2022 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Annie Ernaux’nun 2008’de yayımlanan Seneler romanı, biraz gecikmeyle, 2021’de Türkçeye çevrildi. Can Yayınları tarafından Siren İdemen çevirisiyle yayımlanan roman, arka kapağında şöyle tanıtılıyordu:
“Seneler çeşitli imgeler, fotoğraflar, dönemin gazete haberleri, popüler şarkıları, filmleri, reklamları, sloganları, siyasi gelişmelerinden hareketle 1940’lardan 2000’li yıllara uzanan deneysel bir metin, bir tür toplumsal kronik.
En mahrem anılarına, hayatındaki önemli dönemeçlere kendi kuşağının hikâyesini de dahil edip tarihin kaydını tutan ve bunu yaparken klasikleşmiş otobiyografi yazınının dışına çıkan Ernaux, anlatının merkezine kendini koymaktan bilhassa kaçınıp bireysel tarihiyle kolektif tarihi bir araya getiriyor. Sınıf çatışması, kadın çalışmaları gibi konulara da yer vererek toplumsal bir bellek yazını oluşturuyor.”
Arka kapak yazılarının sınırlarını unutmadan, Fransız edebiyat çevrelerinde uzunca süre kabul görmeyen Annie Ernaux’nun edebiyatının bu iki paragrafa sığamayacak kadar radikal bir kopuşu temsil ettiğini teslim etmek zorundayız. Annie Ernaux, şüphesiz, yazdıklarıyla edebiyatın yerleşik tanımına ilişkin çerçeveyi yerle bir ediyor. Ziyadesiyle kişisel deneyimleri benzersiz bir ketumluk aracılığıyla toplumsal tarihin içine yerleştirmekle kalmıyor, 21. yüzyılda üslupçuluğu yeniden icat ederek tarihin ortasında filizlenen, görkemli bir “gelecek arzusu” uyandırıyor.
Daha önce Eric Vuillard’ın Yoksulların Savaşı kitabını tartışan Emre Yeksan ile Enes Köse, bu kez Nobel ödüllü yazar Annie Ernaux’nun başyapıtı kabul edilen romanını birlikte düşünüyor. İkilinin, 2022 Nobel Edebiyat Ödülü’nün açıklanmasından önce başlayan ancak ödülün ardından Nobel’i de tartışmaya dahil ettiği diyaloğunu paylaşıyoruz.
Enes Köse: Annie Ernaux’nun Seneler romanının bende uyandırdığı coşkuya onun üzerine yazacak olmanın verdiği endişe eşlik ediyor. Nereden nasıl başlayacağımı uzun süredir kestiremiyorum. Bu yüzden önce kitabın inşası üzerine konuşmak bana daha çekici geliyor.
Kitabı okurken anlatılanların yazınsal alandan çok görsel fragmanlara daha uygun olabileceğini düşünüyordum. Belirli bir tarihte kişisel deneyim ile toplumsal tarih arasında salınan, fakat bu geçişleri ne yazarın ne de okurun kaybolduğu bir yerden yapan heyecan verici (her zamanki gibi sıfat bulmakta zorlanıyorum) bir yapıt var karşımızda. Bu geçişlerden daha sonra muhakkak bahsederiz. Ancak kitabın genel formuna dair söylemek isteyeceğin şeyler olduğundan eminim. Bu noktadan başlamaya ne dersin?
Emre Yeksan: Şöyle başlayabilirim sanırım: Annie bizi yanına oturtuyor, eline bir fotoğraf albümü alıyor ve sayfalarını karıştırmaya başlıyor. O anlattıkça fotoğraflar genişliyor, içinde olduğumuz odanın da dışına çıkıyor, başka fotoğraflarla birleşiyor. Olduğumuz noktadan uzaklara doğru bir dalga yayılıyor. Sonra o dalga gidip başka bir dalgaya vuruyor ve birden toplanarak Annie’ye geri dönüyor. Bir genişleyip bir daralarak yol alıyoruz.
