Görmediğim atık benim değildir

Dünya genelinde her yıl 350 milyon tondan fazla plastik atık üretiliyor. Fotoğraf: Richard Chung, Reuters.
Dünya genelinde her yıl 350 milyon tondan fazla plastik atık üretiliyor. Fotoğraf: Richard Chung, Reuters.

“Bazı mutsuz ve monoton ruhlar tarafından skiouros teriminin anlamının sadece ‘gölge-kuyruk’ olduğu, ya kuyruğun sahibiyle hemen hemen aynı boyutlarda olduğu ve onu gölgesi gibi takip ettiği ya da kendisinin kabarıklığından, gerçek dışı yumuşaklığından kaynaklandığı, iddia edilir. Ancak sincabın dinlenirken ve korkusuzken kuyruğunu her zaman bir şemsiye gibi sırtının üzerinde tuttuğu gerçeği bir yana, o bu dünyadaki güzel kibirlerden birine hayat verir.” B. W. Mitchell, In the Shadow of His Tail, 1913

Atık, doğası gereği, ille de atık olması gereken bir nesne değil. Aslına bakılırsa, hiçbir şey değil. Atık algısı bu nedenle göreceli. Atık, bir amaca hizmet etmeyen veya artık istenmeyen nesne olarak tanımlanıyor. Gözden çıkarılmış atık, işlenebildiği takdirde ömrünü uzatabiliyor. Atığın döngüselliği onu dinamik kılıyor. Atık endüstriyel toplumların gelişmesinde oldukça büyük bir rol oynuyor. Kurduğu uzun zincirle modern dünyanın en belirgin karakteristiğini yansıtıyor. Tarihin akışındaki tüketici değişimi, modern yaşamda atığın önemini belirginleştiriyor. 18. yüzyıldan itibaren endüstrileşmiş toplumlarda artan tüketimi temsil ediyor. Bu nedenle, atık modern toplumların tarihinde gölge-kuyruk olarak adlandırılıyor.

Atık, devasa miktarlarda üretildiğinde nasıl yönetileceği sorusunu doğuruyor. Atık yönetimi karmaşık bir görev olmakla birlikte dünyanın üzerindeki toksinleri temizlemek bir mecburiyet. Atık yönetim tesisleri, endüstriyel toplumların karaciğeri ve modern endüstriyel sistemlerin “sürdürülebilirlik” için sunduğu bileşenlerden biri. Her şeye rağmen etkili bir atık yönetimi için olmazsa olmaz gerekliliklerse fazlasıyla maliyetli. “Ülke ne kadar zenginse bu tesislere yatırım yapacak donanıma o kadar sahiptir,” düşüncesi son derece basit, kitlesel tüketimi kışkırtan uyarıcıların başında geliyor. Oysa atığın hatrı sayılır miktarı limanlara gönderiliyor. Bunun ardındaki mantık ve motivasyon, atığın gemilere yüklenmesinde öncü rol oynayan baskın güçlerin siyasi ve ekonomik temellerinde yatıyor.

Khian Sea ve Koko

Modern dünyanın endüstriyel toplumlarındaki kitlesel tüketimin bir kısmı “gözden ırak, gönülden ırak” mantığını baskın kıldı. Atığın günlük hayatlarımızı doğrudan etkilemesine gerek yoktu. İstenmeyen bir şey için en kolay çözüm. Toksik ve riskli atık yönetiminde karşılaşılan zorluklar, endüstriyel ülkelerdeki aktörlere atığı gemiyle başka ülkelere gönderme çözümünü adeta altın tepside sundu. Atığın gemiyle sınırdışına yollanmasıyla sorun oldukça etkili ve ucuza halloldu. Döngüsü uzayan atık, küresel ekonomi ve siyaset sahnesinde kendine geniş bir yer buldu.

Toksik ve riskli atığın sınırötesi hareketleri, milyar dolarlık bir iş modeli ortaya çıkardı. Güney’de yoğunlaşan küresel ekonomik pazarda güçsüz konumdaki yoksul ülkeler, atığı gözden uzak tutma çözümünde ilk aracı haline geldiler. 1980’lerdeki iki olay, uluslararası manşetlere taşınmasıyla kamuoyunun gündemine oturdu: Khian Sea kargo gemisi pazarlığı ve Koko olayı.

