağ eliyle aldı. Üzerine kahve dökmesinden korkuyordum. Birazdan olacak gibiydi. Oysa dökmedi. Bardağını cam sehpanın üzerine bıraktı, kitabı eline aldı ve sayfalara göz gezdirmeye başladı.

“Hangi bölümü okuyordun?”

“Akutagawa’nın yazdığı Spinning Gears (Dönen Dişliler) öyküsünü okuyordum. Orada yalnızca bir kısmı var, tamamı değil.”

Bunu biraz düşündü. “Spinning Gears’ı hiç okumadım. Uzun süre önce Kappa adlı öyküsünü okumuştum. Spinning Gears epey karanlık bir öykü, değil mi?”

“Öyle. Ölmeden hemen önce yazmış.” Akutagawa otuz beş yaşında aşırı dozdan ölmüştü. Ek okuma kitabımın notlarına göre Spinning Gears o öldükten sonra, 1927’de yayımlanmıştı. Öykü, son arzu ve vasiyeti gibiydi.

“Hmm,” dedi kız arkadaşımın abisi. “Sence bana okuyabilir misin?”

Ona şaşkınlık içinde baktım. “Yüksek sesle mi okuyayım?”

“Evet. İnsanların bana bir şeyler okumasını hep sevmişimdir. Ben pek iyi bir okur sayılmam.”

“Yüksek sesle okuma konusunda iyi değilim.”

“Önemli değil. İyi olman gerekmiyor. Doğru sırada okusan yeter. Yani yapacak başka bir şeyimiz varmış gibi görünmüyor.”

“Yalnız biraz nevrotik ve moral bozucu bir öykü,” dedim.

“Bazen bu tür öyküler dinlemeyi seviyorum. Kötülüğe kötülükle karşılık vermek gibi.”

Kitabı geri uzattı, çift kanatlı uçağı ve demir haçlarını gösteren bardağı eline aldı ve kahvesini yudumladı. Sonra da koltuğuna gömüldü ve okumamı beklemeye başladı.

Böylelikle o Pazar günü kendimi kız arkadaşımın nevi şahsına münhasır abisine Spinning Gears okurken buldum. Başta pek gönlüm yoktu, ama sonra bu işe alıştım. Ek okuma kitabı öykünün “Red Lights” (Kırmızı Işıklar) ve “Airplane” (Uçak) adlı son iki bölümüne yer vermişti, ben sadece “Airplane”i okudum. Yaklaşık sekiz sayfaydı, “Beni uyurken boğacak kadar kibar biri yok mu?” cümlesiyle sona eriyordu. Akutagawa bu cümleyi yazdıktan hemen sonra kendisini öldürmüştü.

Okumayı bitirdiğimde aileden hâlâ gelen olmamıştı. Telefon hiç çalmadı, dışarıda öten kargalar da yoktu. Kusursuz bir dinginlik vardı. Sonbahar güneşi, dantel perdelerden oturma odasına sızıyordu. Zamanın kendisi bile ağırlaşmış, temkinle ilerlemeye başlamıştı. Kız arkadaşımın abisi orada oturmuş, ellerini bağlamış, gözlerini kapatmıştı, okuduğum son cümlelerin tadını çıkarıyor gibiydi: “Yazmaya devam edecek gücüm yok. Böyle hissederken yaşamaya devam etmek tarif edilemeyecek kadar acı veriyor. Beni uyurken boğacak kadar kibar biri yok mu?”

Yazım dilini sevseniz de sevmeseniz de bunun havanın açık ve güzel olduğu bir pazar günü okunacak bir öykü olmadığı açıktı. Kitabı kapattım ve duvardaki saate göz attım. 12’yi geçmişti.

“Herhalde bir yanlış anlaşılma oldu,” dedim. “Artık gitsem iyi olacak.” Kanepeden kalkmaya yeltendim. Annem küçüklüğümden beri yemek saatlerinde insanları evlerinde rahatsız etmemem gerektiğini beynime işlemişti. Öyle ya da böyle, bu nasihat benliğime sızmış, bir reflekse dönüşmüştü.