Bir insanın hafızasının uzanabildiği en gerideki çizgiden başlıyoruz yürümeye. Koca bir tarih aslında. Bir yandan da küçücük, ancak bir insanın ufacık var oluşu kadar. Kitap boyunca zaman içimizden akıyor. 1940’lardan 2008’e kadar bahsettiğim dalgalar birbirine vuruyor, önce yükseliyoruz sonra gitgide eriyoruz. Seneler geçtikçe, aynı anda hem büyüyor hem küçülüyoruz.
Kitap bitiyor. Kapağını kapatıyoruz. Annie başımızı okşuyor. Dizine yatıyoruz. Oldukça uzun yaşadık. Güzel yaşadık. Kalabalıktık. Yalnızdık. Coşkuluyduk. Hüzünlüydük. Biz’dik. O Biz’in içindeki Ben’dik. Geldik. Gördük. Gidiyoruz.
Bilmiyorum. Forma dair bir şeyler söylemekten kastın tam olarak bu değildi sanırım, ama biraz hislerden mi başlamalı acaba dedim. Formu biraz da kitabın bana hissettirdikleri üzerinden tanımlayabilir miyim, diye düşündüm. O zaman ben de sana sorayım, sen okurken neler hissettin?
Enes Köse: Kitabın hissettirdiklerini tarif etmek zor geliyor bana. Çünkü oldukça kişisel bir yerden bir anda tarihin hareketine fırlatılmak riskli bir hamle aslında. Ancak Annie Ernaux bunu o kadar sahici bir yerden yapıyor ki, bahsettiğin dalga eğreti durmuyor. Üstelik neredeyse Fransa’daki gündelik hayatın sekanslarına sürekli tanık olduğumuz bir seyirde yapmasına rağmen çok ilginç bir yakınlık kuruyor okur. Nasıl oldu da yabancılık çekmedim, diye şaşırmıştım. Ama işte galiba iyi yazarlık tam olarak böyle bir şey.
Annie Ernaux’nun tanıklığına büyük bir güven duydum. Gerçekten seyretmeyi ve dinlemeyi bilen bir insanın sezgilerinden çıkmış fragmanlar olduğunu anlıyorsun. Kendisini, ailesini, arkadaşlarını, televizyondaki bir şovmeni veya cumhurbaşkanını aynı dikkatle izlemiş gibi. Herkesin başkasına maruz kalmamak için kendi yankısına razı olduğu bir çağda Annie Ernaux’nunki gibi bir okuma her şeyden önce hayranlık uyandırıcı. Bu yüzden bende en çok güven duygusunu uyandırdı. Okuduğun bir yazara aynı zamanda fazlasıyla güvenmek pek karşılaşmadığım bir hismiş.
Artık hikâyenin özüne dönelim diyorum. Annie Ernaux’nun anlattığı hikâye kimin hikâyesi sence?
Emre Yeksan: Güven, gerçekten de bir metne karşı nadiren hissettiğimiz bir duygu. Güzel oldu bunu söylemen. Kitap bittiğinde hissettiğim o yakınlık da bu güvenle ilgili sanırım. Yazarın bizi kandırmaya, eğlendirmeye, aklımızı çelmeye, kendine hayran bırakmaya çalışmadığını bildiğimiz, alışılmış yazar-okur hiyerarşisini kıran bir yüz yüzelik, anlatan ile dinleyen arasında kurulan bir eşitlik hissi. Dünyaya bakışta ortak olmanın getirdiği, yoldaşça bir güven.
