Gençler neden artık bir gruba ait olmak istemiyor?

THIS IS ENGLAND (Shane Meadows, 2006).

Bazen gereğinden fazla tarafsız olabilen DJ, gazeteci ve St Etienne’in klavyecisi Bob Stanley, 2013 tarihli kitabı Yeah Yeah Yeah’de, 20. yüzyılın bütün müzik türleri arasında “country müziğin modern pop çağından önce ortaya çıkan ve çağı atlatabilen tek tür” olduğunu söylüyor.

Stanley, çoğu türün ortalama beş yıl kadar hayatta kaldığını savunuyor. Ancak country nerdeyse bir asırdır ayakta duruyor. Stanley, country ile karşılaştırılabilecek türlerin sadece heavy metal ve rap olabileceğini, ikisinin de diğer türler biçim değiştirirken veya ömrünün sonuna gelirken devamlılıklarını sağlamayı başarabilen türler olduğunu söylüyor.

Bense İngiltere’de emo’lar ve hard rock takipçilerinin de bu uzun ömürlülük grubuna dahil edilebileceğini iddia edeceğim. Geçenlerde British Library’deki bir sergi gotik sanatı ele alıyordu ve izlerinin en azından 18. yüzyıla kadar uzandığını ortaya koyuyordu. Heavy veya hard-rock yarım yüzyıldır hayatını sürdürüyor ve ne saçını keseceğine ne de yaşlandığına dair bir alamet gösteriyor.

Genel olarak altkültürlerin geçiciliğine dair iç rahatlatıcı bir gerçek var. 1976’da (Londra) veya 1977’de (başka bir yerde) ilk punk dalgasını yakalayamadıysanız, siz daha onunla duygusal bir bağ kuramadan zaten kaybolmuştu. Woodstock’a katılmış, Joy Division’ı bir kuzey barında izlemiş, yasadışı bir partiye gitmiş olmak: Bunların hepsi bir zamanlar genç ve nispeten havalı olduğunuzun kanıtı.

Ben punk’ın tam bitmek üzere olduğu dönemi yakaladım. Sex Pistols hâlihazırda dağılmıştı ve devrimci olmasa bile yeterince kült olan The Stranglers, The Fall ve Pete Shelley’nin Buzzcocks’ı etrafa tükürüklerini saçıp can sıkıntısına ve kötü pop müziğe sövüyordu. O zamanlarda Lancashire’daki küçük kasabam da yaşlı, uzun saçlı ve kötü kokan insanlara ev sahipliği yapıyordu. Daha çok da yoksul yeni romantikler, kuzeyli soul müzisyenler, birkaç punk ve ska, Afgan kabanlarıyla bir hippi grubu, birkaç elektronik müzik takipçisi, iki de narsisist Roxy Music müridi vardı.

“Dazlak” olmak bir stil algısını paylaşmak demekti

16 yaşıma geldiğimde çizgili pantolonlarımı ve Dr. Martens botlarımı bir Oxfam yağmurluk ve göz kalemiyle takas edip bir süreliğine gotik olmuştum. Moda, en azından kıyafetler, müziği alttan alta destekleyen unsurlardı ve böylece ben de bir David Bowie, Scott Walker, Brel, Velvet Underground ve Patti Smith hayranına dönüşmeye başladım. Zevk algım genişlemişti ama çok da değil. O güne kadar 45 yaşından daha yaşlı ve bir punk grubu üyesi olmayan bir adama asla güvenmezdim.

Kasabamda elbette en kalabalık gruba mensup olan birkaç kişi de vardı: hiçbir şeyler. Bunlar futbol oynamaya çok meraklıydı, tiner koklar veya ot içerlerdi, kızlarla birlikte olmaya ve seks yapmaya erken başlarlardı. Ama plak koleksiyonu yapmaya, Liverpool’a konsere gitmeye veya saçlarını beyaza boyamaya üşenirlerdi.

Şimdi kasabada veya yaşadığım yer olan Totnes’ta, hiç fark etmez, Londra veya Manchester’da gezdiğimde kuzgun siyahı saçları olan emo’lar ve deri ceketli rock’çılar haricinde hiçbir tarza mensup insan göremiyorum. Gördüğüm tek tip bir kıyafet. Çeşitli isimleri var, ama “hipster” en yaygını. Bu tarzın formülü ise komik ve özgün tişörtler, dar paçalı pantolonlar, ironik bir biçimde tüvit ceketler, garip topuklu ayakkabılar veya Taliban sakalı.

Başka? Belki bir şapka, birbirinin aynısı hipster’ların kafasında. Aksi takdirde sokakları aydınlatan başka bir şey yok, belki iyi bir gününüzde geçmiş stillerin kötü taklitlerine rastlayabilirsiniz.

Hipster öldü, çok yaşa hipster!

Toplumun bu kadar sığlaşmasının milyonlarca sebebi var. Sosyal medya “like” ve “retweet” tuşlarıyla çete konformizmini teşvik ediyor. Amazon ve diğer perakende siteleri trendleri belirleyen algoritmalar yazdılar, örneğin biri Sonic Youth sevdiğini dile getirdiyse Firehouse ve Dinosaur Jr’ı da sevmek zorunda olduğu tahmin ediliyor, belli ki kısa devre yapabilecek bir tercih. Ayrıca “retromania” olgusunun ve dijital medyanın tüketicileri her şeye çok hızlı ve tek seferde erişmeye teşvik etmesi var. Moda ve müzik artık bir anla veya olayla ilintili değil.

