Giorgio Agamben’e ne oldu?

Giorgio Agamben. Fotoğraf: Leonardo Cendamo, Getty Images.

Pek çok mesele gibi bu da bir blog yazısıyla başladı. Alanının Jonathan Franzen’ı sayılabilecek (yani büyük ama ayrıksı bir figür, sevseniz de sevmeseniz de ona tepki vermeye mecbur hissediyorsunuz) İtalyan filozof Giorgio Agamben’in bir süredir bir blogu vardı, güncel olaylara dair yorumlarını, farklı konulardaki fikirlerini buradan paylaşıyordu. Yeri geliyor Greta Thunberg’den bahsediyor, yeri geliyor toplumsal çöküşe dair şiirsel yazılar yazıyordu. Tüm bunlar pek göz önünde değildi, ta ki Şubat 2020’de koronavirüsün yayılmasını önlemek için alınan tedbirlerle ilgili tartışmaya ilk katkısını sunana dek.

“Salgının icat edilmesinden[i]” bahseden yazı, virüse verilen tepkiyi “hummalı, irrasyonel ve hepten yersiz” addediyor, bununla da yetinmiyordu. Bu kışkırtıcı argümanlara göre devletler, pek çokları gibi Agamben’in de grip vakalarından daha tehlikeli olmadığını iddia ettiği COVID-19’un yarattığı tehdide dair halkları kasten yanıltıyordu. “Terörizmin istisnai önlemler almaya bahane olarak kullanılma ihtimali tüketildiğinde, bir salgın icat etmenin her türlü kısıtlamanın ötesinde böylesi önlemleri genişletmeye ideal bir bahane olduğu pekâlâ” söylenebilirdi. Bir başka deyişle, yetkililer dağılmaya yüz tutan meşruiyetlerini güçlendirmeye, toplumsal denetimin yeni yollarını keşfetmeye çalışıyordu. Bu gücü ele geçirme çabasından daha rahatsız edici olan ise neredeyse hiçbir dirençle karşılaşmamalarıydı. Sonradan yayımlanan bir yazısında İtalyanların tepkisini şöyle anlatıyordu: “Belli ki İtalyanlar hasta olmamak için her şeylerini (hayatın olağan koşullarını, ilişkilerini, işlerini, hatta arkadaşlıklarını, hislerini, dini ve politik inançlarını) feda etmeye razı.” Bir başka yazıda insanların hayatlarının her anlamda “adı tam da konulamayan bir risk uğruna” kesintiye uğramasını kabul etmelerini kınadı, sonra da bu ifadeyi sloganmış gibi tekrarladı durdu.

Yazı olay oldu. Onu başka blog yazıları, söyleşiler, İtalya Senatosu’na yapılan bir konuşma izledi. Aradan aylar geçti, pandeminin etkisi gittikçe şiddetlendi, Agamben de acil durum önlemlerini eleştirmekteki inadını sürdürdü. Nihayetinde 2021 baharında eleştirilerinden oluşan bir derleme yayımladı, yürüttüğü münakaşayı kitaplaştırarak sergilemeye başladı.

Bu yalnız kalmış, takıntılı bir zihnin eseri değildi. Agamben ele aldığı konular ve bilgi birikimi sayesinde beşeri bilimlerin neredeyse her alanını fazlasıyla etkilemiş, teorileriyle onyıllardır sosyal bilimleri besleyen devasa bir entelektüel. Doktorası hukuk üzerine olsa da Agamben kariyerinin başında felsefe ve edebiyattaki araştırmalarıyla isim yaptı. Bu ününü biraz Londra Üniversitesi’nin prestijli Warburg Enstitüsü’nde çalışmasına, büyük ölçüde de Kıta Avrupası için 20. yüzyılın en etkili düşünürü olduğu rahatlıkla söylenebilecek Martin Heidegger’le birlikte katıldığı seminere borçlu. Yazıları beşeri ve sosyal bilimler alanlarındaki derslerin okuma listelerinde onyıllardır yer alıyorsa da Agamben akademik şöhrete 1990’ların sonunda, siyaset üzerine çalışmaya başlayınca kavuştu. Google Scholar en ünlü eseri Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life’ın [Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat] yirmi dört bine yakın atıf aldığını belirtiyor, buna farklı alanlardan üst düzey araştırmacılar da dahil. Pek çok disipline yol göstermek şöyle dursun, yüzden fazla atıf alan akademisyenler kendilerini şanslı addediyor.