Bu bakış Annie Ernaux’nun bakışı mı? Ondan kopup gelen,artık belki de kendi hayatını yaşayan metnin bakışı mı? Şüphesiz her ikisi birden. Metinleri bizim için değerli kılan şeylerden biri onların söylemediklerini tamamlama biçimimiz, bu tamamlamaya dair metnin açtığı imkânlar. Bu anlamda, Seneler inanılmaz geniş ama genişliğine rağmen içinde kendimizi rahat, güvende hissettiğimiz bir açıklık sunuyor. Bu açıklıkta birisiyle yan yanayız. Bu kişi Annie Ernaux’nun kendisi. Yazar olarak metnin arkasında durduğu ve kendini hissettirdiği ölçüde bu onun hikâyesi, hatta biliyoruz ki anlatılan bizzat onun yaşamı. Ama bu aynı zamanda yazarın kendini üçüncü tekil şahısta soyutlayarak yarattığı kadının, Annie Ernaux ile geniş bir çoğulluk arasında gidip gelen, belirsiz ve açık bir özne olan “O”nun da hikâyesi. Kitap hakkında yapılan en isabetli ve yazarın kendisinin de doğru bulduğu tanımlamalardan birinin dediği gibi, kolektif bir otobiyografiyle karşı karşıyayız. Kitabı biricik kılan da bu tekil ile çoğul, özel ile genel, bireysel ile kolektif olan arasında gidip gelişi. Sen ne dersin? Sence bu kimin hikâyesi?
Enes Köse: Metnin işleyişine, Annie Ernaux’nun nerede nasıl konumlandığına dair eksiksiz bir tarif yapmışsın. Bunlara ek olarak metnin sürüldüğü tarladan bahsedebilirim belki. Burası tarihin kendisi oluyor. Hem Annie Ernaux’nun hem de onun anlatısında yer bulanların tercihleri, konuştukları, hatta sustuklarıyla salındığı uzun bir tarihe şahit oluyoruz. Bu noktada bir geçişten bahsetmek gerekiyor. Mesela teorik metinlerde sıklıkla karşılaştığımız tarih duygusunun silinmesini (bazılarının kurnazca iddia ettiği gibi tarihin ölümünden bahsetmiyorum) ya da yoksunluğunu da hissedebiliyoruz. Ancak Annie Ernaux’nun anlatısını özel kılan şey, bize bunu akan bir tarihin ortasından söylemesi.
Böylece metnin neden kolektif bir otobiyografi olarak görüldüğünü anlıyoruz. Çünkü bir yandan mahrem diyebileceğimiz duygu durumlarını açığa çıkarırken, diğer taraftan tarihin akışındaki dekorları da odağına alabiliyor. Bu açıdan kitabın bir çeşit bilinç haritası çıkardığını da söyleyebiliriz. Giderek tarih duygusunu kaybeden insanlığın büyük dönüşümleri hızlıca içselleştirdiği bir akışta yakalanmış isabetli temsillerle yapıyor bunu.
Bence buradaki bir diğer ustalık da Annie Ernaux’nun mevzubahis ettiği şeyleri hiç parçalamadan ama en doğru şekilde verebilmesi. Şöyle ki, tarihin belirli noktasında verdiği bir örnek yalnız o dönemin bağlamıyla ilgili olduğu için daha fazla ayrıntı gerektirebilir ve yazarın o şeyi anlatı nesnesi hâline getirmesi için biraz bükmesi gerekebilir. Ancak Annie Ernaux o şeyi bahsettiğim tarihin akışına o kadar ustaca yerleştiriyor ki ilginç bir tanıdıklık hissi uyandırıyor okurda. Biraz garip gelebilir ama bu bende çocukluğumda çok sevdiğim ancak daha sonra üretilmeyen bir ürünün yıllar sonra ambalajını görmüşüm gibi hissettirmişti. Nostaljik bir duygu biçiminden bahsetmiyorum burada tabii. Yine hislere girmeden sonuç olarak kitabın biraz da kaybolan tarihin hikâyesi olduğunu söyleyebilirim. Bu noktada senin de bahsettiğim geçişlere dair fikrini merak ediyorum. Ya da bu geçişlerde spesifik olarak özellikle ilgini çeken bir zaman aralığı var mı?