1986’da Pensilvanya’nın evsel atıklarının yakılması sonucu ortaya çıkan 14 bin ton kül, lokal atık artışıyla mücadele etmek zorunda kaldığı için 1984’te tüm atık ithalatını sınırlayan New Jersey’ye dökülmek yerine, Khian Sea kargo gemisine yüklendi ve Bahamalar’a doğru yola çıktı. Yükünün boşaltılması yetkililerce reddedilen gemi bir seneyi aşkın süre kendine yeni bir durak aradı. Atığın 4 bin tonu, gübre olduğu iddia edilerek, Haiti’de bir kumsala döküldü. Greenpeace yetkilileri tarafından bilgilendirilen Haiti hükümeti, atığın geri yüklenmesini istese de Khian Sea çoktan demir almıştı. Geriye kalan 10 bin ton, Filipinler dahil birçok ülkenin atığı reddetmesi nedeniyle 1988’de denize bırakıldı.

Koko olayı ise 1987-1988 arasında İtalya’dan Nijerya’nın Koko kentine doğru yola çıkan 3.884 ton toksik atığın inşaat malzemesi olarak etiketlenmesi ve yerel halkın atık Koko’ya ulaştıktan sonra hastalanmasının ardından gündeme taşındı. Araştırmaların sonunda kargonun x-ray atığı, Norveçli Dana Cyanamid tarafından üretilen metil melamin, birçok İtalyan üreticiden gelen dimetil ve etil asetat formaldehit gibi toksik atık içerdiği ortaya çıktı. Hikaye, toksik atıkların Avrupa’da yeni destinasyon bulma girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından geminin 1988’de İtalya’ya dönmesiyle son buldu.

Atık ticareti işi ekonomik, politik ve sosyal bakış açılarını birbirine karıştıran karmaşık bir sürece işaret ediyordu ve dünya ölçeğinde sosyoekonomik eşitsizlik uçurumunu derinleştirdi. 1960’ların ortasında yeşermeye başlayan çevresel farkındalıkla, odak eninde sonunda “çevresel adalete” kaydı. Yoksul ülkelerin çevresel olarak araçsallaştırılması endişesi 1980’lerin sonuna kadar devam etti. Bu devamlılık ırkçılık, sosyal adalet, insan hakları ve çevrecilik alaşımının bir araya gelmesine, bugün bildiğimiz adıyla çevresel adalet hareketine öncülük etti. Toksik sömürgecilik söz konusu olduğunda, çevresel adalet hareketi kültürel çeşitlilik temeline dayanan çevresel adaletsizliğin yanı sıra zengin ve yoksul ülkeler arasındaki sosyal ve politik eşitsizliği de gün yüzüne çıkarmayı amaçlıyordu.

Toksik atık ticareti

1970’ler boyunca büyüyen çevresel farkındalıkla uyumlu olarak, küresel toplumun çevre koruma eylemlerinde belirgin bir artış gözlendi. Acil küresel eylem baskısıyla su ve hava kirliliği gibi çok sayıda olay basında yer buldu. Daha önce düzgün şekilde denetlenmeyen toksik atıkların ticareti konusu, sadece çevreyi değil insan sağlığını da korumak adına önemli bir meseleye dönüştü. Çevresel adaletsizliğin temel sosyal haklardan mahrumiyeti artırdığı ve ülkeler arasındaki uçurumu derinleştirdiği gerçeği iyice netleşti.

Toksik ve riskli atıkların gelişmekte olan ve endüstrileşmiş ülkeler arasındaki ticareti, elbette adil koşullar altında gerçekleştirilmiyordu. Dünyanın bölüştüğü finansal pozisyonlar, zamanın başlangıcından beri zaten asimetrikti.

Temelleri 1970’lerde Bretton Wood sisteminin çökmesiyle atılan 1980’ler resesyonu, ekonomik resmin ana karakterini oluşturuyordu. Resesyon, daha az endüstrileşmiş bölgelerde devasa bir borç krizi olarak karşılık buldu. Bu krizden çıkış yolunun taşlarını da ABD Hazine Bakanlığı, IMF ve Dünya Bankası neoliberal yaptırımlarla döşedi. Sadece borç krizine değil bölgesel ekonomik farklılıklara da çare olacak Washington Konsensusu, 1990’lara gelindiğinde eşitsizliği, çevresel hasarı ve sosyoekonomik yankıları artıran bir paradoksa dönüşmüştü.

Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından 1989’da başlatılan Basel Sözleşmesi, riskli atıkların sınırötesi hareketlerini kontrol etme ve bu hareketleri düzenleme tartışmasını 116 üye ülkenin dikkatine sundu. Konferans, uluslara atıklarını yönetmeleri için harekete geçme çağrısının yapıldığı ilk resmi girişimdi. Gelişmekte olan ülkelerin bu gibi atıklardan korunmasını, gelişmiş ülkelerin bu ticaretten sorumlu tutulmasını amaçlıyordu. Sözleşme, toksik atık ticaretinin sınırlandırılması açısından bir köşe taşı niteliğindeydi. Atık sömürgeciliği, bir kavram olarak ilk kez dillendirildi ve kayda geçti.

Sömürgeciliğe sömürgecilik demek

Çoğunlukla hükümetler ve sivil toplum kuruluşları aktörleri tarafından kullanılan “atık sömürgeciliği” kavramı, aralarında elektronik atık, kalıcı organik kirletici, endüstriyel atık, yetkisi alınmış gemiler, kentsel katı atık, radyoaktif atık ve diğer atıklar olmak üzere çeşitli zehirli ve riskli atığın sınır ötesinde imha edilmesi anlamında kullanılıyor. Bu kullanım, kardeş kavramlar da doğuruyor. Çöp emperyalizmi, toksik kolonyalizm, nükleer kolonyalizm ve toksik terörizm, her zaman ayrıcalıklı ve varlıklı bölgelerdeki atığın daha düşük ekonomik statüye sahip bölgelere yaptığı sınırötesi hareketlerle ilgili.

Ancak atık sömürgeciliği atığın kolonyal merkezlerden çevreye ihracatının ötesine geçerek merkezleri olabildiğince güçlendirmeyi amaçlıyor. Sömürgeciliğin –yerleşimci, çıkarıcı, içten ve dıştan olmak üzere– pek çok formu olsa da hepsi tek bir ortak paydada buluşuyor: Sömürgecilik, yerleşimcinin kendi amaçları doğrultusunda o karaya erişimini garanti eden hakimiyet sistemi. Bu her zaman yerleşmek için bir arazi veya çıkarmak için su haklarına sahip olmak anlamına gelmiyor. Karayla ilişkili kültürel tasarımlar ve semboller moda için erişime açılabiliyor. Boru hatları, hava hareketleri ve gemi rotaları ile kara, kirletilecek bir çukura dönüşmeye başlıyor. Sömürgecilikte esas motivasyon din, etnisite, uygarlık yarışı değil, sınıra erişimdir. Bölgesellik, yerleşimci sömürgeciliğin en belirgin ve küçümsenemeyecek bileşenidir. Nerede olduğu fark etmeksizin, bir karayı çukur olarak kullanmanın kökleri sömürgecilikte aranmalıdır. Kirliliğe sınır koymak sömürgeciliktir, çünkü belli miktarda kirliliğin o karaya bırakılmasına izin verilmiş demektir. Atığın ve toksik maddelerin o karada yaşayan yerli halka verdiği zarar sömürgeciliktir. Plastikten ve kağıttan gözden çıkarılabilir şeyler yaratmak için o karanın petrol ve doğalgazını kullanmak sömürgeciliktir. Geridönüşüm, yakma gibi yöntemlerle atığın icabına bakmak adına o karayı kullanmak sömürgeciliktir.

Kolonyal bir yanılsama: geridönüşüm

O dönem için görece yeni bir konsept olan geridönüşüm endüstrisi, Basel Sözleşmesi’nde bir açık buldu. Geridönüşüm atıkları anlaşmaya dahildi, ancak geridönüştürülecek şeylerde “geridönüştürülecek atık” etiketinden sakınılabilirdi. Örneğin kullanılmış pillerin, eğer halen kullanılabilirlerse veya parçaları kullanılabilir durumdaysa, atık olarak etiketlenmesine gerek olmayabilirdi. Varış noktasına ulaştığında, seçili parçaların geridönüştürmek için ayrıştırılması sırasında ortaya çıkacak toksik atığın geridönüştürülemeyecek veya verimli şekilde yönetilemeyecek olması gibi boşluklar, Basel Sözleşmesi’ni toksik atıkların sınırötesi hareketini sınırlamaktan uzak tuttu. Hatta ticaret süreci daha da ilerledi.

