I: ARZU
Uzun zaman önce biriyle tanışıp hayatımızın sonuna kadar birlikte yaşadığımızı hayal etmiştim. Üstelik bir hayat da değil, birkaç hayat. Hatta bir kez değil, birkaç kez.
Bu muhterem beyefendi Portland’da avukatlık yapıyordu. Biri protesto gösterisi olacağını söylediği için ofisine gitmiştim. Protesto filan yoktu. Kendimi bu adaçayı yeşili polar yelekli avukatla bir toplantı salonunda otururken buldum. Standing Rock’taki kabile topraklarının yakınlarına döşenecek boru hattı hakkında konuştuk. Kendini teselli edişini dinlerken, beyaz bir adamın ülkesinin suçları için duyduğu derin üzüntüyü hissedebiliyordum. Bu kederi, onunla düşlemeye başladığım hayatın bir parçasıydı.
Hepi topu bir saat görüştük. Ama oradan ayrılınca, yaptığımız yegâne sohbetin hayatımızı nasıl değiştirebileceğine dair ayrıntılı fanteziler kurmaya başlamıştım bile. Bu sohbet, belki onu vicdanıyla hesaplaşmaya zorlayacaktı. Hatta belki neden hukuk okumayı seçtiğini hatırlayacaktı. Web siteme bakacaktı. Olur ya, bir sonraki New York ziyaretinde belki şehir merkezinde, fiyakalı bir otelde buluşurduk. Hani şu köşesinde burgercinin olduğu, kırmızı kadifeden perdeleri olan. Evliliğinden vazgeçecekti. (İnternete bakılırsa evliydi. Ne fark eder, ben de evliydim.) Kurduğum fantezi gündüz gözüyle yeni ayrıntılar kazanıyor, hızlanıyor, bir nehir yatağındaki kayalar gibi öylece duran eşlerimizin üstünden kolayca akıveriyordu. Belki incelikle inşa edilmiş müstakil bir eve taşınırdık, evin duvarları da onun adaçayı yeşili polar yeleğiyle aynı renkte olurdu. Çevresel adalet uğruna savaşıp dünyayı kurtarırdı, ben de edebi makaleler yazarak kurtarırdım. Belki haftada bir nitelikli programlar izlemek için televizyonu açardık ama diğer gecelerde televizyona ihtiyacımız olmazdı, çünkü konuşacak çok şeyimiz olurdu.
Bu gündüz düşleri, eve dönüş uçuşunda zihnimi güzelce işgal etti. Eve döndüğümde, gündelik işlerin açtığı tüm gedikleri doldurdu. Haftalarca Brooklyn’in ıslak kaldırımlarında yürürken, ışıklı pencerelerinden kimsenin başka bir yerde olmayı dilemediği kusursuz hayatların taştığı kahverengi tuğlalı evlerin önünden geçerken, haftalar boyu beni takip etti. En büyük gündüz düşüm buydu, artık hülyalara dalıp gitmeyeceğim bir hayatı düşlüyordum.
Bütün hayatımı hayal kurarak geçirdim. Geçen saatlerin çetelesine bakınca utanıyorum. Nankörlük, ihanet gibi geliyor. Mesele genelde sadakatsizlikle ilgili oluyor. Yürürken, koşarken, içki içerken, sigara tüttürürken (daha on yedi yaşındaydım, Boston soğuğunda üşürken kırılmış kalbimin çatlaklarından yabani otlar gibi düşler filizleniyordu) hayal kurdum durdum. Her türlü ulaşım aracında hayal kurmuşumdur. Yolculuklar gündüz düşlerine yardımcı oluyor, sorumluluklarımız arasındaki zaman boşluklarında hareket hâlindeki beden gerçeği, ne orada ne burada, bu boş zamanda başka her yerde olunabilir. Müzik eşliğinde hayaller kurdum, bazen sessizce, bazen yapayalnız, bazen bir şarkıya eşlik ederek. Pek sıradışı şeyler değildi. Araştırmalara göre, gündüz düşleri uyanık geçirdiğimiz vaktin dörtte biriyle yarısı arasında bir süreyi kapsıyor, genelde birkaç dakikada bir hayal kuruyoruz. Sevişmek dışındaki her etkinliğimiz sırasında yapıyoruz. Minnesota Üniversitesi’nden psikolog Eric Klinger, gündüz düşlerinin ortalama bir insanın düşüncelerinin yaklaşık yarısını oluşturduğunu iddia ediyor.
Önceleri aşka dair hayallerim vardı. Eski fantezilerimden birinde, fizik dersinden tanıdığım, beyzbolcu sarışın çocuk (ivme ve momentum denklemlerini boşa düşürürcesine) sınıfın ortasına yürür ve benimle baloya gitmek istediğini herkese duyururdu. Diğerlerine dönüp, benim için “Sessiz göründüğüne bakmayın,” derdi, “Onu bir tanısanız, söyleyecek çok şeyi olduğunu anlarsınız.” Bazen hayalimi biraz düzeltirdim. “Söyleyecek çok şeyi olduğunu anlarsınız,” demezdi. Bu, yaşlı annemin söyleyeceği türden bir şeydi. Sarışın çocuk “O harika biri,” derdi.
Üniversitede, bir göçmenlik avukatının asistanı olarak yarı zamanlı çalışırken, müvekkillerimizden biri için sığınma güvencesi sağlayacak kritik bir delili son anda bulduğumu hayal ederdim. Elimde düzgünce altı çizilmiş kağıtlarla dolu bir dosya, mahkeme salonuna dalıyorum. Aile kurtuluyor! Mahkeme salonunda fısıltılar yükseliyor: “Kim bu kadın?”
Yemek yemeyi azalttığımda, gündüz düşlerim de kısıtlanır, neredeyse hepsi yemekle ilgili olmaya başlardı. Restoran menülerine bakıp listedeki tüm yemekleri yediğimi hayal ederdim. Romla karamelize edilmiş muzlu ve çikolatalı ekmek kadayıfı veya otlu köz patatesle servis edilen balık şnitzeli. Açlığım o kadar dipsizdi ki, ancak fantezilerimle tatmin oluyordu.
Evliliğim artık sona ererken, hayal dünyamda daha fazla vakit geçirmeye başladım. Hayallerimde başka ilişkiler vardı, ya bir gönül macerası yaşıyordum ya da başka biriyle evleniyordum. Psikanalist Adam Phillips “Herhangi bir ideal, arzu edilen herhangi bir dünya, hayalleri çözüme dönüştüren bir dünyada nasıl yaşadığımızı sormanın bir yoludur. Bunun kendi kendine tedavi sunması için başka nasıl bir belirti olabilir ki?” diyor. Gündüz düşlerim hem felaketim hem de nefesim oldu. Bu düşler, bana fısıldanmış bir tanı, bir hakikat serumuydu.
Nihayetinde eşimle yollarımızı ayırdıktan sonra şükran ve utanç karışımı duygularla dönüp fantezilerime baktım. Bunlar zehirli kaçamaklar olabilir miydi? Evliliğimi kurtarma çabasından kaçınmak için fantezilerimde mi kayboluyordum? Yoksa bunlar arzunun kaçınılmaz ifadeleri, ödleklikten ziyade birer çağrı olabilir miydi?