Emre Yeksan: Birkaç gündür bu sorulara nasıl cevap vereceğimi kafamda döndürüp duruyordum. Hatta bugün artık oturup yazarım diye karar vermiştim kendi kendime. Derken gün içinde Annie Ernaux’nun Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığı haberi geldi. Açıkçası bu biraz canımı sıktı. Hatta bir de üzerine hızlıca gün içinde yazılıp çizilenleri okuyunca tadım kaçtı diyebilirim. Mevcut övgülerden ve yorumlardan ilk çıkarımım şu oldu: Annie Ernaux’da ne kadar başkalarına da benzeyen, tanıdık taraf varsa parlatılıyor. Bütün ayrıksı, özgün, yıkıcı, beklenmedik vasıfları ya görmezden geliniyor ya da basitleştirilip yine bildik formlara, üzerinde uzlaşılır bir alana indirgeniyor. Sistemin Nobel gibi ehlileştirme, anlamı bir uzlaşıya sabitleme araçlarının inanılmaz tahrip edici bir gücü var. Bu diyaloğun bundan sonrası benim açımdan biraz kavga ve hesaplaşma da içerecek sanırım.
Kendi bağlamımıza dönersek, Seneler’in anlatı düzleminde kurduğu konumlanışın belki başka benzer anlatılardan, mesela geniş zamanlı, tarihsel bir döneme yayılan kurmaca, belgesel ya da teorik metinlerden farkı şu diye düşünüyorum: Tarih akan bir şey, biz de onunla birlikte nehirde sürüklenen bir salın üstündeymiş gibi akıyoruz. Alışık olduğumuz deneyim aslında bu. Dolayısıyla metinlerin çoğu da bu deneyimi yaşatmak ya da tarihin anlatısını buna benzer bir yerden aktarmak istiyor bize. Seneler’de ise (Annie Ernaux’nun okuduğum diğer kitaplarından da farklı olarak) başka bir deneyim arayışı var. Sanki biz tarih denen o gürül gürül ve alabildiğine genişlikte akan suyun ortasındayız. Ayaklarımız sabit bir yere basıyor. Biz suyla akmıyoruz, ona kapılıp gitmiyoruz da o tarih bizim üzerimizden, içimizden akıp geçiyor gibi. Muhtemelen Walter Benjamin’in tarih anlayışına en yakın edebi deneyim budur. O korkunç fırtınada sürüklenirken yüzünü arkaya dönüp yıkıntıları seyreden “Tarih’in Meleği” de aslında durmak istiyordu. Seneler bize bir ölçüde zamanın bu kudretli akışının ortasında ayakta durmanın deneyimini de yaşatıyor.
Dolayısıyla çok uçucu, akışkan bir anlatı var karşımızda. Parçalarını güçlükle yakalıyoruz, derken yeni bir parçası gelip ilgimizi daha büyük bir şiddetle cezbediyor. Hem o bizi çocukluğa götüren histeki gibi, akışın içinden sürekli bir şeyleri tutup yakalamak istiyoruz hem de aslında kendi deneyimimize, zamanımıza, varlığımıza çakılı olduğumuzu hatırlıyoruz. Hayatın eninde sonunda yaşanıp bitecek bir şey olduğunu anlıyoruz. İşte bu, insanlığın en belirgin ortak deneyimlerinden ve kadim bilgilerinden biri bana kalırsa. Başka bir ülkenin bambaşka bir döneminde yaşamış olan bir kadının hayatına dair anlattıklarında hissettiğimiz tanıdıklık da bu ortak deneyimin harekete geçirilmesiyle ilgili. Kolektif olanın coğrafyaları aşan gerçekliği.
O zaman bu konuyu sana şu soruyu sorarak bağlamak istiyorum: Seneler’i başka anlatılardan, hatta Annie Ernaux’nun diğer kitaplarından ayıran bir şey var mı? Varsa sence ne? Seneler form olarak kendi içine kapalı, başkası tarafından tekrar edilemez tek seferlik bir özgünlük mü? Yoksa bize hikâyeyi, anlatıyı yeniden düşünmek için bir alan mı açıyor? Biraz büyük bir soru oldu, ama ne yapalım.