Çöpünün geridönüştürülebilir olduğunu bilmek insanı ürettiği atık hacmi konusunda vicdanen rahatlattı ve onun atığı anlama konusunda mucizevi bir düşünce biçimi geliştirmesini sağladı. Küresel Kuzey’deki insanlar, bir şeyleri uzağa atabilmeyi doğal karşılamaya başladı. Uzak, ikinci bir düşünceye yer bırakmaksızın, ahlaki hayal gücünün sınırlarının çok ötesinde, adeta efsanevi bir yerdi. Oysa “uzak” diye bir yer yoktu. Sadece ötekilerden daha az önem atfedilmiş yerler ve insanlar vardı.

1950’lerde kitlesel pazarı istila eden plastiklerin cazibesi dayanıklılığıydı. Dirençliydiler ve oldukça uzayabilen zaman döngüleri boyunca biçim değiştirmeyeceklerdi. Doğada çözünmeleri 500 seneyi bulabiliyordu. Burada geridönüşüm devreye girdi. Oysa pek çok geridönüştürülebilir şey, yanlış kutuya veya yemek atıklarıyla birlikte atıldığında bozulmaya uğruyor. Bozulma, devasa balyalar halinde toplanmış maddenin geridönüştürülmesini engelliyor. Her madde her tesiste işlenemiyor. Dahası, toplanan plastik pipet ve çatal-bıçak, yoğurt ve al-götür kapları gibi nesneler düşük kalitede oldukları için çoğunlukla geridönüştürülemiyor. Onlar ya yakılıyorlar ya boş arazilere dökülüyor ya da okyanusa bırakılıyorlar. Yakma işlemi kimi zaman enerji üretmek için kullanılsa da atık tesisleri toksik emisyonlarla ilişkilendiriliyor. Araziler karbondioksit, metan, uçucu organik bileşik ve diğer riskli kirleticilerin havaya salınmasını sağlıyor. Okyanuslarda plastik adaları oluşuyor. İnsanların aşırı hızlı tüketiminin sonucu olarak yönetilmesi imkânsız boyuta ulaşan plastik atığın ne yapılacağı konusunda gözler elbette uzaklara çevriliyor.

1980’lerden itibaren Çin dünyanın gözden çıkardığı şeylerin neredeyse yarısının geridönüşümünü üstlenmişti, zira üretim sektörü bir patlama yaşıyordu ve onu beslemek için bu şeylere ihtiyacı vardı. 2016’da sadece ABD’den Çin’e 16 milyon ton plastik, kağıt ve metal taşındı. İşin aslı, bu karışık geridönüştürülebilir maddelerin yüzde 30’u aslında geridönüştürülemediği için o karanın da uzaklarına bırakıldı. Öyle ki her sene yaklaşık 1,5 milyon ton plastiğin ömrü Çin’in okyanusa bakan kıyılarında son buluyordu. Dünyanın en iyi geridönüştürücüleri ile en büyük plastik atık ihracatçıları arasındaki bağ bu sayede gün yüzüne çıktı. Geridönüşümün marka yüzü İngiltere, plastik atığının yüzde 61’ini uzağa gönderiyordu. Dünyanın en geridönüşümcü ulusu tacını takan Almanya, Avusturya, Güney Kore ve Galler’in karışık plastik ihracatının senelik boyutu bir milyon tonu buluyordu. 254 milyon euro’luk değerle diğer tüm AB ülkelerini geride bıraktılar. Tahmin edilen, toplanan tüm atığın sadece üçte birinin ülke içinde geridönüştürüldüğü veya yakıldığıydı.

Onlarca sene işletilen bu ticaret, 2018’in ilk gününe uyanıldığında son buldu. Dünyanın en büyük geridönüşüm pazarı olan Çin, artık kapılarını kapatmıştı. Ulusal Kılıç Operasyonu politikasıyla 24 tip atığın ülkeye girişi yasaklandı. Yine de bütün bu atığın bir yere gitmesi gerekiyordu. Atık yönetiminin oldukça kârlı bir endüstri olması, onu diğer ülkeler için cazip kılmaya devam etti. Kuzey’in radarında artık Türkiye ve Vietnam vardı. ABD ise kendine Vietnam, Malezya ve Tayland’ı seçti. Sadece 2018’de 68 bin konteyner plastik atık gönderildi. Bu ülkelerin de plastik atık ithal etmeyi yasaklamasının ardından yeni rota arandı: Kamboçya, Bangladeş, Gana, Laos, Etiyopya, Kenya ve Senegal. Ucuz işgücü ve gevşek çevre politikaları ile yılda 1 milyon ton plastik atık. Diğer yanda kirletilmiş sular, ölü ekinler, solunum yolu hastalıkları ve organize suçlar.