“Bu kadar yol gelmişsin, yarım saat daha beklemeye ne dersin?” diye sordu abisi. “Yarım saat daha bekle, o zamana kadar gelmezse gidersin.”

Sözleri tuhaf bir biçimde fazla netti, bu yüzden de tekrar oturdum ve ellerimi yeniden kucağımda kavuşturdum.

“Yüksek sesle okumak konusunda çok iyisin,” dedi, gerçekten etkilenmiş gibiydi. “Bunu daha önce sana söyleyen olmuş muydu?”

Başımı iki yana salladım.

“İçeriği gerçekten anlamayan biri senin gibi okuyamaz. Özellikle son kısım çok iyiydi.”

“Ha,” dedim belli belirsiz. Yanaklarımın kızardığını hissettim. Yanlış yönlendirilmiş bu övgü beni rahatsız etmişti. Yine de onunla otuz dakika daha konuşmak zorunda kalacak gibiydim. Konuşacak birine ihtiyacı varmış gibi görünüyordu.

Avuç içlerini dua edermiş gibi önde buluşturdu, sonra da şöyle bir şey söyledi: “Belki tuhaf bir soru olacak ama hafızanın hiç durduğu oldu mu?”

“Durduğu mu?”

“Zamanda bir noktadan diğerine geçerken nerede olduğunu, ne yaptığını hatırlayamamaktan bahsediyorum.”

Başımı iki yana salladım. “Böyle bir şey yaşadığımı sanmıyorum.”

“Yani yaptıklarının sıralamasını ve ayrıntılarını hatırlıyorsun?”

“Yakın zamanda olan bir şeyse evet, öyle diyebilirim.”

“Hmm,” diyerek kafasının arkasını kaşıdı, sonra tekrar konuştu. “Sanırım normal bu.”

Devam etmesini bekledim.

“Birkaç sefer hafızam yok oldu gitti. Öğleden sonra 3 gibi duruyor mesela, sonra bir bakmışım saat 7 olmuş. O dört saat boyunca nerede olduğumu, ne yaptığımı hatırlayamıyorum. Buna neden olacak bir şey yaşadığımdan da değil. Kafama filan vurmuyorlar, zil zurna sarhoş da olmuyorum. Her zaman ne yapıyorsam onu yapıyorum, sonra birdenbire hafızam duruyor. Ne zaman olacağını kestiremiyorum. Hafızamın kaç saat, hatta gün boyunca ortadan kaybolacağı konusunda hiçbir fikrim olmuyor.”

“Anladım,” diye mırıldandım, takip ettiğimi bilsin diye.

“Bir Mozart senfonisini kaydettiğini hayal et. Tekrar dinlediğindeyse ses ikinci bölümün ortasından üçüncüye atlıyor, arada olması gerekenler de ortadan kaybolmuş. Buna benziyor. ‘Ortadan kaybolmuş’ derken kaydın sessiz bir bölümünden bahsetmiyorum. Basitçe hiç yokmuş gibi. Ne demek istediğimi anlıyor musun?”

“Sanırım,” dedim, tereddütüm sesime yansımıştı.

“Konu müzikse biraz rahatsız edici, ama çok da ziyanı yok, değil mi? Bizzat yaşadığında ise inan ki büyük bir dert. Bilmem anlatabiliyor muyum?”

Başımla onayladım.

“Ayın karanlık yüzüne gidiyor, elin boş dönüyorsun.”

Yine başımla onayladım. Benzetmeyi tam anlamıyla yakaladığımdan emin değildim.

“Bu bir genetik bozukluk, benimki kadar belirgin vakalar da oldukça nadir. On binde bir insanda görülüyor, tabii onlar arasında da farklar olabiliyor. Beni orta sondayken üniversite hastanesindeki nörolog muayene etmişti. Annem götürmüştü.”

Biraz durakladı, sonra devam etti. “Yani anlayacağın, bu hafızanın sıralamasını allak bullak eden bir hastalık. Hafızanın bir kısmı yanlış rafa konmuş gibi. Tekrar bulmak da imkânsıza yakın, hatta imkânsız. Bana böyle açıklamışlardı. Ölümle ya da yavaş yavaş aklını kaybetmenle sonuçlanacak korkunç hastalıklardan değil. Yine de günlük hayatta sorunlara neden olabiliyor. Bana hastalığın adını söylediler, bir de ilaç verdiler, o da bir işe yaramıyor. Sadece plasebo.”