II: UTANÇ
Ayrılmamızdan birkaç ay sonra, iş gezisi için gittiğim Rochester’da katıldığım akşam yemeğinde pek tanımadığım insanlara hayal kurmaktan bahsetmeye başladım çünkü konuyu değiştirmek için çaresizce çırpınıyordum. Kendi hayatlarımızdan bahsediyorduk, ev sahipleri kocamı ve küçük kızımızı sorup duruyordu. Onlara boşandığımızı söylemek istemedim. “Bizim için doğrusu buydu,” veya “Gerçekten çok üzücü,” demekten, ses tonumu hem hüznümü hem de sakinliğimi hissettirecek biçimde ayarlamaktan o kadar yorulmuştum ki…
Yemeği veren iki profesör onlarca yıldır evliydi. Kadın, kocasının aksine, çok konuşkandı. Bir yandan bu çifte hiç de gerçekçi olmayan bir aile saadetini yakıştırırken, diğer yandan ikisinden biriyle evli olmaya dayanamayacağımı düşünmeye başladım.
Bir noktada artık yeter diye düşündüm, onlara da hayallerini sormaya başladım. Konuşkan kadın kendinden emindi, katiyen gündüzleri hayal kurmuyordu. “Peki, ben yapıyor muydum? Nasıl yani? Hayal kurmak için zamanım mı vardı?” Belli ki, onun yoktu.
“Bilmem,” dedim ezikçe. “Metrodayken hayal kurabiliyorum.”
Hayatımın bu noktasında on altı aylık bir bebeğin bekâr annesiydim, profesör olarak tam zamanlı bir işim, yazar olarak başka bir tam zamanlı işim ve “dul” olarak üçüncü bir tam zamanlı işim vardı. Bu yüzden fazla boş zamanım yoktu. Ama yine de hayal kurmaya zaman buluyordum. Hayal kurmak için hiç zaman bulamadığım olmadı.
Rochester’daki kadın utancımı anında yakaladı, daha doğrusu utançlarımdan birini yakaladı: miskinliğin, boş zamanın, ayrıcalığın ve israfın utancını.
“Neler hakkında hayal kuruyorsun?” diye sordu.
En utanç verici şeyi söylemek için sapkın bir dürtü hissetim. Bazen Pulitzer kazanmayı hayal ettiğimi söyledim. Konuşkan kadın, “Bak sen! Bunu hayal etmeye asla cüret edemezdim,” dedi. Bu da beni mahcup etti.
Hararetle ileri geri konuşurken, kadının sessiz kocası “Ben hep hayal kurarım,” diye mırıldandı.
O kadar belli belirsiz konuşuyordu ki onu zar zor duydum, karısı da duymuştu. Kocasına (bana sorduğu gibi) ne hakkında hayal kurduğunu sordu. Adam hiçbir şey söylemedi. Kadın kaşımaya devam etti, “Hadi, söylesene, hiç takılmam ben.” Adam kahve fincanının kulpuyla oynuyordu. “Hadi söylesene,” diye tekrar etti. “Söylesene.”
Ama söylemedi, sevindim. Hayallerini kendine saklamasını istedim. Yalnızca kendine ait bir şeyi olsun istedim.
Hayal kurmaya dair utancım, bencil ve benmerkezci olmaya dair bir utanç. Yani gündelik hayatın sıradanlığından kaçıp iyi dileklerin aldatıcı tadına yönelmenin utancı, varsayımı gerçek olana tercih etmenin utancı.
Lisedeyken âşık olmaktan utanmamın başlıca nedeni asimetriydi, yani birini onun beni arzuladığından daha fazla arzulamak. Ama yaşlandıkça utancımın özü birkaç derece sola doğru kaydı. Bu, lise aşklarımın doğası gereği asimetrik olmasından ziyade (bazen karşılık buluyorlardı) indirgemeci olmalarıyla ilgiliydi: Fantezi olarak ilişkiler bütünüyle sürprizlerden, krizlerden, durağanlıktan ziyade dönüm noktalarından oluşuyor. Burada yakınlığın gerçekten oluştuğu alelade, sinematik olmayan anların hiçbiri yok.
Aşırı hayal kurmayla mücadele eden insanlar için açılmış “Wild Minds” adlı forumda, ilkgençlik yıllarından beri bir rock yıldızıyla çıkmayı hayal eden bir kadının “Ana karakterini öldürmek” başlıklı bir yazısı var. Şöyle diyor:
“Bazen hayalimin zihnimin önüne geçmeye çalıştığını hissediyorum, bu yüzden erken davranıp karakterimi öldürdüm. O (ben) öldü, gündüz düşlerim de birkaç haftalığına kayboluverdi. Artık hayallerimde yeni bir “ben” var… Üç gün boyunca yatağımda uzanıp, yalnızca hayal kurdum. Kafamdaki başka bir karakteri öldürürsem, yenisinin ortaya çıkacağını biliyorum.”
Utancıma hayallerimin içeriği kadar sürekliliği de neden oluyor. Bu utanç, hayallerimin şu kafasına çekiçle vurulan köstebek oyunu misali istikrarından kaynaklanıyor: Neye sahip olursam olayım, her zaman başka bir şeyin hayalini kuracağım. Hayal kurma alışkanlığım bir dürtüyü anında cezasına bağlıyor: Hem sınırsız özgürlüğü istemek hem de bu özgürlüğü istemenin utancı. Kendimi saatlerce hayal kurmadan yaşamaya zorluyorum, sonra nihayet birine izin veriyorum. Onun yumuşak, dağınık yatağına uzanıyorum, sonra kendimi tekrar yataktan çıkmaya zorluyorum ve günlük işlerime dönüyorum.
Kısıtlama. Hoşgörü. Ceza. Bu üç dürtü, uzunca süre yiyecekler, içkiler ve erkeklere yönelik arzularımla ilişkilerimi yapılandırdı. Fantezinin utancı hep tatlı şeylere, tatlıdan önceki tatlıya, kahvaltıda tatlıya, diğer tatlıları içeren tatlılara, mesela fıstık ezmeli kurabiye hamuruyla karıştırılmış fıstık ezmeli dondurma kaselerine olan dipsiz iştahımla ilgili hissettirdi. Fantezinin inceltilmiş tatlılığı insana asla yetmez. Hem fazla yemişsiniz hem de hiçbir şey yememişsiniz gibi hissettirir. Bu da hayalin utancıdır: Ağır ama değersiz.
III: SAĞ KALMA
Kocamla ayrıldıktan birkaç hafta sonra, arkadaşım Emma kızımla kaldığım, demiryoluna yakın, karanlık eve geldi. Kışın ortasıydı. Daire pek ışık almıyordu. Başka bir arkadaşım bu evi doğum kanalımız olarak adlandırmıştı, uzun ve dar, biraz klostrofobik ama aynı zamanda bizim için bir eşik.