Enes Köse: Kolektif olanın coğrafyayı aşan gerçekliği tasviri Annie Ernaux’nun nerede durduğunu çok iyi özetliyor. Seneler’in yazarın diğer kitaplarından farkının da yine bu düzlemde olduğunu düşünüyorum. Babamın Yeri, Yalın Tutku ve I Remain in Darkness’ı okudum. Bu kitaplarda Annie Ernaux’nun kendi hikâyesinden kolektif olana geçişler Annie Ernaux’nun kendi hikâyesine daha çok bağlıydı. Hep onun hikâyesinde kalıyorduk, tarihe de yine onun hikâyesinden bakmamız gerekiyordu. Ancak Seneler’de Annie Ernaux’nun hikâyesi de bütün mahremiyetine rağmen tarihin akışından bakılan bir yere dönüşüyor. Bu açıdan bahsettiğimiz tarihin akışı, Annie Ernaux’nun katmanlı anlatısında birinci sırada. Yani belki de Annie Ernaux’nun bu kitapta risk aldığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla genel yorumun aksine salt hafızanın penceresinden bakılabilecek bir kitap değil. Kitabın yapısal nitelikleri, yazarın bütüne dair tercihleri, hatta okurun yeniden konumlanışı gibi ciddi biçimsel müdahaleler var bu kitapta.
Fazla sıçramadan başka bir yere geçiş yapmak istiyorum. Annie Ernaux’nun bir çeşit kültürel okuma yaptığı açıklamada ayrıntılar yine bu kitabı diğerlerinden farklı kılan bir başka özelliği. Yazarın “özgürlük miti” ısrarındaki sahicilik, bu akan tarih fragmanları arasında sürekliliği sağlayan yapısal parçalardan. Kitle kültürünün yaygınlaşması, pazar ile gündelik hayat (geniş anlamıyla kültür) arasındaki ayrımın tamamen silikleştiği bir uğrakta Annie Ernaux kültürel temellüğün ince bir örneğini yakalıyor. Kadın mücadelesinin çeşitli kazanımlarının pazarın mantığı tarafından nasıl içselleştirilip, söz konusu mücadelelerin de nasıl unutuluşa terk edildiğini gösteriyor. Sonuç olarak bu kazanımların maddi pratiklerden ve gündelik hayat içerisindeki eylemlerden soyutlanıp sadece kaba bir gösteriye indirgendiği bir çerçevenin de ortaya çıktığını gösteriyor. Bunu söylediği yer de tarihin akışında gösterinin hiç olmadığı kadar büyük bir yükselişe geçtiği döneme tekabül ediyor aslında. Yani özgürlük mitinin belki de en kullanışlı olduğu dönem. Dolayısıyla Annie Ernaux’nun sadece hatırlamanın değil aynı zamanda unutuşun da penceresinden bakabilmesi kitabın böylesine etkili olmasını sağlayan etkenlerden.
Bu etkili anlatı araçlarından bahsetmeme sebep olan şeyin Annie Ernaux’nun Nobel’den sonra sunulma biçimleri olduğunu söylemeliyim. Yazarı ailevi baskılardan sıyrılmış ve yasak aşkını anlatabilen cesur kadın imgesine sıkıştırılmasının haksız boyutundan bahsediyorum. Daha önce yaptığım betimlemeyle Annie Ernaux’dan üniversite sınavı birincisi olan “Karslı çoban çocuk” çıkarma çabası olarak görüyorum bunu. Yazarın biçime dair vadettiklerini silikleştiren, işlerini geri plana iten, onu herkesin başını okşamak zorunda hissettiği bir kimliğe hapseden bu bakışa dair söylemek istediklerin vardır diye düşünüyorum. Bunu yapmak için Seneler kitabının dışına çıkmamıza da gerek yok sanırım. Çünkü kitap başlı başına yazarın bu gibi etiket çabalarının ötesinde bir yerde olduğunu gösteriyor.