Kız arkadaşımın abisi bir süre sessiz kaldı, anlayıp anlamadığımı tartmak için bana bakmaya başladı. Bir evin dışından içeriyi gözlüyormuş gibiydi.

Sonunda konuştu: “Yılda bir ya da iki atak geçiriyorum. Pek fazla değil, ama buradaki mesele sıklık da değil. Başıma geldiğinde gerçekten sorun oluyor. Seyrek oluyorsa da böyle bir hafıza kaybı yaşamak ve bunu ne zaman yaşayacağını bilmemek korkunç bir şey. Bunu anlıyorsun, değil mi?”

“Hı-hı,” dedim belli belirsiz. Yaylım ateşi gibi hissettiren tuhaf hikâyesini takip etmek için yalnızca bunu yapabiliyordum.

“Mesela böyle bir şey oldu, hafızam birden durdu, o arada da koca bir çekiç aldım ve sevmediğim birinin kafasına geçirdim. ‘Amma tuhafmış,’ diyerek böyle bir şeyi bir kalemde silecek hâlim yok. Değil mi?”

“Sanırım öyle.”

“İşin içine polis dahil olur, onlara da ‘Hafızam uçtu gitti,’ desem inanacaklarını hiç sanmıyorum, öyle değil mi?”

Kafamı iki yana salladım.

“Aslında sevmediğim insan çok. Beni cidden sinirlendiren bir sürü herif var. Biri de babam. Yine de aklım başımdayken babamın kafasına çekiçle vuracak hâlim yok, değil mi? Kendimi kontrol edebilirim. Hafızam durduğunda ise ne yaptığıma dair hiçbir fikrim olmuyor.”

Fikrimi belirtmeksizin başımı hafifçe yana eğdim.

“Doktor böyle bir ihtimalin olmadığını söylüyor. Hafızam gittiğinde biri kişiliğimi ele geçirmiyor, Dr. Jekyll ve Mr. Hyde gibi bir durum yok yani. Ben, hep benim. Yalnızca kayıt ikinci bölümün ortasından üçüncü bölüme atlıyor. Kim olduğum üzerinde her zaman kontrolüm var, genellikle de normal davranıyorum. Mozart bir anda Stravinsky’ye dönüşmüyor. Mozart hâlâ Mozart, sadece o bölüm bir yerlerde rafa kalkıyor.”

Bu noktada sessizliğe büründü, çift kanatlı uçaklı kahve bardağından bir yudum aldı. Keşke ben de kahve içseydim diye düşünüyordum.

“En azından doktor böyle söyledi. Tabii doktorların söylediklerine kuşkuyla yaklaşmak lazım. Lisedeyken ödüm kopmuştu, ne yaptığımı bilmeden sınıf arkadaşlarımın birinin kafasına çekici geçirebileceğimi düşünüyordum. Sonuçta lisedeyken kim olduğunu hâlâ tam bilmiyorsundur, değil mi? Bir de buna hafıza kaybının acısını ekle, dayanılır gibi değildi.”

Sessizce onayladım. Haklı olabilirdi.

“Bu yüzden okula gitmeyi bıraktım,” diye devam etti kız arkadaşımın abisi. “Düşündükçe daha da korkmaya başladım, içimden okula gitmek gelmiyordu. Annem durumu hocaya açıkladı, devamsızlığım çok olmasına rağmen benim için bir istisna yaptılar ve mezun olmama izin verdiler. Okul muhtemelen benim gibi sorunlu bir öğrenciden olabildiğince çabuk kurtulmak istiyordu. Ancak ben üniversiteye gitmedim. Notlarım kötü değildi, bir şekilde bir üniversiteye girerdim, ama dışarı çıkacak kadar kendime güvenmiyordum. O zamandan beri evde boş boş dolaşıyorum. Köpeği yürütüyorum, onun dışında evden neredeyse hiç çıkmıyorum. Gerçi bu aralar o kadar da paniklemiyorum. Ortalık biraz sakinleşirse belki üniversiteye başlarım.”