Alüminyumu geridönüştürmek kârlı ve çevreyle barışık bir işlem. Bir tenekeyi geridönüştürülmüş alüminyumdan üretmek onun karbon ayak izini yüzde 95 azaltıyor. Söz konusu plastik olduğunda durum bu kadar basit değil. Pek çoğu sürecin pahalı ve karmaşık olması ve son ürünün daha düşük kalitede çıkması nedeniyle geridönüştürülemiyor. Karbon azaltma faydası da henüz net değil. Onları bir yerden bir yere transfer etmeniz, yıkamanız, ince ince kıymanız ve eritmeniz gerekiyor. Bu da çevresel etkiyi en aza indirme motivasyonuyla yapılan geridönüşümün kendisine çevresel bir etki yüklüyor. Bu nedenledir ki okyanustan toplanmış plastik şişelerin geridönüştürülmesiyle üretilmiş spor ayakkabı projesi açık bir yalan. Projenin hayata geçirilmesi için sıfırdan üretilen plastik şişeler geridönüştürüldü.

Broni we wu yani ölü beyaz adamın kıyafetleri

Endüstri dışı geridönüşümle elde edilen ürünlerin bir daha geridönüştürülemeyeceği gerçeği bir yana, söz konusu atık sömürgeciliği olduğunda kendini en iyi aklayan endüstrilerden biri de moda. Sadece ABD her sene yaklaşık 12 milyon ton tekstil atığı üretiyor. Hızlı moda markalarının 48 saatte ürettiği kıyafeti bugünün teknolojisiyle geridönüştürmek için 24 sene geçmesi gerekiyor. Günümüz endüstrisinde kıyafetlerin yüzde 69’u polyester ve naylon gibi petrol bazlı hammaddelerden üretiliyor ve çoğu geridönüştürülmez, doğada çözünmeleri ise 200 seneyi buluyor. Tekstilden tekstile geridönüşümün oranı yüzde %1 bile değilken H&M’in 10 senedir yürüttüğü “Döngüyü Kapatalım” kampanyasıyla geridönüştürülmek üzere kupon karşılığı topladığı kıyafetlerin akıbetinin ne olduğu sorusunun cevabı elbette üçüncü dünya ülkelerinde aranmalı.

Sömürgecilik onyıllar içinde moda endüstrisini şekillendirmede de kilit rol oynadı. İkinci el kıyafet ihracatı düşük gelirli ülkelerin ekonomisini canlandırmaya yardımcı olacak bir yöntem olarak konumlandırılırken aynı zamanda aşırı üretim ve aşırı tüketim başlıkları üzerindeki yükün boşaltılması için elverişli bir yoldu. Gana’da Batılı kıyafetlere olan talep ilk kez Birleşik Krallık’ın sömürgeci yönetimi altında ortaya atıldı. Afrika ulusu 1950’lerin sonunda bağımsızlığını kazandığında ABD’li iş insanları ikinci el kıyafetleri ihraç ederek kazanç elde etme fırsatını gördü.

Gana’nın Akra kenti, Batı Afrika’nın en büyük ikinci el pazarı Kantamanto’ya ev sahipliği yapıyor. Burası 3 binden fazla tüccarın tasarımcılarla bir araya geldiği buluşma noktası. Kantamanto’ya her hafta konteynerler içinde yaklaşık 15 milyon kıyafet geliyor. Tüccarlar, girişimciler ve tasarımcılar pazardan yüksek fiyata satabilecekleri veya ileri dönüşümle yeni parçalar elde edebilecekleri kıyafetler için bu adreste toplanıyor. İçeriklerini bilmeden para yatırdıkları balyalar, zaman içinde kaliteleri gittikçe düştüğü için yeniden kullanılamayacak durumda olan kıyafetlerle dolu. Yatırım yapmak ailelerini güvence altına almaları, aracıların ödemelerini yapmaları ve borçlarını kapatmaları için çoğu zaman riskli. Yine de ayda 20-30 milyon arasında kıyafetin ömrü yıkama, onarma, boyama, ütüleme, dikme ve ileri dönüştürme gibi adımlarla uzatılıyor, Gana pazarına kazandırılıyor.

