Gösterişçi üretim çağının dizisi: “Call My Agent!”

“Call My Agent” (2015-2020, Netflix).

9 Mart 2020’den bu yana evden çalışıyorum. Bir yandan pandemi koşullarında işe gitmek, çok daha düşük ücretler karşılığında çok daha uzun süreler çalışmak zorunda kalanlar varken yakınmak doğru gelmiyor. Bununla birlikte 7/24 erişilebilirliğin patronlar için ne büyük bir nimet olduğunu, esnek çalışma düzenlemeleri aracılığıyla evden çalışmanın altına da ne tip sömürü mekanizmalarının gizlenebildiğini biliyoruz. Netflix’in kataloğunda yer alan dizilerden Call My Agent!’ın (ve Türkiye’de televizyona uyarlandığı hâliyle Menajerimi Ara’nın) da bu izlekten okunabileceğini düşünüyorum.

Call My Agent!, Paris’teki bir yetenek ajansının çalışanlarına odaklanıyor. Karakterler “sanatı ve işi başarıyla harmanlıyorsa da özel hayatları, kimi zaman profesyonel hayatlarıyla çatışabiliyor.” Bir başka deyişle özel hayatları filan yok. İş hayatı, hayatın her ânına müdahale ediyor, hatta hayatın ta kendisi olmuş, Miya Tokumitsu’nun “sevdiğin işi yap kültürü”, Ben Tarnoff’un “gösterişçi üretim” olarak kavramlaştırdığı çalışma övgüsüne dayalı ideolojinin en rafine örneklerinden biriyle karşı karşıyayız. Tatil günlerindeki ya da mesai saatleri dışındaki çalışmaların iş sözleşmelerine eklenen “makul talepler olduğu sürece çalışmayı kabul eder” gibi muğlak ifadelerle çalışanlara dayatıldığı ve norm hâline getirildiği günümüzde kendilerine, sevdiklerine, hayatlarını yaşamaya vakit ayıramayan karakterler bize hiç yabancı değil. Nitekim özel hayatları tamamıyla işleri tarafından şekillenen bu insanların iş hayatındaki varoluşları da başkaları üzerinden tanımlanıyor: Dizinin orijinal adı (Dix pour cent) yaptıkları iş karşılığı aldıkları %10’luk komisyonu ifade ederken İngilizce ve Türkçede başlığa taşınan replik dahi onlar tarafından değil, onlar hakkında kurulmuş bir cümleye denk düşüyor.

“Menajerimi Ara” (Star TV, 2020).

Bütün bunlara değindikten sonra dizinin fazlasıyla eğlenceli olduğunu vurgulamamın bir çelişki yaratmayacağını umuyorum. Konuk oyuncu olarak “larger than life” (büyütülmüş, abartılı) hâllerini oynamaktan gocunmayan ünlülerin varlığıyla somutlaşan kendini ciddiye almama hâli, başlı başına övgüyü hak ediyor. Ayrıca (artık vurgulamanın dahi abes olduğu uzun sürelerin senaryoda yarattığı aksaklıklar ve porselen bir vazodan daha kırılgan “Türk aile yapısına” uyma mecburiyetinin dayattığı “heterolaştırmaları” ve muhtelif “ehlileştirme” örneklerini bir kenara bırakırsak) Türkçe uyarlamanın da aynı dinamikleri büyük ölçüde taşıyabildiğini görüyoruz. Bunda bence kariyerinin en iyi performansını sergileyen Canan Ergüder’in ve orijinal dizide bir noktadan sonra işlevsiz kaldığını düşündüğüm başkarakterin muadili Dicle’yi canlandıran Ahsen Eroğlu’nun olağanüstü doğallığının payı da yadsınamaz.

Peki, bu evrende “tembelliğin” yeri var mı? Burada sevgilisinden ayrıldıktan sonra karşımıza derbeder halde, sürekli abur cubur yerken çıkan, işlerini de ihmal etmeye başlayan Gabriel’in yaşadığı dönemsel depresyonu ve bu durumdan kurtulması için onu işe döndürmeye çalışan diğer karakterleri hatırlayabiliriz. Özetle bu evrende çalışmamak, yalnızca fiziksel ve ruhsal bir çöküşün eşiğinde olmakla anlamlandırılabiliyor, çare ise daha çok çalışmakta aranıyor. Bir yandan menajerler elbette sinema sektörünün en zorlu çalışma şartlarına sahip değiller. Call My Agent! da temelde sektöre içeriden bir bakış atarak güldürmekten fazlasını hedeflemiyor. Ancak onlarla birlikte gülerken biraz tembelliğin onlara iyi gelebileceğini de düşünmeden edemiyorum.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
BREAKFAST AT TIFFANY'S (Blake Edwards, 1961).
daha fazla

Moda demokratik olabilir mi?

Lee Alexander McQueen’in intihar ettiği haberini okuduğumda günlerce yas tuttum. Modanın ne anlama geldiğini kavramamı, o dünyayı keşfetmemi…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et