Şimdi de bu etkili fikirler komplo teorileri geliştirmek, aşı karşıtlarına uygulandığı söylenen zulmü kınamak için kullanılıyor. Platon ve Aristoteles’in Yunanca metinlerindeki ayrıntıları açığa çıkarmasıyla tanınan bir yazar giderek sağcı kaçıklar gibi konuşmaya başladı. Öyle ki gerçek bir sağcı kaçık onun yazılarını The New York Times’ta övgülere boğdu, ülkesindeki aşırı sağcı politikacılar görüşlerini aktarmak için onun entelektüel otoritesine başvurdu, aşı karşıtları memler aracılığıyla onu İtalya’nın cumhurbaşkanı olmaya davet etti.

Bir beşeri bilimler hocası olarak hangi saygıdeğer meslektaşım kariyerinde böyle bir yola saparsa sapsın, endişelenirdim. Buradaki kişisel bağım ise çok daha kuvvetli. Agamben’in eserlerini hem araştırdım hem de çevirdim, yazıları kendi çalışmalarımı da derinden etkiledi. Sıkı fıkı olmasak da irtibattayız, COVID’e karşı tavrını öğrenmem de blog yazılarından bazılarını çevirmemi istemesiyle oldu. Kabul ettim, argümanını en iyi şekilde sunmaya çalışırken duruşunu tekrar gözden geçirmesini sağlamayı umuyordum, nihayetinde başarısız oldum. Kendimi bu utanç verici durumun içine soktuğum için pişmandım, pandemiyle ilgili paranoyakça yazılarının önceki çalışmalarını da şüpheli duruma düşürüp düşürmediğini sorgulamaya başladım. Onlara daldıkça, karamsarlığım arttı.

Agamben’in koronavirüs önlemlerine dair fikirlerinin temellerini ona en büyük şöhreti kazandıran kitapta bulmak mümkün. Homo Sacer’de Agamben, Batılı toplumlardaki iktidarların temelinde bazı insanları hukukun koruması kapsamına alırken diğerlerini dışarıda tutmanın yer aldığını, bu insanların insan olma ayrıcalıklarından mahrum bırakıldıklarını, onun “çıplak hayat” olarak adlandırdığı bir statüde yaşamlarını sürdürdüklerini iddia ediyor. Ona göre bu içerdekilerle dışardakiler arasındaki bir ayrımdan ibaret değil. Çıplak hayata mecbur bırakılanlar toplumdan dışlanmıyor; sıradan insandan aşağı görülen, hukukun resmi desteğini alamayan bir sınıfa dahil edilerek toplumsal düzenin kurucu unsurlarından olmayı sürdürüyorlar.

Agamben’in çıplak hayat için kullanıldığı temel örnek, Yahudilerin ve diğer mağdurların yurttaşlıklarını elinden alan, onları toplama kamplarının bitmek bilmez şiddetine maruz bırakan Yahudi soykırımı. Yurttaşlıklarını kaybettikleri için toplumdan bir nevi dışlanmış olsalar da toplumun tamamı “nihai çözümü” gerçekleştirmek için şekillendiğinden bu gruplar Nazilerin önceliği haline gelmişti.

Agamben’e göre Nazi Almanyası bir istisna değil günümüz siyasetini şekillendiren bir model. Hukuk mercilerinin “normal” işleyişi her an, herhangi bir uyarı olmaksızın yeni bir toplama kampına dönüşme tehdidini içeriyor. Bu kışkırtıcı iddianın arkasında, Nazi rejiminde olan biten her şeyin (bu gerçek bizi rahatsız etse de) tamamen yasal olması yatıyor. Nazilerin eylemleri, Hitler’in ilan ettiği, medeni hakların ve olağan yasal süreçlerin askıya alınmasını mümkün kılan olağanüstü hal ile meşru kılınıyor.