Emma da o zamanlar eşikteydi. Yetişkin hayatının çoğunu New York’ta geçirdikten sonra Los Angeles’a taşınıyordu. Bana California’daki hayatının nasıl olacağına dair hayaller kurduğunu söyledi. Hayallerinin tam olarak gerçekleşmeyeceğini bilmesine rağmen yine de işe yarıyorlardı. Bir kere boşluktan çok daha davetkârdı. Bu fanteziler başka bir hayata inanmasını sağlıyordu, hatta o hayatın dokusunu şimdiden oluşturuyordu.
Sanatçı Jenny Holzer, 1983-1985 arasında “Survival Series” (Sağ Kalma) adlı serisini çıkardı. Bu seri, kamusal alanlarda büyük elektronik reklam panolarında sergilenen bir dizi slogandan oluşuyordu. Kartpostalları, prezervatif paketlerini, hareket eden minivan’ları ve mermer bankları süsleyen seriden en sevdiğim slogan şuydu: “RÜYANDA NASIL HAYATTA KALACAĞINI GÖRDÜN VE NEŞELİYDİN” oldu.
Hayatla ilgili en köklü inançlarımdan biri, hayatımın asla tam olarak hayal ettiğim gibi olmayacağıdır. Bu doğruysa o hâlde her hayal küçük birer ölümdür, olasılıkların ortaya çıkmasından ziyade ifşa edilmesidir. Ancak Emma farklı düşünüyordu: Hayaller asla birer varış noktası değildi, sadece oraya ulaşmak için birer yoldu. Evliliğimin sonunda düşlediklerim de kehanet değildi. O fanteziler uçurumun kenarına köprü inşa etmekten ibaretti.
IV: FARKLILIK
Bir akşam yemeğinde (yaz sıcağında, boşanmamdan altı ay sonra), arkadaşım Tara hayal kuranların imkânsızı isteyenler ile mümkün olanı düşleyenler diye ikiye ayrılabileceğini iddia etti. Onun evindeydik, dağınık mutfağındaki kaba saba ahşap masanın etrafına dizilmiştik, masanın üzerinde dağılmış yemekler: kuzu güveç, safran pilavı, pancar ekmeği, dana sütü peyniri, beraber kaşıkladığımız şeftalili turta. Aşırılıklarla dolu bir geceydi. Ucu bucağı olmayan bir sohbet. Ağırbaşlılıkla diğerlerinin kadehlerindeki beyaz şarabın kokusunu içime çekiyordum.
Tara’ya kendi hayallerimden bahsediyordum, sanki hayal gücüm sınırlıymış gibi tüm fantezilerimin romantik olduğunu ve bundan duyduğum utancı anlatıyordum. Tara’ya gündüzleri neler hakkında hayal kurduğunu sorduğumda, komşusunun birkaç hafta önce kurtardığı bir tavşanla yaşadığı üst katı işaret etti. “Aşka dair hayaller kurmuyorum. Üst katta yaşayan tavşanı hayal ediyorum,” dedi Tara. “Onun gibi olmanın nasıl bir şey olacağını hayal ediyorum.”
Başkalarına hayallerini sormaya başladığımdan beri hayallerinin acıya benzediğini fark ettim. Birbiriyle karşılaştırmak imkânsız. Dokusu farklıydı, yoğunluğu farklıydı, devamlılığı farklıydı: “Her zaman” tabiri bile biri için bir saat anlamına gelirken başkası için bir dakikadan ibaretti. İçsel fantezi dünyamızın bir başlangıç meridyeni yoktu. Biri “Google stalk” dediğinde basitçe Vikipedi sayfasına bakmayı kastediyor olabilir, oysa benim için araştırma, arama sonuçlarının dördüncü sayfasının en altına kader inmek demek… Yahut dokuzuncu sayfaya… Mesela araştırdığım kişinin annesinin, ne bileyim, bir mahalle gazetesinde çocukken gittikleri Maine kıyılarındaki bir adayı anlattığı yazıyı bulup okumak demek.
Baktıkça fark ettim ki insanların hayalleri doğru ışıkta görebileceğiniz sırlarıydı. Gözümün önündeydiler (metroda, kaldırımda, derslerim esnasında) ama kafalarının içinde hangi filmlerin oynadığını kestiremiyordum. Kimi insanlar hayal kurmayı kendini gerçekleştirmenin gizemli yolu olarak görüyordu. Yaşamın büyük sırrı: Ne düşlersen onu alırsın. Kimileri için de hayaller karşı koyamadıkları bir mastürbasyondu. Reddit sitesinde, hayalperestlereler tarafından oluşturulmuş dev bir kitlesel hayal kataloğu var: Dünya üzerindeki tüm enstrümanları çalmak, en sevilen şarkıları söylemek, liseyi basmış silahlı adamı etkisiz hâle getirmek, piyangoyu kazanmak, uzaydaki çöpleri temizlemek için şirket kurmak, baş aşağı uzanarak tavanda yürümenin nasıl olacağını hayal etmek, trafikte sinyal vermeden önüne kıran adamdan intikam almak…
İnsanlara gündüz düşlerini sormaya başladığımda, anlatılanlar çocukken sevdiğim pahalı ve bol resimli kitapların psişik eşdeğeriymiş gibi hissediyorum. Sanki kilimler ve sandalyeler, çimlerin, kaldırımların ya da buz tabakalarının üzerine yığılmış tencereler, tavalar gibi eşyalarıyla evlerinin önünde fotoğraf çektiren insanlarla dolu resimli kitaplar. İnsanlar hayallerini önüme kullanılmış tıraş bıçağı, kanepe minderleri, vibratörler gibi yığdı. Bir arkadaşım “Eskiden erkekler hakkında hayal kurardım, artık yazmayı istediğim kitaplar hakkında hayal kuruyorum,” dedi. Başka bir arkadaşım da hayallerinin video kliplere benzemediğini söyledi. Gözünde canlandırmakta zorlandığından, hayalleri çoğunlukla diyaloglar üzerine kuruluydu. “Sanki bir radyo oyunu gibi,” dedi. Kimilerinin hayallerinde hikâye bile yoktu daha çok şiire benziyordu. Bir arkadaşım intihar düşünceleriyle dolu bir ergenken, kafasının iç savaş mermileriyle dolduğuna dair özel bir fantezisi olduğunu, gümüş mermilerin yuvarlak kafatasını şekerli sakız otomatı gibi doldurup bulandırdığını söyledi.