Emre Yeksan: Bugün Annie Ernaux’nun içine tıkıldığı, sevenlerinin de nefret edenlerinin de üzerinde uzlaşabildiği tek boyutlu kimlikle, yarattığı edebi külliyatın nasıl bir tezat içinde olduğunu çok güzel ifade etmişsin. Benim için karşılaması pek de kolay olmayacak bir pas olmuş ama bir yandan da gerçekten önemli ve gerekli bir tartışma. Bu konuda şahsi kanaatimdense Annie Ernaux’nun edebiyatına ve kendi ifadelerine yaslanma ihtiyacı duyuyorum. Nobel Ödülü açıklandığından beri yazılıp çizilenler gerçekten bir yazarı edebiyatında kurduğu geniş zamansallıktan alıp şimdinin kısıtlı anlam dünyasına mıhlama çabası gibi gelmeye başladı bana da. İçinde yaşadığımız spesifik zamanın ruhunun cisimleştiği bir Annie Ernaux fikrine ihtiyaç duyuluyor herhalde. Ama daha önce dediğimiz gibi onun metinleri dünyaya kesinlikle verili bir anın içinden bakmıyor. Onun formu hatıra yazını gibi sabit bir noktadan geriye atılan çengeller de değil. O, her şeyden önce zamanın akışının yazarı. Bunu Seneler’de kendisi de çok net biçimde ifade ediyor:
Genellikle beklendiği gibi, bir hayatı hikâyeleştirmeyi, kendini açıklama anlatısı yaratmayı amaçlayan bir anımsama çalışması olmayacak bu. Kendi içine sadece dünyayı, dünyanın geçmiş günlerinin muhayyilesini ve hafızasını görmek, fikirlerin, inançların ve hassasiyetlerin değişimini, öznenin ve kişilerin dönüşümünü kavramak için bakacak. Onun bütün tanıdıkları, şimdi küçük bir kız çocuğu olan torununun ve 2070 yılında hayatta olacak herkesin tanıyacak olduklarının yanında belki de bir hiçtir. Yapmak istediği, zaten mevcut olan, henüz adı konmamış hislerin, mesela onu yazmaya zorlayan hissin benzerlerinin izini sürmek.
Herhalde Emmanuel Macron gibi sermayenin kuklası olan bir neoliberal bürokratın kendisini “kadın özgürleşmesinin ve yüzyılın unutulmuşlarının sesi” diye anıp Fransız ulusunun en büyük edebiyatçılarından biri ilan etmesi Annie Ernaux gibi bir yazar için kabul etmesi zor bir övgü olmuştur. Bu tarz büyük ödüller insanları aslında hiç tercih etmeyecekleri uzlaşılara mecbur ve maruz bırakıyor. Ama diğer yandan da Macron’un çizdiği bu yazar kimliği artık küresel edebiyat piyasasının kalemşörleri tarafından da onaylanmış durumda. Peki, Annie Ernaux bu konuda ne düşünüyor?
Bu soruya bugün ne cavap vereceğini bilmiyorum ama ben yazarın 2008’de katıldığı bir televizyon programında söylediği bir şeyi aktarmak istiyorum. O sıralar henüz yeni yayımlanmış olan Seneler’e dair sohbet ederlerken gazeteci bütün kitaba yayılan bir kadın özgürleşmesi anlatısı olduğundan ve eserin esas meselelerinden birinin kadınların cinsellik konusundaki takıntısı ya da cinselliğe ilgisi olduğundan söz açıyor. Bunun üzerine Annie Ernaux şöyle bir cevap veriyor:
Cinsellik eskiden insanlar için gizlenmesi gereken bir şeydi. Dolayısıyla, söze dökülmesi yasak olan bu meselenin nasıl da bir takıntıya dönüştüğünden bahsetmek gerekiyordu. Diğer yandan şu son yıllara geldiğimizde cinsel hazzın ve teşhirinin neredeyse bir zorunluluğa dönüştüğünü görüyoruz. Ama ben bunları yargılamıyorum, sadece aralarından yürüyüp geçiyorum.
Bu alıntıdan net bir şekilde anlıyoruz ki Annie Ernaux belli dönemsel bağlamlara ilişkin pozisyonları aşan, tarihsel bir bakış geliştirmenin peşinde. Onun derdi zamana yayılan bir dönüşümü olumlamak ya da yargılamaktansa ona tanıklık etmek, onun aktarıcısı olmak. Ama bunu asla basit bir vakanüvislik biçiminde de yapmıyor. Zamanın akışını öznel ile nesnel arasında gidip gelen, şeylerin arasından süzülüp geçen bir formda işliyor. Özgürleşme fikrine ise kupkuru bir ilerlemecilik çerçevesinden bakmadığı ortada. Kendisini Marksist olarak tanımlayıp tanımlamadığını bilmiyorum ama ben geçmişe ve zamansallığa bakışında tarihsel maddeci bir yönelim olduğunu düşünüyorum.