Sonra sustu, ben de konuşmadım. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Kız arkadaşımın abisinden neden bahsetmediğini anlamıştım.

“Bana o öyküyü okuduğun için teşekkür ederim,” dedi. “Spinning Gears çok iyiydi. Biraz karanlık tabii, ama bazı yerleri beni çok etkiledi. Kahve istemediğine emin misin? Hemen yaparım.”

“Yok, gerçekten iyiyim. Hatta yavaştan gitsem iyi olacak.”

Bir kez daha saate baktı. “İstersen 1’e kadar bekle, gelen olmazsa öyle gidersin. Ben yukarıda odamda olacağım, sen çıkarsın. Ben yokmuşum gibi davran.”

Başımla onayladım.

“Sayoko’yla çıkmak ilginç mi?” Kız arkadaşımın abisi aynı soruyu bir kez daha sormuştu.

Başımla onayladım. “İlginç.”

“Nesi ilginç?”

“Onunla ilgili bilmediğim çok şey olması,” diye cevapladım. İçten bir cevap olduğunu düşünüyorum.

“Hmm,” dedi, üzerine biraz kafa yordu. “Sen böyle söyleyince anladım galiba. O benim kardeşim, kan bağımız var, aynı genlere sahibiz, o doğduğundan beri aynı evde yaşıyoruz, yine de onunla ilgili anlamadığım bir dolu şey var. Onu çözemiyorum, nasıl desem, kafasının nasıl çalıştığını. Bunları benim yerime sen anlasan güzel olurdu. Tabii çözmeye çalışmamanın daha iyi olacağı bazı şeyler de var.”

Elinde bardağıyla koltuktan kalktı.

“Neyse, elinden geleni yap bakalım,” dedi kız arkadaşımın abisi. Boştaki elini salladı ve odadan çıktı.

“Teşekkürler,” dedim.

Saat 1 oldu, gelen giden de yok gibiydi, o yüzden kapıya yöneldim, ayakkabılarımı giydim ve evden çıktım. Çamlığı geçerek istasyona vardım, trene atladım ve eve gittim. Sonbaharda bir pazar gününe göre fazla sessiz ve sakin bir öğleden sonraydı.

Kız arkadaşım beni aradığında saat 2’yi geçmişti. “Haftaya pazar gelecektin,” dedi. Pek ikna olmamıştım ama o çok netti, muhtemelen de haklıydı. Randevumuza bir hafta erken gittiğim için uysalca özür diledim.

Eve dönmesini beklerken abisiyle sohbet ettiğimizi söylememiştim. Gerçi buna “sohbet” demek doğru değildi, tek yaptığım onu dinlemekti. Ona Ryunosuke Akutagawa’nın Spinning Gears’ını okuduğumu, onun da benimle hafıza atlamaları yaşamasına sebep olan bir hastalığı olduğunu paylaştığını söylememenin daha iyi olacağına karar verdim. O bunları kız arkadaşıma anlatmadıysa benim yapmam için de bir sebep yoktu.

Abisiyle on sekiz yıl sonra tekrar karşılaştım. Ekimin ortasıydı. O sırada otuz beş yaşındaydım, eşimle birlikte Tokyo’da yaşıyordum. Yoğun çalışıyordum, Kobe’ye gidecek zamanım olmuyordu.

Akşamüstüydü, tamir edilen saatimi teslim almak için Shibuya’da yokuş yukarı yürüyordum. Düşüncelerime dalmış bir hâlde yürürken, yanından geçtiğim bir adam döndü ve bana seslendi.

“Affedersiniz.” Belirgin bir Kansai şivesi vardı. Durdum, döndüm ve tanımadığım bir adam gördüm. Benden yaşça büyük görünüyordu, biraz da uzundu. Üzerinde gri bir tüvit ceket, bisiklet yaka tişört, krem rengi kaşmir hırka, kahverengi chino pantolon vardı. Saçları kısaydı, atlet gibi yapılıydı, cildi (golf oynarken olmuş gibi) bronzdu. Kaba bir çehresi vardı, ama yine de çekici bir adamdı. Yakışıklı olduğunu söyleyebilirdim. Hayatından memnun olduğu hissine kapıldım. İyi terbiye görmüş birine benziyordu.