Yale Üniversitesi’nden psikolog Jerome L. Singer, 1966 tarihli ufuk açıcı Gündüz Düşleri: İçsel Deneyime Dair Deneysel Bir Araştırmaya Giriş [Daydreaming: An Introduction to the Experimental Study of Inner Experience] kitabında hayal kurmanın insanların yaşamlarında bir amaca hizmet edebileceğini, içsel yaşamlarıyla daha yakın ilişki kurmalarına, duygularını yönetmelerine ve sinir bozucu sorunları çözmelerine yardımcı olabileceğini iddia ediyordu. Aynı yıl, Singer ve doktora öğrencisi John Antrobus, gündüz düşlerinin sıklığı, içeriği ve günlük yaşamlarında oynadığı rol hakkında bilgi toplamak üzere 344 beyandan oluşan Hayali Süreçler Envanterini (HSE) yayımladı. Singer, yıllar süren araştırması boyunca üç farklı gündüz düşü tarzını belirledi: Pozitif-yapıcı hayaller (karakteristik olarak eğlenceli, iyimser, planlı) suçlu-disforik hayaller (karakteristik olarak endişeli, takıntılı, genellikle başarısızlıkla ilgili) ve zayıf dikkat denetimi (karakteristik olarak içsel hayali de dış dünyayı da bütünüyle yaşayamayan). Singer’dan önce ve sonra birçok psikolog hayal kurmayı olumsuz yönleriyle ele almıştı (“aklı bir karış havada olmanın” zararlı etkilerine odaklanmıştı), ancak Singer’ın araştırması daha çok hayal kurmanın, yaratıcılık, problem çözme, yapıcı planlama, başkalarına meraklı ilgi gibi olumlu sonuçlarına odaklanıyordu. HSE’deki ifadelerin kapsamı, yalnızca “gündüz düşü” teriminin bile farklı hayalperestlerin zihinlerinde hangi anlamlara gelebileceğini gösteriyordu: Kendimi sevdiklerimi hayal kırıklığına uğratırken hayal edebiliyordum. Düşlerimde duyduğum sesler açık ve belirgindi. Kendimi yalnızca başarılı kişilerin bulunduğu bir organizasyona kabul edilirken hayal ediyordum. Hayallerimde, cezadan kaçındığım için kendimi suçlu hissediyorum. “Zihnimdeki resimler” fotoğraflar kadar net görünüyordu.
Bazı insanlar için gündüz düşleri fazlasıyla soyut olabilir, oysa başkaları için oldukça ayrıntılı duyusal fantezilerdir: Bir aşığın ağdalı İngiliz aksanı, Maldivler’deki bir havuzunun klorlu ince dalgası gibi. Soyut bir şey hayal etmem imkânsız. Pulitzer ödülü almayı hiç hayal etmedim. Bunun yerine küçük kızım göğsüme bağlıyken, işe geç kalmış koştururken, bebeğimin öğle yemeği olan haşlanmış kabağı almayı unuttuğumu fark ettiğim bir anda bir telefon almayı hayal ettim. Bu, anne olmanın bütün sıradanlığında anlık bir kesinti, ona başka biri gibi tanık olmanın fantezisiydi: Bir sanatçı, bir dahi, her neyse. Duyusal yapısını düşlemeden bu fanteziyi çağırmak imkânsız olurdu: Bebeğimin tulumu ve terden ıslanmış gömleğim, bebek şampuanının tatlı badem kokusu ile çeneme değen bukleler, sabah vakti bebek arabalarının kaldırım trafiği…
Phillips “Hayatımız karşılanmamış ihtiyaçlara ve feda edilen arzulara, reddedilen olasılıklara ve alınmayan yollara yakılan bir ağıta dönüştü,” diyor. “Hayatlarımızı içerdikleri yaşanmamış hayatlar olmadan düşünemeyiz.”
Ancak Phillips’in “doğru seçim, alternatiflere olan ilgimizi kaybetmemize neden olan seçimdir” sözüne katılmıyorum, bence o bundan tam olarak emin değil. Herhangi birine diğer olasılıkları unutturacak bir yol bulacağını düşünmek yanılsamadır, bu da bir tür kesinlik fantezisidir. Arkadaşım Anna “Depresyon, ne hakkında hayal kuracağını bilmediğin zamanda ortaya çıkar,” diyor. Gündüz düşleri yanıtlanması gereken sorular değil birlikte yaşanacak sorulardır, yalnızca hareketsiz kaldıklarında tehlike arz ederler. Düşlerimiz başka kimsenin erişemeyeceği veya dokunamayacağı sırları korumamıza izin verir. Bu hayaller mahremiyetin ta kendisidir: En yakın ilişkilerde bile gizli kalır, hatta belki yakın ilişkilerde bile gizli kalmak için vardır. Yapmayı hayal ettiğimiz şeyler, yaptığımız şeylerin hepsinden daha özeldir.
V: OYUN
Yaz sonunda bir öğleden sonra East River yakınındaki bir parktaydık. Kızım, içinde olduğunu hayal ettiği hayalet avcısı kostümünün fermuarını çekiyordu. Üç buçuk yaşındaydı, fotoğraflanması da imkânsızdı çünkü sürekli hareket hâlindeydi. O gün parkın çimlerini, kayalarını, merdivenlerini ve bisiklet raflarını kullanarak hayali bir lunaparkta dolanıyordu. Daha bir ay önce, New Paltz’da gerçek bir şenliğe gitmiştik, dönme dolapla morarmış göğe yükselmiştik. Çıktığımız gerçek yolculuklar gibi, bu uyduruk yolculuklar da emir komuta zincirine tabiydi, bunaltıcı hislere kapılmadan devam edebilmek için adım adım yönergeler içeriyordu: içeri girin, kemerlerinizi bağlayın, buradan devam edin. Uymazsanız, dehşet verici sonuçları olabilir. Bunalmanın üstesinden gelmek için adım adım talimatlar.
Sigmund Freud hayal kurmakla ilgili teorisinde, çocukların kurmaca dünyasını yalnızca yetişkinlerin düş kurmasına değil bir sanatçının çalışmasına da benzetir.
“Her çocuğun oyun oynarken yaratıcı bir yazar gibi davrandığını, kendi dünyasını kurguladığını, daha doğrusu bu dünyadaki şeyleri kendisini memnun edecek şekilde yeniden düzenlediğini söyleyemez miyiz? Bir çocuğun kurduğu dünyayı ciddiye almadığını düşünmek yanlış olur. Aksine her çocuk kendi oynadığı oyunu ciddiye alır, duygularını da oyuna katar. Oyunun zıddı ciddiyet değil, hakikattir.”
Yarım asır sonra psikolog D. W. Winnicott da çocuk oyunları ile yetişkin hayal gücü arasında bir bağlantı kurdu (ancak Freud oyun ile yaratıcı ilham arasındaki bağlantıya odaklanırken) Winnicott düş kurmayı daha çok çocukluk çağının kendini yatıştırma pratiğinin uzantısı olarak ele aldı. Winnicott’ın ünlü “yeterince iyi anne” teorisine göre anne başlangıçta neredeyse bütünüyle evladının ihtiyaçlarına uyum sağlarken, zamanla çocuk kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmek için annenin kusurlarına tahammül eder. Bu tahammül kapasitesi fiziksel olarak yatıştırıcı eylemlere (parmak emmek gibi), geçiş nesnelerine ve nihayetinde “hatırlama, yeniden yaşama, fantezi kurma, rüya görme” gibi daha karmaşık iç süreçlere dönüşür. Bu çerçevede, gündüz düşleri uyarlanabilir bir başa çıkma mekanizması olarak başlar ancak yetişkinlikte gerçekliğin yarattığı hayal kırıklıklarına tahammül etmek yerine onlardan uzaklaşmanın bir yolu hâline de gelebilir.
Freud ve Winnicott, gündüz düşlerini anlamanın iki farklı yolunu sunar: Herkesin içindeki sanatçının bir tezahürü olarak hayal kurmak (bir tür gündelik yaratıcı üretim) ya da bir koltuk değneği, yetişkinlere özgü bir parmak emme biçimi, günlük hayatın stresinden, belirsizliğinden ya da bunaltıcılığından kaçmanın bir yolu olarak hayal kurmak.