Primark modaları yiyip bitiriyor ve kendin-yap akımını orta sınıf yapmacıklığıyla ilişkilendiriyor. Bu esnada Nathan Barley gibi televizyon programları, Vice ve Dazed & Confused gibi dergiler çeşitli akımları daha tam gelişmeden yiyip bitiriyor ve tamamen hazır ve paketlenmiş olarak kitle piyasasına sunuyor. Artık hiçbir kült özel değil, hiçbir mezhep gizli değil. Birisi, bir yerlerde, akıma bir ürün yapıştıracak ve hak iddia edecek.

Dinamik ve çeşitli altkültürlerin bir arada bulunduğu zamanların tadını çıkaran orta yaşlılar da problemin bir parçası olabilir.

University of Surrey’den sosyolog Dr. Paul Hodkinson’a göre hala az sayıda kendine özgü genç gruplar ve altkültürler var. “Ve en azından bunlarda isyandan öte gelen bir kaçış anı veya meraktan ziyade, gerçekten o gruba ait olmaya hevesli olma eğiliminde bir artış var.”

“Metal, gotik ve bunların yan tarzları, kaykay ve hardcore punk ayırt edilebilir örnekler. Daha yaşlı katılımcılar üzerindeki araştırmalar gösteriyor ki, bu insanların aidiyet ve dahil oluşları bazen yetişkinliğe de uzanabiliyor; her ne kadar başka bir çok açıdan gençlik enerjisine sahip olsalar da.”

Otuzlu yaşlarının sonlarında olan birçok kaykaycı ve grup tişörtleri iyice eskimiş olan göbekli adamlarla dolu konserler gördüm. İlk gençlik yıllarını bu altkültürlerin en iyi döneminde geçirmiş olan 40-65 yaş arası neslin hâlâ bu kültürler üzerinde hak iddia ettiği çok bariz. BBC 6 Music’in kiliseye John Peel adına bağışta bulunması, indie’cilik ve bunun saçları yeni kırlaşmış sunucuları, 1980 gibi zirve yapan bu müzikal tavrı yaşatıyor.

Elaine Constantine’in geçtiğimiz yıl vizyona giren Northern Soul filmi oldukça popülerlik kazandı, zira binlerce ellili yaşlarındaki insana eskiden ne kadar havalı olduklarını hatırlattı. Bazı insanlar havalı olmaktan vazgeçmek istemiyor.

Peki, günümüz gençliğinin bu Peter Pan postmodernizmine karşı saldırı yapacak herhangi bir şeyi var mı? İnternet sürekli “Haul” gibi alışveriş video-blogger’ları, 90’ların internet kültürü ve cosplayer’larına şüpheli bir nostalji duygusu besleyen denizkızı görünümlü punk’lar gibi iğrenç ve sahte görüntüler kusuyor.

Ama “Anarchy in the UK”in açılış akortlarına rakip olabilecek bir şarkıya, yoldan geçen bir Vespa’nın arkasında bıraktığı egzoz kokusuna veya orijinal bir Mod’a rakip olabilecek yeni bir şey ne şehir sokaklarında ne de gökyüzünde bulunabilir.

Modern kültürdeki birçok diğer eksiklikle birlikte, müzik ve moda aracılığıyla bir araya gelen grupların neslinin tükenmesi de işçi sınıfının ortadan kalkmasına bağlanabilir. Modern altkültürlerin birçoğu daha çok mesleki loncalar. IT çalışanlarının hepsi birbirine benziyor, grafik tasarımcılar da keza öyle. Emek ve boş vakit arasında bir eleme oldu, bununla eşzamanlı olarak da keskin zekâ ve isyankâr dağınıklık uysal bir girdabın içine çekildi.

Kota takıntılı adamlarla tanışın

Bir zamanlar şehir ordularıyla karşılaştırılan futbol grupları bile milyonluk oyuncular, büyük marka sponsorlukları, tamamı koltuklu stadyumlar ve fahiş bilet fiyatlarıyla yeryüzünden silindi.

Toplum esasında genel olarak artık, dürüst olmak gerekirse, daha az çeşitli, daha az renkli, keyiften çok işe odaklı ve yüzeysel olarak daha homojen. Bu da bence 60’lar, 70’ler ve 80’lere göre çok daha derin ve sinsi fikir ayrılıklarını gizliyor. Çocuklar için artık her şey yolunda değil, hepsi aynı.

Paul Hodkinson buna katılmıyor: “Bu daha çok çeşitliliğin kolektif gruplarla kurulan sadık bir bağ biçimini mi aldığı, yoksa bazı şeylerin bundan biraz daha karmaşık ve değişken mi olduğu sorusu ile ilgili.”

“Belki de ayrıca şunu hatırlamak çok önemlidir, altkültürler Lâle Devri’ni yaşarken bile esasında çok az sayıda insanın meşgalesiydi – yani, evet, bazı şeyler değişmiş olabilir ama geçmişe pembe gözlüklerle bakmak da çok kolay.”

Ama yine de bu sahneleri gözlemlemeyi bu kadar büyüleyici ve içinde bulunmayı da bu kadar eğlenceli kılan bunların küçüklüğü ve şahsına münhasır oluşuydu. Bu konuda benim de gözlüklerimin pembe olduğunu kabul ediyorum – neyse ki pembe her zaman punk bir renkti.


*Bu yazı, Merve Evirgen tarafından Chris Moss’un telegraph.co.uk’de yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share