Homo Sacer’in ardından 2005’te yayımlanan İstisna Hali’yle (Almancada “olağanüstü hal” için kullanılan bir ifade doğrudan çevrilmişti) Agamben, Batılı büyük devletlerin tümünün ekonomik gerileme gibi alelade sorunlarda bile anayasal süreçleri reddedip acil durum yetkilerine başvurmayı alışkanlık haline getirmeye başladıklarını iddia etti. Agamben’in idolü Walter Benjamin’den (o da Hitler’in yükselişine şahit olan, toplama kampına götürülmekten kurtulmak için kendini öldüren Alman Yahudisi bir entelektüeldi) alıntı yaparsak, “istisna hali kural haline” gelmişti.

Yayımlandığı tarih ABD’de Bush döneminin terörizmle mücadelesinin en karanlık dönemlerine denk geldiği için İstisna Hali’nin teşhisi abartılı değil isabetli görünüyordu. Agamben’in metnin içinde de birkaç defa belirttiği gibi George W. Bush gerçekten de dayanağını Vatanseverlik Yasası gibi kanunlardan ve başkanlığın özünde olduğu iddia edilen güçten alan, gün geçtikçe genişleyen acil durum yetkilerine başvuruyordu. Bu yetkileri de yeni bir sınıf yaratmak için kullanıyor, düşman güçler adını verdiği bu insanları yargıyı işin içine neredeyse hiç karıştırmadan hapsediyor, işkenceye maruz bırakıyor, insansız hava araçlarıyla öldürüyordu. Sırf yöneticiler böyle buyurduğu için öldürülen Amerikalılar bile vardı. Homo Sacer’in yayımlandığı 1990’larda Batılı iktidarların yeni toplama kampları ürettiğini söyleyen Agamben’in iddiaları aşırı ya da absürt bulunabilirdi. Ebu Gureyb ve Guantanamo Kampı’nın ardından ise çok makul geliyordu.

Egemen güçlerle gözden çıkarılabilir “çıplak hayatlar” arasındaki ilişkiye dair iddiaları, uluslararası akademik dünyada Agamben’i şöhrete kavuşturdu. Terörle mücadelenin akademik analizlerinin – en önemlisi Judith Butler’ın Kırılgan Hayat’ında olmak üzere – kaçınılmaz referans kaynaklarından birine dönüştü, araştırmacılar onun görüşlerini hapishaneler, sınırlar ve mülteci kampları gibi devlet şiddetinin görüldüğü diğer mekânlara da uyarlamaya başladı. Onu eleştirenler bile söylediklerinin çoğunu kabul ediyordu. Siyahlar üzerine araştırmalar yürüten Alexander Weheliye 2014’te yayımlanan Habeas Viscus’ta Agamben’in Avrupa’ya fazla odaklandığını, toplama kamplarındansa köle tarlalarının bugünü açıklamak için daha uygun bir model olduğunu iddia etti. Buna rağmen o da Batılı odakların gücünün temelinde şiddet dolu insanlıktan çıkarma faaliyetleri olduğunu reddetmiyordu.

Şimdi ise Agamben, bu güvenilir çalışmalarını kendi elleriyle bozmaya yelteniyor. Geçtiğimiz iki yıl boyunca aşı ve karantina karşıtları, kendi yaşadıklarını 20. yüzyılın ortalarındaki Yahudilere benzeterek soykırımın anısını kirletti. Agamben’in pandemiye dair yazdıkları bu argümanların en iyi ifade edilmiş, akademik açıdan en gelişkin hali. Bu denli karşılık bulmaları da akranlarına endişe veriyor.

Agamben’in akademideki hayranları pandemiyle ilgili yazılarını onu meşhur eden çalışmalarından ayrı tutmak isteyebilir. Oysa belli ki Agamben bugünkü durumun, kendi tezlerini doğruladığına inanıyor. Ona göre devletler eskiden belirli grupları hedef alıyordu, pandemi önlemleri ise dünyadaki herkesi kapsıyor, biyolojik açıdan hayatta kalmaları uğruna insanların – karantinanın en katı koşullarında – tüm haklarını (siyasal, ekonomik, dini haklarını, hatta ölülerini gömme haklarını) ellerinden alarak onları “çıplak hayata” mahrum bırakıyor. Daha kötüsü ise herkes buna razı gibi, tıbbi bir diktatörlüğe boyun eğmişler, hatta SS komutanı Adolf Eichmann gibi işbirliği yapmanın ahlaki sorumlulukları olduğunu iddia ediyorlar.