Belki de bunlar gündüz düşlerini anlamanın kategorik olarak farklı iki yolu değildir, hayallerin bir sınıflandırmasını oluşturmaya başlamanın yoludur: Üretken fantezilere karşı bir başa çıkma mekanizmasının çıkmaz sokağı. Hayallerimiz bir şeyler inşa mı ediyor, yoksa başka bir şeylerden kaçıyor mu? Her ikisini de yapabiliyorlarsa, hangisini yaptıklarının nasıl farkına varırız? Arzu bizi ne zaman faydalı bir yere götürür, ne zaman bulunduğumuz yerde olmayı imkânsız hâle getirir?
VI: YARATICILIK
Aralık 1907’de, Viyana’daki bir kitapçıda Freud, yaklaşık doksan kişilik küçük bir kalabalığa “Yaratıcı Yazarlar ve Gündüz Düşleri” başlıklı bir konuşma yaptı. “Yaratıcı yazarın düş gücünü, gündüz düşleri görenlerin [Der traumer hellichten Tag] yaratımlarıyla kıyaslamayı deneyebilir miyiz?” diye sordu, cevabı evetti. Freud’a göre nasıl ki “özel bir takdirin koruması altındaki” kahramanın başına hiçbir şey gelmeyeceğini bilerek güvenle aşk ve macera romanları okuyabiliyorsak, bir hayalperest de hem hikâyenin yazarı hem de ana karakteri olmanın “özel takdir” sahip olduğunu bilerek bir tür dokunulmazlıkla hareket ediyordu. Freud’un gözlemlerine göre “Bu dokunulmazlık özelliği sayesinde hem her hayalin hem de her hikâyenin kahramanı olan Majesteleri Ego’yu hemen tanıyabiliriz.”
Freud’un yaratıcı yazarı, profesyonel bir hayalperest olarak görme önerisine ne zaman katılsam, aklıma çocuk kitabı Harold ve Mor Pastel Boya’nın (Harold and Purple Crayon) kahramanı Harold geliyor. Bu kitapta ana karakter aynı zamanda yazarın kendisi. Karakter sıcak hava balonları ve pikniklerle dolu dünyasını kendi çiziyor, fantezilerinin yarattığı sorunları çözmek için daha fazla fanteziye başvuruyor. Örneğin çok fazla turta çizdiğinde, onları yemeleri için bir geyik ve kirpi de ekliyor. Fantezisinden sıkıldığında, sona erdirmek için kendi yatağını çiziyor. Sadece dünyanın şartlarını değiştiren değil, aynı zamanda dünyayı baştan ya da yeniden inşa eden spesifik bir hayal kurma türü vardır. Lisedeyken aşk fantezilerimin hep erkeklerle ilgili olduğunu düşünüdüm, şimdi geriye bakınca fark ediyorum ki aslında –hayallerimizi birlikte yazdığımız– kızlarla ilgiliydi, erkekler bir tür şifreydi, onlar kapsamlı işbirliğimizin birer bahanesiydi.
1971’de Judy Chicago ve Miriam Schapiro liderliğindeki bir grup kadın sanatçı, “düş mahzeni” olarak adlandırdıkları Womanhouse’u yarattı. Hollywood’daki terk edilmiş bir köşkü tuhaf, fantastik ve polemik yaratacak bir koleksiyonla doldurdular: Chicago’nun Menstrüasyon Banyosu (çöpten taşan kanlı tamponlar ya da ipe dizili kanlı pedlerle dolu beyaz bir banyo), Faith Wilding’in Rahim Odası (devasa tığ işi bir örümcek ağı); Sandy Orgel’in Keten Dolabı (vücudu parçalara ayrılmış bir vitrin mankeninin, çarşafların olduğu etajerle içe içe geçmiş şekilde sergilendiği bir eser). Chicago ve Schapiro’nun katalog metninde yazdıkları gibi, bu sergide “asırlık eviçi kadın emeği, fantezinin devasa boyutlarında işlendi. Womanhouse, kadınların hayatlarını pişirirken, dikerken, temizlerken ve ütülerken kurdukları hayallerin mahzeni oldu.”
Hayal kurmanın ödülleri de vardır. Özünde anti-kapitalisttir çünkü hiçbir şey “üretmez”. Her ne kadar içeriği genelde kapitalizm tarafından yapılandırılmış derin arzuları işlese de ister el emeği, ev emeği, büro işi, temizlik işi olsun, ister bakım veya üretim içersin işçilerin mecbur bırakıldıkları iş sırasında yürütebilecekleri bir faaliyettir.
Wild Minds’ta, 74 yaşındaki emekli bir grafik tasarımcı, çocukluğundan beri aynı “muazzam pembe diziyi” kurguladığını paylaşıyor: “Dört yaşından beri bu gizli kurmaca karakterlere saatlerce ince ayar yapıyorum, 200’den fazla karakterin ayrıntılı iç dünyaları.” Sekiz yaşında yatılı okula gönderildikten sonra hayalleri daha “hastalıklı” hâle gelmiş. “Fantezilerim film izlemek gibi… Yaratıcısının olduğum ama içinde yer almadığım bir film… İçerik günden güne yeni ayrıntılar kazandı, soyağaçları, görünüşleri, doğum tarihleri, ilgi alanları… Karakterlerin isimlerinin anlamlarından bile keyif alıyordum.”
Gündüz düşlerini tanımlamak için kullandığı dil bile hayallerine yönelik çelişkili duygularını açığa çıkarıyor: “Hastalıklı” ama aynı zamanda “keyif verici”. Hayallerinin her zaman tanrısal yönetmeni olmuş, ama asla gösterinin bir parçası olmamıştı. Bütün hayatı, bu öteki hayatın gölgesinde akmış, kendi ifadesiyle “duyduğu yoğun haz nedeniyle asla peşini bırakmamıştı.”
Freud’un her gündüz düşünün özündeki “dokunulmazlık özelliğini açığa çıkarma” tanımında, gündüz düşlerinin neden bu kadar fazla karanlık, tehlike ve bela içerdiğine dair bir açıklama da görüyorum: Dokunulmazlık en çok bela tarafından görünür kılınır. Sadece tehlikeye yaklaşarak ve ondan kaçınarak kendimizi “tehlikeden etkilenmez” hissedebiliriz.
Wild Minds’taki bir kullanıcının açtığı başlık, insanların bizzat uydurduğu travmatik olaylardan bir başkasını veya kendisini kurtardığı, karamsar gündüz düşleriyle dolu. Patronluk taslayan insanlar hayal edip onları değişmeye teşvik etme fantezisi gibi oldukça bayağı örnekler de var.
Evliliğimin sonuna doğru sıkça tekrar eden fantezide bir savaş muhabiriyle evliydim, ben hamileyken IŞİD tarafından kaçırılıp aylarca rehin tutuluyordu. Bu fantezide tekrar tekrar oynattığım bir film makarası vardı: Pisti aşarak onun uçağına yaklaşıyorum, rüzgâr saçlarımı uçuştururken onun zayıflamış vücudu yavaşça basamakları iniyor, bana yaklaşıp diz çöküyor, karnımı yavaşça öpüyor. Bazen hikâyem birinci şahısta yazılmış gibiydi, her şeyi kendi gözlerimle görüyordum. Bazen de dışarıdaki bir gözdüm, ikimizi yukardan izliyordum.