“Adınızı hatırlamıyorum, ama bir zamanlar kız kardeşimle çıkıyordunuz, değil mi?”

Yüzünü inceledim. Böyle bir şey hatırlamıyordum.

“Kız kardeşiniz mi?”

“Sayoko,” dedi. “Sanırım lisede aynı sınıftaydınız.”

Gözüm krem rengi hırkasındaki ufak domates sosu lekesine takıldı. Düzgün giyimliydi, o ufak leke abes kaçıyor gibiydi. Sonra bir anda kafama dank etti. Uykulu gözlü abisi, boynunu açıkta bırakan lacivert, bisiklet yaka kazağının üzerindeki ekmek kırıntıları.

“Şimdi hatırladım,” dedim. “Siz Sayoko’nun abisisiniz. Evinizde tanışmıştık, değil mi?”

“Doğru. Bana Akutagawa’nın Spinning Gears’ını okumuştunuz.”

Güldüm. “Yalnız bu kalabalıkta beni tanıyabilmenize şaşırdım. Bir kere karşılaşmıştık, üzerinden de epey zaman geçti.”

“Neden bilmiyorum ama yüzleri hiç unutmam. Ayrıca hiç değişmemişsiniz.”

“Oysa siz çok değişmişsiniz,” dedim. “Çok farklı görünüyorsunuz.”

“Eh, köprünün altında çok sular geçti,” dedi gülerek. “Bildiğiniz gibi o sıralar benim için biraz karışık bir dönemdi.”

“Sayoko nasıl?” diye sordum.

Yanına doğru sıkıntılı bir bakış attı, sessizce bir nefes çekti, sonra verdi. Etrafındaki havanın yoğunluğunu ölçmek ister gibiydi.

“Sokakta dikilmektense bir yerlerde oturup konuşalım mı? Tabii meşgul değilseniz,” dedi.

“Acil bir işim yok,” diye yanıtladım.

“Sayoko’yu kaybettik,” dedi sessizce. Yakınlarda bir kahveciye geçmiş, plastik bir masaya karşılıklı oturmuştuk.

“Kayıp mı ettiniz?”

“Öldü. Üç yıl önce.”

Nutkum tutulmuştu. Sanki dilim ağzımın içinde şişiyordu. Ağzımda biriken tükürüğü yutmaya çalıştım, ama başaramadım.

Sayoko’yu son gördüğümde yirmi yaşındaydı, ehliyetini yeni almıştı, babasının beyaz, hardtop model Toyota Crown’uyla beni Kobe’deki Rokko Dağı’nın tepesine götürmüştü. Sürücülüğü pek iyi değildi, ama araba kullanırken mutluluktan uçuyor gibi görünüyordu. Tahmin edilebileceği üzere radyoda Beatles’ın bir şarkısı çalıyordu. Çok iyi hatırlıyorum. “Hello, Goodbye.” You say goodbye, and I say hello (Sen hoşça kal dersin, ben de merhaba). Önceden de söylediğim gibi o sıralar Beatles’ın müziği her yerdeydi.

Öldüğünü, artık bu dünyada var olmadığını algılamakta zorlanıyordum. Nasıl ifade edebileceğimi bilmiyorum, çok gerçekdışı geliyordu.

“Nasıl… öldü?” diye sordum, ağzım kupkuru olmuştu.

“İntihar etti,” dedi. Sözcüklerini dikkatle seçmeye çalışıyor gibiydi. “Yirmi altı yaşındayken o sıralar çalıştığı sigorta şirketinden biriyle evlendi, iki çocuğu oldu, sonra da kendini öldürdü. Daha otuz iki yaşındaydı.”

“Arkasında iki çocuk mu bıraktı?”

Eski kız arkadaşımın abisi başıyla onayladı. “Büyüğü erkek, küçüğü kız. Artık ikisine de kocası bakıyor. Arada onları ziyarete gidiyorum. Harika çocuklar.”

Tüm bunların gerçek olduğuna inanmakta hâlâ güçlük çekiyordum. Eski kız arkadaşım kendini öldürmüştü, geride de iki küçük çocuk bırakmıştı, öyle mi?

