- İstanbul Film Festivali’nde gösterilen, François Ozon’un son filmi Grâce à Dieu Alexandre Guérin adlı bir adamın ve ailesinin hayatına açılıyor: Guérin inançlı bir Katolik, ailesiyle mutlu, işinde başarılı ve çevresinde sevilen, saygıdeğer biri. Yaşadığı kente tanıdığı bir papazın atanmasıyla geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalıyor. Guérin, çocukluğunda bu papazın istismarına uğramış.
Guérin bu durumu derhal Kardinal Barbarin’e iletiyor. Filmde bütün süreci, yıllar süren yazışmaları kronolojik bir sırayla izliyoruz. Kardinal Barbarin konuya dair üzüntülerini bildiriyor, prosedür olarak papazla Guérin’i yüzleştiriyor ama papazı görevden almıyor. Guérin’in hiçbir e-postasını cevapsız bırakmıyor, ama yapılacak bir şey olmadığını söylüyor. Guérin vazgeçmiyor, çünkü söz konusu olan yalnızca kendisi değil, aynı kiliseye çocuklarını da gönderiyor. Meselenin adını koyuyor, kilisenin pedofiliyle yüzleşmesi gerektiğini vurguluyor. Kiliseden kurumsal olarak bir çözüm bulmasını ve papazın görevinden alınmasını istiyor. Ancak başarılı olamıyor, bu yüzden de hukuki süreci başlatıyor. Bu bağlamda filmin gerçek anlamda başlangıcı, Guérin’in soruşturmayı başlatmasına denk geliyor.
“Ne mutlu yaslı olanlara! Çünkü onlar teselli edilecekler.” [i]
Guérin’in başlattığı hukuki süreç doğrultusunda daha önce açılmış davalar gündeme geliyor, François Debord da sürece dahil oluyor. Debord da, Guerin gibi çocukken aynı papazın istismarına uğramış. Debord’un ailesi bir dava süreci başlatmış ama onlar da başarılı olamamış. Aradan uzun yılların geçmesi nedeniyle Debord önce konuyu kapatmaya çalışıyor, ilgisiz davranıyor ve yüzleşmekten kaçınıyor. Film burada seyircileri de sorgulamaya yönlendiriyor: Mağdur olan kişinin utanması gerekir mi? Fail rahat bir şekilde hayatına devam ederken, mağdur toplum önüne çıkmaktan kaçınıyor. Debord yaralarının daha fazla deşilmemesini umuyor. Önce inkâr ediyor, ardından yüzleşmeye mecbur kalıyor. Mücadele etmeye karar veren Debord, Guérin’le tanışmak istiyor çünkü bu kıvılcımı ateşleyen o. Debord, Guérin’in adını soruşturmanın gizliliği ve özel yaşamın gizliliği açısından öğrenemiyor, ama bu olayı basına sızdırıyor. Debord, Guérin’in aksine inançlı biri değil ama Guérin de ilk adımı atma cesaretine sahip. Debord kendisi gibi diğer mağdurlara ulaşmaya çalışıyor. Esas sorumlu ve suçlu olması gerekenin hiçbir inisiyatif almayan, konuyu hasıraltı eden kilise olduğunu vurguluyor.
Bu noktada kilisenin kurumsal tutumunu hatırlamakta fayda var. Kilisenin esas amacı kendini korumak, kendi birliğini muhafaza etmek. Vatikan, II. Dünya Savaşı sırasında Papa XII. Pius öncülüğünde “tarafsızlık” politikası izliyor, Roma 1943’te naziler tarafından işgal edilmesine rağmen Vatikan “özgür” kalıyor. Kilise, kayıtsızlıkla yetiniyor. Birçok ülke papadan Hitler’i kınamasını beklerken, Katolik kilisesinin sözcüsü konumundaki Vatikan sessiz kalmayı tercih ediyor. Savaşın gidişatıyla beraber kınamalar geliyor, ama kilise naziler tarih sahnesinden silinene kadar faşizme karşı açık bir tutum sergilemiyor. Oysa zulme karşı çıkmamak zulme ortaklık etmek anlamına geliyor, tarih bunu gösteriyor. Suçu işleyen kadar, suçu bilip söylemeyen de tarih karşısında sorumlu. Gerçekler eninde sonunda gün yüzüne çıkmaya mahkum ve hiçbir karanlık sonsuza kadar sürmüyor.
“(…) seninle aynı gökkubbenin ve güneşin altında anılmaya değil fakat ancak karanlık bir köşede gömülüp kalmaya layık olan bu din kardeşinin önemsiz varlığını da tanı.”[ii]
Martin Luther Erasmus’a mektubunda böyle yazıyor ve Katolik kilisesine karşı açtığı savaşı desteklemeye onu da davet ediyor. Ama Erasmus Luther’in niyetinin kendisinden farklı olduğunu seziyor ve Luther’den çekiniyor. Ne evet ne de hayır diyor. Bu noktada Guérin ve Debord’un mizaçlarını karşılaştırmak gerekiyor. Guérin söz konusu bir mağduriyetin giderilmesi amaçlarken Debord topyekûn kiliseyi itibarsızlaştırmak, bir ateist olarak Katolik kilisesinin itibarını yerle bir etmek istiyor. Debord’un zihninde kilise kurumunun bizzat kendisi bir şer yuvası. Oysa Guérin inançlı bir Katolik ve metanetli davranmaktan yana. Debord yanına diğer mağdurları da alıyor ve kolektif hareket ediyorlar. Basın toplantısında mağdurlar açıkça ve kahramanca gerçeği söylüyor, kiliseyi suçluyorlar. Sürece yine çocukken istismar edilen Emmanuel Thomassin dahil oluyor. Thomassin diğerlerinin aksine bu mağduriyetin altında ezilmiş ve toplumdan uzakta yaşamış. Üstün zekâlı olmasına rağmen bir türlü dikiş tutturamamış, sosyal becerileri zayıf kalmış, kendi dünyasına saklanmış bir karakter. Bu mağdurlar grubu büyüdükçe Thomassin’i yalnız olmadığına ikna ediyor, bu da onun kabuğunu kırmasına yol açıyor.
Film boyunca meselenin çözümüne ilişkin yöntemler tartışılıyor, bir kısmı yıkıcı bir kısmı da oldukça yaratıcı öneriler sunuluyor. Uçak kiralayıp Vatikan üzerinden “bir organ” uçurmak da dahil olmak üzere kolektif kararlar alınıyor. Gerçek olaylardan ilham alan ve hâlâ devam eden bir sürece odaklanan film, mağdurların toplum önünde bir anlamda kahramanlaşması ve cesaretle hareket etmesi yönünde izleyiciye ilham veriyor. Gerçeği söylemek, kendi itibarını riske atmak uğruna söylemek kahramanca bir tutum. Grâce à Dieu, sinemanın dönüştürücü doğasını bize hatırlattığı için izlemeye değer bir film.
[i] Matta 5:4
[ii] Rotterdamlı Erasmus, Stefan Zweig. (Çev: Ahmet Cemal, Can Yayınları)