Birçok insanın buna benzer fanteziler kurduğundan şüphelensem de böyle bir hayali itiraf etmek utanç verici. Çünkü istismar gibi hissettiriyor. Hollywood’a uygun bir önermeden yola çıkarak başkalarının hakiki trajedilerinden ilham alarak sanki soyutlanmış, operavari bir acı çekmek istiyormuşum gibi geliyor. Buna “kuvvetli bir duyguyla yüz yüze gelmek” adını vermiştim.
Utanç verici olsa da bunu yapmamın bir sebebi vardı. O sebebi anlamalıydım. Bir zamanlar bir terapistin söylediği gibi “Anoreksiyanıza sizi yok eden bir şey olarak bakamazsınız, ondan ne alacağınıza ve onun size ne verebileceğine de bakmalısınız.”
Savaş muhabiri kocamın kaçırılmasıyla yüzleşen bu farazi versiyonumu inşa etmek, günlerimi doyuran çok daha sıradan bir acıdan kurtulmamı sağladı: başkalarının bunu yapıp yapmadığını görmek için Google’da “hamileyken boşandı” diye aramayı. Gerçek hayattaki acım sıradandı, çözülmemişti. Krizi anlaşılmamış, muhtemel çözümü hâlâ bulunamamıştı. Kaçırılma ve geri dönme fantezisinde, asfalttaki kavuşmada, seslerimizi bastıran motor gürültüsünde, kesin duygu durumlarının teselli edici saflığını buldum: korku ve aşk. Bu, duygusal sadeliğin fantezisiydi: gerçekliğin karmaşık duygusal çelişkilerine panzehir olarak melodram. Bir ölüm kalım senaryosunda romantik kararsızlık yoktur. Aslolan hayatta kalmaktır, yeniden birlikte olmaktır. Yeniden birlikte olmanın zorlu yanlarının (can sıkıntısı, klostrofobi, kırılganlığın ekşi kokusu) tehlike ve kurtuluşun keskin gölge oyununda yeri yoktur.
Karanlık gündüz düşlerinin cüretkâr olay örgülerinde tehlike bütünüyle dışsaldır. Bir ilişki öfkenin, kızgınlığın, mesafenin şeytanları tarafından tehdit edilmez. Teröristler tarafından tehdit edilir. Çağrı artık evin içinden gelmez. Ama hayal kurmanın kaçınılmaz ihaneti de budur: Sorunu dışarıdan temin etseniz bile, çağrısı hep evin içinden gelir.
VII: İNTERNET
Boşandıktan sonra diğer olası hayatlarımın izini bulmak için sık sık emlakçı sitelerinde gezinirdim: Anchorage yakınlarında on iki köşeli oturma odası olan sedirden ev ya da Maine’de çakıllı yolu dolduran ortancaları ve arka bahçesinde baklava dilimi şeklinde mavi parıltılı yüzme havuzu olan beyaz çiftlik evi. Tüm bu evlerde kendimi hep pencerelere bakarken buldum, son dilek hakkını bin yeni dilek hakkı için kullanan bir erkek çocuğu gibi, sanki hep başka bir yeri hayal edecekmişim gibi geliyordu.
İnternet hayal kurma şartlarımızı değiştirdi. Emlak sitelerinde binlerce farklı ev, kendinizin bin farklı versiyonunu sunuyor. Başkalarının Instagram hesapları bizim için hayallerimizi inşa ediyor. TikTok fantezilerimizi dışsallaştırıyor. İnternet gündüz düşlerini besliyor ama onların nefes alabileceği alanları da ele geçiriyor. Çok fazla boşluğu dolduruyor. Facebook akışınızda yeni doğmuş oğlunu kucağına almış binlerce fotoğrafı varken, üniversitede birlikte gazete çıkardığınız adamla Cape Cod’da bir düğün hayal etmek daha zor. İnternet, birine âşık olmak ile onu gizlice izlemek arasındaki tamponu ortadan kaldırıyor. O gece evinin önünden altı kez geçmişsiniz gibi hissettiriyor.
26 yaşındaki araştırma asistanım Padya’ya hayallerini sorduğumda, bana Bangladeş’te bir ergen olmaktan bahsetti. İnsanların en sevdikleri televizyon şovlarının tartıştıkları Tumblr’a bağımlı bir ergen. Padya, hayatı bir televizyon dizisi olsaydı, yabancıların Padya’nın hayatı hakkında yapacakları tartışmaları hayal ediyordu. İnsanların hangi karakterleri seveceği, hangilerinden nefret edeceğini, hangi şaşırtmacalara hayran kalacaklarını, hangilerini küçümseyeceklerini düşlüyordu. Padya hayatı hakkındaki televizyon dizisinden ziyade dizi hakkındaki yorumları hayal ediyordu. Birinin hayatını bir televizyon dizisi olarak hayal etmesi tanıdık, ancak diziyle ilgili bu üst seviyedeki söylemi hayal etmek, bana dijital çağın ürünüymüş gibi geldi. Tepkiler de diziye dahildi.
Instagram bir düş sofrası gibidir: Yiyebileceğiniz her şey oradadır, hiçbiri de size ait değildir. Güzel bir kadın, güneşin öpücük kondurduğu oğullarını alıp katamaranla dünyaya yelken açar. Bir sörfçü rüya gibi filtrelenmiş bir plajda günbatımları, dalga gösterileri ve kahvaltı içecekleri paylaşır. Avustralyalı boşanmış bir kadın @dumpedwifesrevenge (terk edilen kadının intikamı) hesabında, muhteşem hayatını gösteren fotoğraflar paylaşıyor. Hayvan resmi baskılı taytını giymiş, parmak uçları arasına aldığı güneşi tutarken hayallerini şişlikleriyle ilişkilendiriyor. Instagram biyografisinde şöyle yazıyor “26 yılın ardındandaha genç bir kadın için terk edildi. İşte benim intikamım: ŞAHANE OL & ŞAHANE GÖRÜN.” Instagram profilini, evlilikleri sona ererken eski kocasının ona söylediklerine bir yanıt olarak görüyor: “İki insan uzun süre birlikte olduktan sonra ayrıldıklarında hep biri başarılı olurken diğeri olamıyor.” Terk edilmiş eş için hayatını bir gündüz düşü olarak geliştirmek (profesyonel olarak fotoğraflamak) bir isyan ve hayatta kalma eylemidir.