Agamben pandemi kısıtlamalarına uyum sağlayanları Eichmann’a benzettiği yazıyı çevirmemi istediğinde, onu bu benzetmeyi İngilizce metinden çıkarmama izin vermeye ikna ettim, gerçi İtalyanca orijinalinde olduğu gibi kaldı. Abartılı Nazi benzetmelerini görmezden gelsek dahi pandemiye getirdiği eleştirilerin Homo Sacer’deki görüşlerinin seviyesini ne denli düşürdüğünü görmek beni rahatsız etmişti, oysa Batı siyasetiyle ilgili analizlerini derinleştirmek, dallandırıp budaklandırmak için yirmi yılı aşkın süredir uğraşıyordu.

O dönem yayımlanan eserleri (birçoğunu Stanford University Press ve Seagull Books için bizzat çevirdim) aynı etkiyi uyandırmadıysa da bence çok daha incelikli ve ilginçler. Homo Sacer yalnızca uç örneklerden bahsederken The Kingdom and the Glory [Krallık ve Zafer] ile Opus Dei ekonomiye katkıda bulunmamızla sonuçlanan gündelik eylemlerimizin Batılı güçlerin yıkıcılığına nasıl payanda vurduğuna odaklanıyor. Başlangıçta yeni yazılarında da benzer nüanslar tespit etmeye çalıştım. Agamben’e bir e-posta göndererek pandemi yazılarında kapitalizm analizine neden yer vermediğini sordum, onu pandemi önlemlerinden kurtulma taleplerinin işçileri virüse karşı nasıl savunmasız bırakacağına dair düşünmeye teşvik etmeyi umuyordum. Bana cevap vermedi. Çevirmemi istediği bir sonraki makalede ekonomiden bahsediyordu, ancak tek derdi kapitalizmin tıp “dinine” boyun eğmesiydi. O zaman fikirlerini değiştirmeye çalışmaktan vazgeçtim, o da benden yazılarını çevirmemi istemeyi bıraktı. Şu an okuduğunuz yazı için de görüşlerini almak istedim. Önce benimle konuşacağını söylediyse de zamanla cevap vermemeye başladı.

Çalışma arkadaşlarıma yazıp Agamben’in son yazılarına dair fikirlerini sorduğumda, onun politikacılara ve kamu sağlığı uzmanlarına güvenmesinin beklenemeyeceği konusunda herkes hemfikirdi. Viyana Üniversitesi’nde çalışan, Agamben üzerine İtalyanca yayımlanan ilk araştırmanın sahibi (ayrıca onun çalışmaları üzerine yazılmış yazılardan oluşan bir derlemeyi düzenlememe yardımcı olmuştu) Carlo Salzani’ye göre Agamben her zaman “devletlerin ve iktidarların insanlar üzerindeki hakimiyetlerini artırmak için krizleri nasıl silaha çevirdikleriyle” ilgileniyordu. Yalnız “ahlaki öfkesi, politik ve felsefi gerekçelere dayanan analizlerini haçlı seferine dönüştürdü.” Agamben’in pandemiyle ilgili yazılarının önceki eserlerinin doğal bir sonucu olup olmadığını sorduğumda, Salzani şöyle yanıtladı: “Belki kendisi pandemiyi önceki analizlerinin doğal bir sonucu olarak görüyordur, ama bence içinden çıkamadığı – ve çıkmak istemediği – katı, sınırlayıcı bir şablonda sıkıştı kaldı.” Onun entelektüel bağnazlığına ağıt yakanlar arasında Chicago Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan, edebi değerlendirmelerinde ve siyaset teorisi üzerine yazdıklarında Agamben’in kavramlarına sıklıkla başvuran Eric Santner de vardı: “Agamben’in pandemiyle ilgili söylediklerini çalışmalarının bir tür ideolojiye dönüşmesi olarak değerlendiriyorum, bu da onu eleştiriler için kolay lokma haline getiriyor. Her şeyden öte, üzülüyorum.”