O zaman şimdi ben de konuyu bir kademe kuşbakışı noktaya çıkarıp dümeni Nobel meselesine çevireyim. Sence Nobel gibi büyük ve damgalayıcı bir ödül Annie Ernaux’nun edebiyatına gerçek anlamda zarar verebilir mi? Ya da bunu pozitif bir şey olarak da görmemiz mümkün mü?
Enes Köse: Süreci tam anlamıyla özetlediğin için söyleyebileceğim yeni bir şey yok. Ama edebiyatı sadece metin düzleminde olan biten, sınırları keskin ve izole bir alan olarak düşünmüyorsak, buradaki esas derdin Annie Ernaux’nun edebiyatının algılanma biçimlerinde oluşacak dönüşümle alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki, artık Nobel öncesi ve sonrası Annie Ernaux edebiyatı diye keskin bir kırılmayı henüz ilk günlerde gördük. Bir taraftan gerçekten popülerliğinin yükselmesi ve eserlerinin çok daha fazla kişiyle buluşacak olması çok sevindirici. Burada sıkıcı ve sığ bir sahiplenici bir duyguya başvurmak anlamsız. Ancak Nobel’le birlikte Annie Ernaux’nun işlerininin sentetik çabalarla bir paket olarak yeni okuyuculara sunulduğu gerçeğini de görmezden gelemiyoruz. İşte bunun sonucu olarak da eserlerinden ziyade tamamen onun hayat hikâyesini, Nobel’e giden yoldaki “fedakârlığını” ve gösterdiği cesareti konuşuyoruz. Ancak diğer yandan bu ödülün prestijine ihtiyaç duyan bir yazar olmadığı gerçeğini de akıldan çıkarmamak gerekiyor. Dolayısıyla bir zarardan bahsedeceksek bunun tali yollardan gerçekleşeceğini düşünüyorum. Neticede, kitaplarına konu edindiği dönemlerin hızlı akıntısından beslenen büyük bir yazardan bahsediyoruz.
Annie Ernaux’yu parçalarla akan geçmişi, şimdinin harabesinde bütünlüklü bir şekilde görmemizi sağlayan bir yazar yapan şeyin, Nobel’in tadımlık dünyasının geçiciliğine direnebileceğinden eminim. Bu açıdan temellük çabasının da geçici bir sahne performansı olduğunu düşünüyorum. Bu tavır belki biraz iyimser olabilir ama Annie Ernaux’nun bize verdiği güven hissi aynı zamanda onun kalkanı gibi.
Senin de devam eden bu sürece, Annie Ernaux’nun edebiyatının algılanma biçimlerindeki dönüşüme dair söyleyecek şeylerinin olduğunu düşünüyorum
Emre Yeksan: Bir romanın ya da yazar külliyatı gibi bir edebi toplamın ne olduğu sorusuna bugün oldukça katmanlı ve basitleştirmeye kaçmayan cevaplar vermek mümkün. Fakat bugün esas sorun, bir metnin anlamıyla, onun belirli bir biçimde anlaşılması arasında bir örtüşme olduğu fikrinin hakim düşünce biçimi oluşu. Oysa Annie Ernaux üzerine daha önce yazılanlar ve farklı okuma biçimleri bize gösteriyor ki yazarın metinlerinin içerdiği anlam potansiyeli, birbiriyle çelişen anlama biçimleri piyasanın talep ettiği tarz bir basitliğe indirgenemiyor.