İnternetin tavşan delikleri, çağrışımlı düşüncenin ritmini harfi harfine dönüştürerek zihnin meraklarını tıklamalara ve görsellere çevirir: Önce Instagram hesabına göz gezdirirsiniz, sonra kadının adını Google’da aratırsınız. Kadının hayatı hakkında bir makale bulursunuz. Fotoğraflarının çekildiği güneybatı Avustralya’daki sahil kasabasının “Avustralya’nın seçkinlerinin tatil cenneti” olduğunu okursunuz. “Eagle Bay’in en pahalı otelini” Google’da aratırsınız, kendinizi turkuaz Hint Okyanusu’nun kesintisiz manzarasına bakan dört yatak odalı bir villada hayal edersiniz. Kadının fotoğraflarında yer alan ağacın hangisi olduğunu bulmak için “güneybatı Avustralya’nın ağaçları” diye ararsınız. Okaliptüs! Belki de Avustralya çalısı. “@dumpedwifesrevenge + genç erkek arkadaşı” diye aratırsınız. Kendinizi otelde veya kadının evinde hayal edersiniz. Kadının hayatı hakkında bir makale yazmayı hayal edersiniz. Kadının yüzünü görmediğiniz, varlığını doğrulayamadığınız genç erkek arkadaşıyla seviştiğinizi hayal edersiniz. Spekülasyondan (onun hayatını hayal etmekten) projeksiyona (onun hayatında kendinizi hayal etmeye) geçersiniz, sonra bunu tekrarlarsınız. Bunlar gündüz düşleri kuran bir zihnin zikzakları, artık onlara hayat verecek görüntüler de var. Soyut gündüz düşü, tarayıcınızın üst kısmına yayılmış altı sekmeye dönüşür, arzu labirentinizden çıkmanızı sağlayacak ekmek kırıntılarına benzer. Sen, senin, seninki. İkinci şahıs utancın duman sinyali gibi. Benim tarayıcım, benim arzularım.
Hiçbir sosyal medya mecrası insanların hayallerini canlandırdığı, hayal kurarken kendileriyle dalga geçtiği, hayallerini absürd pikaresk mikrodramalar olarak yeniden ürettiği TikTok kadar hayallerimizi somutlaştırmıyor: kalorisiz sonsuz yemek, uçuş fantezileri gibi… Bununla birlikte, bunları en doğru biçimde dışsallaştıran TikTok olgusu, izleyiciyi belirli bir senaryoyu yaşamaya davet eden, genellikle genç olmanın dayanılmaz duygusal riskleriyle dolu POV (point of view-bakış açısı) videolarıdır. Bazıları maruz kalma tedavilerine benziyor: Sarı çiçekli, fırfırlı bluz giyen tatlı bir kız sizi “öğretmeniniz eşinizi seçmenize izin veriyor ama sınıfınızda yalnızca iki arkadaşınız var” ya da “bugün öğle yemeği masasında yer kalmadı, oturacak yeriniz yok” diye hayal etmeye davet ediyor. Neredeyse Edmund Burke’ün yücelik fikri gibi: Güvenli bir konumdan tehlikeye bakıyoruz.
Kimi POV videoları daha çok dileklerin gerçekleşmesini hayal etmek gibi. İki milyondan fazla beğenilen bir TikTok videosunda, çizgili gömleğiyle gözlüklü, tatlı yüzlü bir çocuk “#POV okulda öğle yemeğin yoksa, seninle öğle yemeğimi paylaşıyorum çünkü iyi olmanı istiyorum” diyor. @idrinkvapejuice adlı kullanıcının bir videosu 600 binden fazla beğeni almış: “#POV: Ben senin aptal aşkınım, bana depresyonda olduğunu söylüyorsun seni iyileştiriyorum,” diyor. Kederle ilgili neredeyse hiç deneyimi olmayan ama kederlilere karşı gerçek bir merhamet besleyen (en azından güzel popolu bir kıza göre fazlasıyla merhametli olan) kız “Depresyonda mısınız?” diye soruyor usulca. “Asla. Kendini. Üzme. Sen çok güçlüsün.”
Bu son TikTok videosunu izlemek, hatta yalnızca başlığını okumak bile, en gizli arzularımın ders notlarını okumaya benziyor. Bu fantezinin farklı versiyonlarını kaç kez oynadım? Kederimin beni arzu edilebilir kılabileceğini kaç kez düşündüm? Yalnızca kederimle birinin sevgisini, en azından dikkatini isteyebileceğimi? Sosyal medyanın bir cazibesi de arzularımızın biz daha onları biçimlendirmeden biçimlendirildiğini, arzulamayı bizim yerimize bir başkasının yapabileceğini, diğer pek çok şeyi başkasına yaptırdığımız gibi bu işi de başkasına yaptırabileceğimizi göstermesidir.
VIII: KAÇIŞ
Akşam yemeğinde arkadaşım Adrian bana ıslahevindeyken sürekli gördüğü bir rüyadan bahsetti. Genç bir delikanlıyken istemeden götürüldüğü bir yatılı okuldaydı, gecenin köründe yabancıların yatak odasına girip onu dışarıda bekleyen arabaya götürdüğü kâbus gibi bir senaryoydu. Yaşadığı, vücudu üzerinde hiçbir kontrolü yokmuş gibi hissettiren bir alıkonmaydı. Bu yüzden gündüz düşünün bedensel kaçışla ilgili olması beni şaşırtmadı.
Zorunlu grup terapisi seansları sırasında kendisine ayrılan koltuğun tam karşısındaki devasa pencereye bakar, pencereden dışarıya fırladığını hayal ederdi. Bu, süregelen sıkıntısına karşı rahatlama sunan ani bir kopuş fantezisiydi. Bunu soyut olarak değil, fazlasıyla ayrıntılı, neredeyse pragmatik biçimde hayal ederdi: Hangi açıdan koşması, kırık camdan zarar görmemesi için vücudunu nasıl konumlandırması gerektiğini düşünürdü. Camın hareket eden vücuduyla kırılmasını hayal ediyordu. Cama uygulayacağı şiddeti, camın kırılışını, kırık camın keskinliğini, kırılan parçaların çatırdayışını bile düşünüyordu.
Bir hayalin amacının kısmen pragmatik olanı aşma becerisi olduğu düşünüldüğünde, hayalin pragmatik yanlarına takılmak mantığa aykırı görünebilir. Arkadaşım hayalinde kendini kırık camlardan koruyabilirdi. Portland’lı avukatın bekâr olduğunu düşünebilirdim. Ama bu hile yapmaya benziyor. Sürtünmesiz hayaller buharlaşır gider. Gerçekliğin avcunuza batan kıymıklar gibi hayalin içinden geçmesine izin verdiğinizde, hayaliniz daha da güçlenir.
“Yerçekimi yasalarını hayallerimizde bile işletiyor olmamız biraz tuhaf,” dedim arkadaşıma. “Bu hayalleri Ay’da yaşamak istemiyoruz.”
“Ay’daki hayatın da gerçek olmasını istiyor olabiliriz,” dedi. “Yine de gündüz düşlerimizin burada, Dünya’da gerçekleşmesini istiyoruz.”