Benim için en şaşırtıcısı, Agamben’in insanları öldürmeyi amaçlayan Nazi rejimiyle hayatları kurtarmaya çalışan pandemi önlemleri arasındaki bariz farkı görememesiydi. Tabii bazı çalışma arkadaşlarımın hatırlattığı gibi kamu sağlığı politikaları uzun süredir endişe vericiydi, devletlerin bu konudaki sicili her şeyi canıgönülden kabul etmeyi zorlaştırıyordu. Penn State’te öğretim üyesi ve Agamben’in siyasetine dair yayımlanan bir kitabın ortak yazarlarından olan Claire Colebrook’a göre Agamben’in bilime ve tıbba karşı şüpheyle yaklaşmasının onu ABD’nin sağcılarıyla aynı tarafta konumlandırması talihsizdi: “Devletlerin izlemeyi tercih ettiği bilimsel görüşleri sorgulamak mümkün olmalı, özellikle de Agamben’in de belirttiği gibi temel sağlık hizmetlerini sağlamayı reddettiklerinde.” Emory Üniversitesi’ndeki yüksek lisans eğitimi sırasında Agamben’in görüşleriyle siyahlar üzerine yapılan araştırmalar arasında bağlar kuran Andrew Kaplan da Agamben’in sorgulayıcı yaklaşımını değerli buluyor. “Kamusal söylem, müdahaleler ya da düzenlemelere karşı yalnızca muhafazakârların ya da liberterlerin eleştirilerine yer veriyor”, bu da diğerlerinin “bu olağanüstü halin gözden kaçan sonuçlarına” dair sorular sormasını zorlaştırıyor.

Agamben’in tıp uzmanlarına karşı şüpheci tavrı, geçmişteki görüşlerinin devamı niteliğinde. Pandemide aldığı pozisyona duyduğum şaşkınlık beni Homo Sacer’i tekrar incelemeye teşvik ettiğinde fark ettim ki – İstisna Hali’ndeki politik örneklerin aksine – “çıplak hayat” kavramını ortaya atarken kullandığı pek çok kavram aslen tıpla ilgiliymiş. Agamben toplama kampındaki mağdurlarla birlikte üzerinde tıbbi deneyler yapılan bir mahkûmdan, beyin ölümü gerçekleşmesine rağmen sonsuza dek yaşam desteği ünitesinde tutulan bir hastadan bahsediyor. Belli ki epeydir tıp ile iktidarın ittifakına şüpheyle yaklaşıyormuş. Santner bunu şöyle ifade ediyor: “Öyle görünüyor ki Agamben’e göre sağlığımız kamu sağlığına dönüştüğü andan itibaren, artık kural olmuş bir istisna halinin tuzağına düşüyor, yakalanıyor ve esir alınıyoruz.”

Agamben kamu sağlığı uzmanlarına güvenmediği için pandeminin ciddiyetini vurgulayan resmi açıklamaları reddetti, yanlış bilginin yayılmasına katkıda bulundu. Yazdığı ilk yazıda koronavirüsün sıradan bir gripten fazlası olmadığını iddia etti, o sırada İtalya ilk COVID dalgasıyla boğuşuyordu. Aynı ay bir Le Monde muhabiri bu görüşleriyle ilgili onu sıkıştırdığında şöyle diyecekti: “Biliminsanlarıyla epidemi tartışmasına girmeyeceğim. Beni ilgilendiren onun yol açtığı ciddi etik ve siyasi sonuçlar.” Buna rağmen pandeminin ciddiyetinin abartıldığını defalarca tekrar etti, Nisan 2020’de “Epidemiyle ilgili veriler fazla genelleyici, bilimsel kriterlere dayanmıyor,” iddiasıyla çıkageldi. Temmuz 2021’de ise aşılanmanın bizi sıçanlar gibi yok oluşa sürükleyip sürüklemediğini sorguladı, hiçbir temele dayandırmadan ya kanser olacağımızı ya da başka bir hastalığa yakalanacağımızı belirtti.