Kantamanto’ya gemiyle gönderilen kıyafet balyalarının yüzde 40’ı doğrudan arazilere gönderilerek şehrin uzaklarında kıyafet dağları oluşturuyor. Karşı konulmaz yoğunluktaki atığı ve düzensiz boşaltımı denetim altında tutmak için araziler ateşe veriliyor. Zaman zaman 11 ayı bulan yangınlar havaya koyu renk duman ve toksik gazlar bırakıyor, ekinleri ve Old Fatima gibi çevre mahalleleri zehirliyor.

Sonu yakılmak olmayan kıyafetler kendilerini şehrin kanalizasyon sisteminde buluyor. Muson yağmurları zamanında kıyafetler barikatları taşkınlara, yoğun sivrisinek istilasına, dolayısıyla hastalıkların yayılmasına neden oluyor. 2014’te kötü atık yönetimi ve temiz suya erişim sıkıntısı nedeniyle patlayan ve 243 insanın hayatını kaybetmesine neden olan kolera salgınının nedeni, atık sömürgeciliğinde aranmalıdır.

Şehrin ötesinde, okyanusta ise farklı bir felaket yaşanıyor: Deniz biyoçeşitliliği yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Parçalanan kıyafetlerin ve elyafların birbirlerine eklenmesiyle oluşan kıyafet dokunaçlarının uzunluğu 10 metreye ulaşıyor. Okyanus mikroplastikle dolu ve sualtı yaşamı sona ermek üzere. Hiçbir şey şans eseri gerçekleşmiyor. Satın aldığınız ama yine de çok hoşunuza gitmeyen o gömlek. Delindiği için gözden çıkardığınız o tişört. Size artık kötü anlar hatırlatan o pantolon. Hepsi birbirine dolanmış. Döngü kapanmış.

Atığımızı isteyen onlar değil, onları oraya göndermek isteyen biziz

Gölge-kuyruk sincabın laneti midir, bilinmez, ancak atığın insanın kibri olduğu bir gerçek. Atık ticareti, Kuzey ve Güney arasındaki bir eşitsiz ve adaletsiz dinamikler yanılsaması. Atık sömürgeciliği mevcut dünya düzenini pekiştiriyor, uluslar arasındaki ekolojik, sosyal, ekonomik ve politik eşitsizlikleri belirginleştiriyor. Atığın gelişmiş ülkelerden gelişmekte olanlara gönderilmesi (atık yönetimi kapasitesinin ve altyapının verimsiz olması nedeniyle) giderek artan atığın yönetilememesi gibi mücadele alanları açıyor. Tüm bu koşullar altında insan ve çevre sağlığının şiddete maruz kalması kaçınılmaz hale geliyor. Dolayısıyla çevrecilik ve çevresel düzenlemeler, sömürgeciliğin yeni boyutuna karşı geliştirilmiş yeni bir direniş formuna bürünüyor. Çevresel adalet, ulusları bu şiddetten koruma amacı taşıyan anti-sömürgeci direnişi sembolize ediyor.


Kaynaklar

  • Francis O. Adeola, Hazardous Wastes, Industrial Disaster and Environmental Health Risks: Local and Global Environmental Struggles. New York: Palgrave Macmillan, 2011.
  • François Jarrige, Thomas Le Roux. The Contamination of the Earth: A History of Pollutions in the Industrial Age. Cambridge: The MIT Press, 2020.
  • Oliver Franklin-Wallis, “Plastic recycling is a myth: what really happens to your rubbish?”, The Guardian, 2019.
  • Steffan Lindberg & Magnus Wennman, “Here is fast fashion’s ‘ground zero’”, Aftonbladet, 2023.
  • Susan Strasser, Waste and Want: A Social History of Trash. New York: Metropolitan Books, 2019.
  • Valentina O. Okaru, “The Basel Convention; Controlling the Movement of Hazardous Wastes to Developing Countries”, Fordham Environmental Law Review, 4, no. 2, 2011.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Yazıya her zaman güvenin

İleride birileri bana falanca video, üç boyutlu baskı, oyunlar veya dinamik multimedya sistemleri hakkında fikrimi sorarsa, ne düşündüğüme…
daha fazla

12 Eylül 1980’de ne oldu?

Tam 43 yıl önce, bütün fiziki ve manevi evreniyle günümüzde yaşamayı sürdüren 12 Eylül darbesi gerçekleştirildi. Şili, Arjantin,…
Total
0
Share