“Neden yaptı?”

Kafasını salladı. “Kimse bilmiyor. Bir sorunu varmış ya da depresyondaymış gibi değildi. Sağlığı yerindeydi, eşiyle arası iyi gibi görünüyordu, çocuklarını seviyordu. Bir not filan da bırakmadı. Doktoru ona uyku ilacı vermişti, o da biriktirmiş ve hepsini birden içmiş. Sanki kendini öldürmeyi planlıyormuş gibi. Ölmek istiyormuş ve altı ay boyunca ilaç zulalamış. Anlık bir dürtü değilmiş yani.”

Bir süre sessiz kaldım. O da öyle. İkimiz de kendi düşüncelerimizde kaybolmuştuk.

O gün, Rokko Dağı’nın tepesindeki kafede kız arkadaşımla ayrılmıştık. Tokyo’da bir üniversiteye gidiyordum, orada bir kıza âşık olmuştum. Bunu itiraf etmiştim, o da pek bir şey söylemeden çantasını almış, ayağa kalkmış ve kafeden hızlıca çıkmıştı, arkasına bile bakmamıştı.

Dağdan inmek için teleferiğe binmem gerekmişti. Beyaz Toyota Crown’u evine dek sürmüş olmalıydı. Güneşli, pırıl pırıl bir gündü, telesiyejin camından Kobe’nin tamamını görebildiğimi hatırlıyorum. Muhteşem bir manzaraydı.

Sayoko üniversiteye gitmiş, büyük bir sigorta şirketinde işe girmiş, iş arkadaşlarından biriyle evlenmiş, iki çocuk yapmış, uyku ilaçlarını biriktirmiş, hayatına son vermişti.

Onunla eninde sonunda ayrılırdık. Yine de birlikte geçirdiğimiz yıllardan güzel hatıralarım var. İlk kız arkadaşımdı, ondan çok hoşlanıyordum. Bana kadın vücudunu o öğretmişti. Bir sürü yeni deneyim yaşamış, harika anlar paylaşmıştık, yalnızca ergenlikte yapabileceğiniz türden şeyler.

Bunu söylemek kolay değil, ama kulaklarımda çınlamaya sebep olmuyordu. Tüm dikkatimi vererek dinliyordum, ama o ses hiç gelmiyordu. Ne yazık ki. Tokyo’daki kızla öyle değildi. Zaten bu mantığınızı dinleyebileceğiniz ya da ahlak anlayışınıza göre seçebileceğiniz bir şey değil. Olur ya da olmaz. Olduğunda kendiliğinden olur, bilinç düzeyinde ya da ruhunuzun derinliklerinde bir yerde.

“Biliyor musun,” dedi eski kız arkadaşımın abisi, “Sayoko’nun intihar edeceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Dünyadaki herkes kendini öldürse bile onun sağ salim ayakta olacağını düşünürdüm, belli ki haksız çıktım. Onu hayal kırıklığına uğramış ya da bir yerlerde sakladığı karanlık bir yanı olan biri olarak düşünmezdim. Esasen onu biraz sığ bulurdum. Ona pek aldırmazdım, sanırım aynı şey onun bana karşı tavrı için de geçerliydi. Belki de aynı dalga boyunda değildik. Aslında diğer kardeşimle çok daha iyi anlaşırdım. Oysa şimdi Sayoko’ya korkunç bir şey yapmışım gibi hissediyorum, bu da benim canımı acıtıyor. Belki de onu hiç tanımıyordum. Onu hiç anlamadım. Belki de kendi hayatıma fazla gömülmüştüm. Tahminimce benim gibi biri onu kurtaracak güce sahip değildi, yine de onu biraz olsun anlamak isterdim. Bunu kabullenmek kolay değil. Çok kibirliydim, benmerkezciydim.”

Söyleyebileceğim hiçbir şey yoktu. Muhtemelen ben de onu hiç anlamamıştım. Ben de kendi hayatıma fazla gömülmüştüm.

Eski kız arkadaşımın abisi konuşmaya devam etti: “Bana okuduğun o öyküde, yani Akutagawa’nın Spinning Gears’ında, gökyüzündeki havayı soluduğu için Dünya’daki havaya dayanamayan bir pilot vardı. ‘Uçak hastalığı’ diyorlardı. Gerçek bir hastalık mı bilmiyorum ama o cümleleri hâlâ hatırlıyorum.”