Burada sağlıklı bir şüpheden fazlası olduğu aşikâr. Agamben’in müesses nizamın tıpla ilgili görüşlerine en ufak itimadı yok. Şubat 2020’de Fransız filozof Jean-Luc Nancy, arkadaşı Agamben’in pandemiyle ilgili ilk görüşlerine cevaben yazdığı yazıda sarsıcı bir ifşada bulunmuştu: “Neredeyse 30 yıl önce doktorlar kalp nakli yaptırmam gerektiğine karar verdiler. Giorgio bana onları dinlememem gerektiğini söyleyen bir iki kişiden biriydi. Şayet onu dinlemiş olsaydım, muhtemelen çok geçmeden ölecektim.[ii]

Agamben’in bu kadar kötü bir tavsiyede bulunması, insani açıdan elbette şaşırtıcı. Uzun süreli okurlarının şaşırması için ise onun net bir tavsiyede bulunduğunu öğrenmek yeterli. Onun çalışmalarında eleştiriye bol bol yer ayrılırken politik reçetelere rastlamak zordu. Agamben ne zaman ne yapılması gerektiğinden bahsetse, net konuşmamakla ünlüydü. Homo Sacer ve İstisna Hali’nin okurları muhtemelen acil durum yetkilerinin haddinden fazla kullanılmasının çözümünün “normal” politik yapılara dönmek olduğunu varsaymıştı, oysa Agamben aynı kitaplarda bu “normal” yapıların yolunun her zaman, aksi düşünülemez biçimde Auschwitz’e çıktığını iddia ediyordu. Daha radikal bir çözüm gerekiyordu, hukuk ve iktidarın temelden yok edilmesi gerektiğini söylüyordu, ancak bu ihtimali somut, eyleme dökülebilir planlar yerine edebi ya da dini imgelerle aktarıyordu.

Şimdi ise Salzani’nin belirttiği üzere bizi “‘burjuva demokrasilerini’ yok etmek, bireysel özgürlüklerimizi elimizden almak için kasıtlı ve planlı bir proje olarak yürütülen acil durum önlemlerine” direnmeye davet ediyor. Ekim 2021’de İtalya Senatosu’na seslendiği konuşmada Agamben, yasama organının idari faaliyetleri onaylayıp geçmekle yetindiğinden şikâyet etti. Bizi sürekli hukukla, dille, hatta bedenlerimizle kurduğumuz ilişkiyi yeniden düşünmeye çağıran bir düşünürün yasama organının düzgün işleyişinden endişe duyması en hafif tabirle beklenmedik. Şimdi senatonun yürütmeye karşı dik durmasını istiyor olabilir, oysa İstisna Hali’nde hukukun yıkıcı yapısına karşı “Bir gün insanlık hukukla oynayacaktır, çocukların kullanılmayan nesnelerle oynadıkları gibi, o nesnelere kuralların öngördüğü kullanımlarını yeniden kazandırmak için değil, onları böyle bir kullanımdan kesin olarak kurtarmak için,[iii]” deyişi, böyle bir gelecek hayalinde ısrarcı olması hâlâ aklımızda. Pratikte hukukla oyun oynamanın ne anlama geldiği net değil, nitekim bu da söylemek istediklerinin bir parçası. İçinde bulunduğumuz kültürün güç yapıları bizi öylesine şekillendiriyor ki radikal bir alternatif bize her halükarda belirsiz ve çelişkili geliyor. Oysa kaçmak istiyorsak, bu çabayı göstermeliyiz. Pandemi yazılarında ise Agamben sanki çıkış yolunu bulmaktan vazgeçmiş.

Agamben’in entelektüel hayatının bu bölümüne dair düşünürken fark ettim ki pandemiyle ilgili utanç verici yazılarında doğru olan tek şey varsa, o da yaşamda hayatta kalmaktan fazlası olduğu. Gerçi bunu ondan duymamız şart değildi, özellikle de düşünceleri böyle bir yola sapmışken. Aynı görüşü Ethics of Ambiguity’de [Belirsizlik Ahlakı] şunları yazan Simone de Beauvoir’dan okumak daha faydalı: “Biri evini, işini, eski hayatını bırakmak zorunda kaldığı için ağlayan genç bir hastaya ‘İyi olmaya bak,’ demiş, ‘başka hiçbir şeyin önemi yok.’ ‘Tamam da başka hiçbir şeyin önemi yoksa,’ diye cevaplamış kız, ‘o zaman ne diye iyileşeyim ki?'”