Nobel açıklaması sonrası ortaya çıkan, Annie Ernaux külliyatının anlamı üzerine bir uzlaşı kurma çabası ve bundan hareketle yapılan, tek bir anlama biçimine indirgeyici müdahalelerin metni ve dolayısıyla içerdiği potansiyelleri dönüştürücü bir gücü tabii ki yok. En nihayetinde bir kitap neyse odur, mühürlenmiş bir metindir. Ama diğer yandan bunun, en azından kısa vadede, kitapların okunma ve anlaşılma süreçlerine ciddi bir etki yapacağını da yok sayamayız. Kültür endüstrisi ve edebiyat piyasası dediğimiz olguların etkili olduğu alanlardan biri üretim süreçleriyse diğeri de kültür ürünlerinin anlaşılma biçimleri üzerinde kurulan tektipleştirici hegemonya. Dolayısıyla bunun kitapları dönüştüremese de, içinde bulunduğumuz dönem açısından belli bir okuma biçimini hakim kılacağı da kesin.
Seneler’e dönersek, şu soruyla kitaba dair düşünceleri tamamlayabiliriz: Zamanın akışını ve tarihin iç içe geçmiş makro ve mikro düzeydeki dönüşümlerini bu kadar etkileyici bir biçimde yansıtmayı başaran bu kitap bize gelecekle ilgili ne söylüyor? Bu bana önemli geliyor çünkü bence bu metni özel kılan şeylerden biri de anlatı düzeyinde asla gelecek diyebileceğimiz bir zamansallığa geçmeyen bu kitabın insanda müthiş bir gelecek arzusu da uyandırması. Ne dersin?
Enes Köse: Ben de yeniden kitaba tam olarak bahsettiğin zeminde dönmek istiyordum. Büyük yükselişler, dönüşümler ve nihayetinde çeşitli şekilde öldürülen bir tarihi oldukça etkili biçimde anlatıp, söz konusu “tarihin ölümüne” ortak olmaktan kaçılabilir mi? Burada Seneler’in vaat ettiği en önemli şeylerden birisi beliriyor işte. Annie Ernaux bütün ihtimalleriyle akacak tarihsel bir anlatı bırakıyor bize. Onun bıraktığı tarih bir başlangıca sahip olsa da geleceği iptal eden kendi içine kapalı bir şekilde durmuyor. Biçimiyle, nesnesiyle ve tanıklığıyla sürüklenen bir hikâyeden bahsediyor. Eline alıp bize gösterdiği resimler bile salt geçiciliği değil, mevcut anın devinim noktalarını işaret ediyor.
“Gelecek arzusu” çok doğru tabir gerçekten. Çünkü kitap boyunca yaşam öyle bir akıyor ki, bir noktada geçmişe tanık olmaktan çok suretler, kimlikler ve olaylar arasında yani tam da insana has mıntıkalarda dolaşıyor insan okurken. Bir taraftan herkesin her şeyin farkında olduğu fakat akışın güvenli sularına kapıldığı yani bir anlamda fonda “Everybody Knows” şarkısının çaldığı bir evren, diğer taraftan inişler ve çıkışlarla kendi gezisine bizi de davet eden Annie Ernaux. Kısacası görkemli bir kitap, evren ve anlatı. Senin de bu çerçevede söyleyeceklerini merak ediyorum.
Emre Yeksan: Aslında eklenecek pek bir şey kalmadı, güzel açıkladın. Belki şunu diyebilirim: Seneler’in zamanın akışıyla kurduğu ilişki bize geçmişin ve geleceğin aslında yapay biçimde birbirinden ayrıldığını hissettiriyor. Tanpınar’ın sözleriyle söylersek, bize o “yekpare, geniş anın parçalanmaz akışı”nı hatırlatıyor. Seneler derken de başı ve sonu olan bir zaman kesitinden değil, biz ölüp gittikten sonra da akıp gidecek olan, varlığımızın içinde eridiği o büyük anlatıdan bahsediyor. Kitabın son cümlesindeki gibi, artık hayatta olmayacağımız bir zamandan bir şeyleri kurtarıp saklamaya çalışıyor ve bu arzu metnin her satırına yayılıyor. Böyle güçlü bir metafiziği var kitabın. Bir okur olarak bununla karşılaşmak büyük bir şans ve ayrıcalık.