“Ara sıra hafızanın uçup gittiği hastalığın geçti mi?” diye sordum. Sanırım Sayoko’dan bahsetmemek, konuyu değiştirmek istiyordum.

“Ah evet, o,” dedi, gözlerini hafif kısarak. “Tuhaftır ama kendiliğinden iyileşti. Doktor genetik bir bozukluk olduğu için zamanla kötüleşeceğini söylemişti, ama geçti gitti, sanki hiç yokmuş gibi. Kötü bir ruhu defetmiş gibi.”

“Bunu duyduğuma sevindim,” dedim. Gerçekten de sevinmiştim.

“Seninle tanışmamdan kısa süre sonra oldu. Ondan sonra hiç öyle bir hafıza kaybı yaşamadım, bir kere bile. Daha sakin hissettim, orta karar bir üniversiteye gittim, mezun oldum, sonra da babamın işini devraldım. Yol bir süre dolambaçlıydı, ama şimdi sıradan bir hayat yaşıyorum.”

“Bunu duyduğuma sevindim,” dedim tekrar. “Sonuç olarak babanın kafasına çekici geçirmemişsin.”

“Saçma sapan şeyleri de hatırlıyorsun tabii,” dedi ve gülmeye başladı. “Tokyo’ya iş için pek sık gelmiyorum, bu koca şehirde seninle karşılaşmam hayli tuhaf. Bir şeylerin bizi bir araya getirdiğini düşünmeden edemiyorum.”

“Şüphesiz,” dedim.

“Peki, ya sen? Bunca zamandır Tokyo’da mı yaşıyordun?”

“Üniversiteden mezun olduktan sonra evlendim,” dedim, “o zamandan beri de Tokyo’da yaşıyorum. Geçimimi yazarak sağlıyorum.”

“Yazarak mı?”

“Evet. Az çok.”

“Eh, yüksek sesle okumak konusunda çok iyiydin,” dedi. “Böyle söylemem sana ağır gelebilir, ama Sayoko’nun en çok hoşlandığı insanın sen olduğunu düşünüyorum.”

Cevap vermedim. Eski kız arkadaşımın abisi de başka bir şey söylemedi.

Böylece vedalaştık. Ben tamir edilen saatimi almaya gittim, eski kız arkadaşımın abisi de sessizce Shibuya durağına doğru yokuş aşağı yürümeye başladı. Tüvit ceketi akşamüstü kalabalığında kayboldu.

Onu bir daha görmedim. Şans bizi bir kere daha bir araya getirmişti. Arasında neredeyse yirmi yıl olan iki görüşmemiz, neredeyse beş yüz kilometre uzaklıktaki iki şehirde gerçekleşmişti. Bir masaya oturmuş, kahvemizi yudumlayıp sohbet etmiştik. Tabii bunlar kahve içerken konuşulacak türden konular değildi. Konuşmamızda daha önemli, şu ömrümüzü tüketirken bize daha anlamlı gelen bir şeyler vardı. Öyleyse de bu yalnızca şans eseri paylaşılmış bir ipucuydu. Bizi daha sistemli ya da organik biçimde bağlayacak hiçbir şey yoktu. (Soru: Bu iki karşılaşma ve diyalog, iki adamın hayatındaki hangi unsurları sembolize ediyor?)

Elinde With the Beatles uzunçalarını tutan o güzel genç kızı da bir daha görmedim. Bazen düşünüyorum, hâlâ 1964’te, okulun loş koridorunda koşuşturuyor, o geçerken eteği uçuşuyor olabilir mi? Yaşı hep on altı, kapağında John, Paul, George ve Ringo’nun yarıgölgede çekilmiş fotoğrafı olan o harika albümü hayatı buna bağlıymışçasına göğsüne bastırıyor.


*Bu yazı, Can Koçak tarafından Haruki Murakami’nin The New Yorker’da yayımlanan, Philip Gabriel tarafından İngilizceye tercüme edilen yazısından çevrilmiştir.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share