Sorun şu ki Agamben en önemli sorulara kolektif bir cevap bulmamızı sağlayacak felsefi araçları bize hiç sunmadı. Marx karşıtı, nevi şahsına münhasır bir anarşist olsa da hep solcu olduğu varsayıldı, oysa pandemiyle ilgili yazılarında sağcılarla aynı görüşü paylaşması tesadüf değildi. Eğer devletin her eylemi (tıp uzmanlarınınkiler de dahil) her zaman doğası itibarıyla baskıcıysa, o zaman kendi bireyselliğimizden başka yaslanacak alternatifimiz kalmıyor, bu da mevcut güç odaklarına karşı çıkma çabalarını peşinen kestirip atmak için sağcıların başvurduğu liberter duruşun ta kendisi.

Agamben’in devlet makamlarına hiç ama hiç güvenmemesi, onu pandemiye getirilen bireysel yaklaşımların iktidarların güçlerini pekiştirdiğini, pandemiyi daha da beter hale getirdiğini görmekten alıkoyuyor. Pek çokları gibi kilit çalışanlar olarak adlandırılan kesim de gözden çıkarılabilir çıplak hayatlar yaşamaya başladı, bunun nedeni devlet müdahalesi değil onları özgür bırakma iddiasındaki politikalar. Agamben’in pandemiyle ilgili yazılarından edineceğimiz münferit malumatlar olabilir, yine de Batılı yapıların bizi tam da özgürlüğümüzü kullanarak mağdur ettiklerini görmeyen bir politik düşünür pek çok şeyi, hatta neredeyse her şeyi gözden kaçırıyor demektir. Hal böyleyken bile onun geçmişteki görüşlerine uygun yaşamakta zorlandığını iddia edebilirsiniz. Özgürlüğün bir tuzak olabileceği çalışmalarımın ardındaki temel fikirlerden biri, ironiktir ki bunu Agamben’in Homo Sacer’den sonra yazdıklarının eleştirel bir okumasını yaparak geliştirdim.

Agamben bu yazı için benimle konuşmayı reddetse de arada sırada yazışmayı sürdürdük. Birkaç aydır bloğunda yeni yazı yayımlanmamış, pandemiyle ilgili son paylaşımları da davet edildiği yerlerde (biri İtalya Senatosu’na, diğeri ise bir grup öğrenciye) yaptığı konuşmaların dökümleri. Avrupa’daki birçok ülke omicron varyantının yayılımını önlemek için getirilen yeni kısıtlamalara karşı protestolarla çalkalanırken bile Agamben sessizliğini korudu. Belki de sonunda pandemiyle ilgili o talihsiz, fazla ciddi sayıklamalarından vazgeçti, bize tekrar tekrar tek umudumuz olduğunu söylediği o çocuksu hayalle yeniden bağ kurdu. Geçtiğimiz iki yılın onun ve çığır açıcı eserlerinin mirasını nasıl etkileyeceği ise hâlâ merak konusu.


[i] Alıntılar yazının terrabayt’ta yayımlanan Türkçe çevirisinden (Çev: Öznur Karakaş).
[ii] Alıntı, yazının terrabayt’ta yayımlanan Türkçe çevirisinden (Çev: Koray Kırmızısakal ve Öznur Karakaş).
[iii] Alıntı, kitabın 2006’da Otonom Yayıncılık’tan çıkan Türkçe çevirisinden (Çev: Kemal Atakay).


*Bu yazı, Can Koçak tarafından Adam Kotsko’nun Slate’te yayımlanan yazısından çevrilmiştir.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Henry Kissinger ve Vladimir Putin, 2016. Fotoğraf: Alexandra Mudrats, © ITAR-TASS.
daha fazla

Batı’nın Pravda’ları

1970’lerin başında bir Amerikalı ile bir Sovyet hangi toplumun daha özgür olduğunu tartışmaktadır. Amerikalı, birden “Biz en azından…
Total
0
Share