IX: ZORLANMA
Bir akşam karanlığında, hastanın biri psikoterapistiyle (Donald Winnicott’tan başkası değildi) oturmuş, hayal kurma takıntısı hakkında konuşurken bile hayal kurduğunu itiraf etti. Terapistin ofisinin penceresinden görebildiği gökyüzünü işaret ederek, “Şu pembe bulutların üzerindeyim, orada yürüyebiliyorum” dedi. Ardından bu fantezisinin üretken mi yoksa zehirli mi olduğunu sordu: “O pembe bulutun üzerinde yürürken, hayal gücüm hayatı zenginleştiriyor mu? Yoksa hiçbir şey yapmadığım zaman gerçekleşen, bana varolmadığımı hissettiren fantezi dediğiniz şey mi?” Winnicott, birlikte geçirdikleri seanslar boyunca (tatili dört gözle beklemek gibi) gerçek hayatla bağlantılı bir tür spekülasyon olan hayal gücü ile (kompulsif bir şekilde sigara içmek ya da saatlerce solitaire oynamak gibi) bazı nominal fiziksel aktivitelerin kompulsif hayal kurmanın bir kılıfı haline geldiği daha dissosiyatif bir durum olan “fantezi kurma” arasında ayrımlar yapıyordu. “Hayal kurarken olan şey hemen olur, ama aslında hiç olmaz,” diye yazmıştı. Bu türden fantezileri çözümlemeye adanmış onyılların ardından, hastasının “gerçekten olan hiçbir şeyin onun için tam olarak önemli olmadığı bir hayat inşa etmeyi başardığını” söylemişti.
“Uyumsuz gündüz düşleri” ifadesi ilk kez 2002’de Haifa Üniversitesi’nde klinik psikoloji profesörü olan Dr. Eli Somer tarafından ortaya atıldı, “insan etkileşiminin yerini alan ve/veya akademik, kişilerarası veya mesleki işleyişe müdahale eden yoğun fantezi faaliyeti” olarak tanımlandı. Somer, 2017’de Uluslararası Uyumsuz Hayal Kurma Araştırmaları Konsorsiyumu’nu kurdu ve “Gerçek dünya hayallerinizden birini böldüğünde, ne kadar rahatsız hissediyorsunuz?” gibi soruları içeren MDS-16 adlı on altı puanlık bir ölçek geliştirdi.
Jayne Bigelsen ile Cynthia Schupak, 2011’de kendini “normatif olmayan fanteziler kuran kişiler” olarak tanımlayan 90 kişiyle yaptıkları bir ankette, diğer bağımlılıkları anımsatan sarhoşluk ve durgunluk örüntüleri buldular. Bir katılımcı “Hayallere dalmak çok heyecan verici,” demişti. “Öforiye benzer bir duygu… Zaman geçtikçe kendimi bir yere kilitlenmiş, oradan çıkamazmışım gibi hissetmeye başlıyorum. Hayal kurarken ya da hayalden çıkmaya çalışırken gerçekle yüzleşmek hep daha zor geliyor.” Bir diğeri, “Aslında sevdiklerinizi ihmal ederken hayali bir toplulukla boşa harcadığınızı düşündüğünüz zamanın miktarı muazzam bir suçluluk duygusu yaratıyor,” diye yazmıştı. Bir diğeri de “Sadece zihnimde başka biri olmadan, bu hikâyeyle oyalanmak zorunda kalmadan normal bir gün geçirmek istiyorum,” demişti.
X: ÖLÜM
Doğu Nehri kıyısında, kızımın anaokulunun köşesindeki pastanede anneme gündüz düşlerini sordum. Tam olarak ne beklediğimi bilmiyorum, annemi sık sık benliğimin idealize edilmiş aynası olarak kurgulamam dışında: Bana yakın ama benden üstün. İkimiz de duygusal açıdan anlayışlıyız, ama o daha özverili. İkimiz de çalışan annelerdik, ancak ben edebi denemeler üzerinde çalışıyordum, o da gelişmekte olan dünyada anne sağlığı üzerine çalışıyordu. Ben yirmili yaşlarımı tam zamanlı duygusal dalgalanma işine adarken, o altmışlı yaşlarını şehir merkezindeki sendika grevlerinde yaka paça tutuklanmaya adamıştı. Çocukluğum boyunca beni taze ekmekle besledi, ben de kızıma bolca Tayland yemeği yediriyorum.
Eskiden sık sık gördüğü türden “yapı taşı” hayalleri kurmanın artık daha zor olduğunu söyledi: Şu anda yaşanan bir şey tarafından yaratılacak geleceği hayal edemiyordu, örneğin çocuklarının nasıl yetişkinler olacağını düşünmüyor ya da öğrencilerinin gelecekteki kariyerleri hakkında spekülasyon yapmıyordu. Artık 77 yaşında olduğundan, hayatı geleceğe yönelik değildi. “Şimdi mi?” diye sordu. Küçük kardeşi ve 73 yıldır en iyi arkadaşı olan teyzemle aynı evi paylaşmayı hayal ediyormuş, asla gerçekleşmese bile bu hayalin ona bir köprü kurduğunu düşünüyor: Hayatı sona erereken bir başına hastane odasında olmadığını hayal etmenin bir yoluydu bu.
Belki de gençlik hayallerin doğal yaşam alanıdır: Önünüzde ne kadar çok olası gelecek varsa, hayallerin kök salabileceği o kadar çok toprak vardır. Yaşlandıkça, hayallerimiz nostalji veya karşı-gerçekler şeklini alır.
“Bugünlerde,” diye devam etti annem. “Bazı hayallerim ölümle ilgili.” Ölmek istediğini söylemiyordu, sadece bazen ölümün nasıl bir şey olabileceğini hayal ettiğini söylüyordu. Bu tür hayaller ona çocukluğunu hatırlatıyordu, dünyanın nasıl varolduğunu anlamaya fazlasıyla kararlıydı, babasının cevaplarından da tatmin olmamıştı.
Genelde anlatının çözülmesini arzulasak da hikâyenin ta kendisi olduğumuzda, bu türden bir kapanış psişik veya gerçek ölüm anlamına gelir. Gündüz düşleri, serimi uzatarak bu kapanışla savaşır. Düğümü çözümsüz tutar. Hayal kurmadığım bir hayat hayal etmek, nefret ettiğim bir parçamın ölümünü hayal etmek anlamına geliyor. Ama beni hayatta tutan parçam da budur. Merakımın nabzını diri tutarım, alternatiflerin sinir uçlarına bakarım. Gündüz düşleri hep hikâyenin sonunu engelliyorsa (hayatın bitmeyebileceği konusunda ısrarcıysa) insan kendi hikâyesinin sonunu nasıl hayal edebilir?
Annem, ölümün kopuşla tanımlanan bir deneyim olduğunu bilse de, ölümle ilgili hayallerinde şimdiye kadar bildiği hayatla sürekliliği olabilecek şeyleri hayal ettiğini söyledi. Gündüz düşlerinin çoğu kaçış ve alternatiflerle ilgilidir (farklılığı hayal etmekle, hayatınıza bir dışarısı tasavvur etmekle ilgilidir) ama annemin tarif ettiği türden gündüz düşleri tam tersiyle ilgilidir. Her şeyin nasıl aynı kalabileceğini hayal etmektir. Dünyadan ayrılsak bile bazı parçalarımızın bizi nasıl takip edebileceğini ya da başka bir versiyonumuzun zaten dışarıda bir yerde beklediğini hayal etmektir.
*Bu yazı Melike Özbay tarafından Leslie Jamison’ın Astra Magazine’de yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.