Ferhan Şensoy’a kişisel bir veda

2001. 5. sınıftayım. 5. sınıfta olmanın verdiği cesaretle oyun yazıyorum. Magnum opus’um hasta bir adamın vücudundaki iki mikroptan hareketle organların çalışma prensiplerini anlatan Zehirli Patlıcan. Spoiler vermek gibi olmasın, ama sonunda meselenin patlıcandan değil sigaradan kaynaklandığı ortaya çıkıyor. Bunu muştulayan final pek de başarılı sayılmaz, hatta bu sıfatın küfür gibi kullanılmadığı bir dönem için bile fazla didaktik, ama iki mikrobun atışmalarını yazmak ve 1. Mikrop’u oynamak çok eğlenceli. Sahne tahtanın önü, oyuncular sınıf arkadaşlarımdan kimi ikna edebiliyorsam o, o sıralar bize büyük bir teveccüh gösterdiğini düşündüğüm seyircimiz, yani benden sıkıldığı için kumpanyamızla ilişiğini kesmiş ya da bu işlere baştan bulaşmamış diğer sınıf arkadaşlarım ise muhtemelen oyunun içeriğinden çok dersin yapılmayışla ilgileniyor. Bir gün Sahibinden Satılık Birinci El Ortaoyunu’nu izliyorum. Tiyatroya dair çok az bilgiye, ama yazmakla, güldürmekle ilgili büyük bir isteğe sahip bünyemin tam da aradığı türden bir mizahla karşılaşıyorum. Tamamını anlamadığımdan eminim, ama çok güldüğümü hatırlıyorum. Çıkışta Ferhan Şensoy kitaplarını imzalıyor. Adını ilk defa duyduğum Güle Güle Godot’yu kapıp ona uzatıyorum. İmzalarken adımı soruyor, oyun yazdığımı öğrenince gülüyor, kitaba “Can’a sevgiyle, büyüyünce gene okusun diye,” yazıyor. İlerleyen günlerden birinde Sahibinden Satılık Birinci El Ortaoyunu’nun ufak bir bölümünü kendim bulmuş gibi, aklımda kaldığı kadarıyla tekrar yazıyorum. Save-ettin, İnternettin, Diskettin gibi hatırladığım karakterleri ekliyor, oyunun adını da Sahibinden Satılık Dijital Ortam koyuyorum. Yazan ve yöneten benim, Save-ettin Bey rolü de bende. Utanç verici bir özgüvenle giriştiğim “içinden intihal geçen oyunun” sınıf tahtasının önündeki prömiyeri, save’i “seyv” diye değil yazıldığı gibi okumakta ısrar eden sınıf arkadaşıma fırça atmamla sonlanıyor.

2006. Lise ikideyim. Lisede olmanın verdiği liselilikle şiir yazıyorum. Yüreğimin dallarına oturup öpüşen çiftlerden, içimdeki yazma tutkusuyla yanan ormanlardan falan bahsettiğim dizelerin art arda sıralandığı kâğıtlara “Ayrılık” diye başlık atıyor, sonra daha havalı görüneceğini düşünerek “Firak” diye değiştiriyorum, tesarusçu bir şairim. Sınıfça Godot’yu Beklerken’i okuyoruz. Türk Dili ve Edebiyatı hocamız elimize bir kalem almamızı istiyor, 2-3 cümlede bir heyecanla “Altını çizin!” diyor. Çiziyoruz, bir yandan da kitabın neredeyse tamamı çizik içinde kaldığı için gülüyoruz. Bu kadar önemli ne olabilir ki? Hoca geri dönüp altını çizdirdiği yerleri teker teker açıklamaya başladığında %100 haksız olduğumuz ortaya çıkıyor. Hocaya zaten hayranız, meğer Beckett de dâhiymiş. Godot’yu Beklerken’den Sartre’a ve varoluşçuluğa sekiyorum, Varoluşçuluk’u okumak dünyanın tüm sırlarına vakıfmışsın gibi bir his uyandırıyor. Gözüm bir şekilde tekrar Güle Güle Godot’ya ilişiyor, artık Godot’yu Beklerken’i de bildiğim için daha iyi anlayabileceğimi düşünüyorum. Okumaya başlayınca metnin hemen başındaki şarkı dikkatimi çekiyor.

BEKLİYORUZ GODOT GİTSİN ŞARKISI

Uyduk Beckett’e
Bekledik onu
Gelmedi Godot
Godot gelmedi
Sorduk Beckett’e
Kim lan bu Godot?
Samuel Beckett
Suskunluğu korudu
Susunca haklı
çıkıyor insan
Bir bok denizindeydik
Umuttu Godot
Godot’ydu moda!

Godot’yu Beklerken sevgim sürse de okulda günlerdir didik didik ettiğimiz, kutsal kitap muamelesi yaptığımız eserin böyle tersyüz edilmesi beni çok heyecanlandırıyor. Bu dizeleri bir kâğıda yazıyor, edebiyat hocamıza götürüp okutuyorum. Gülüyor, “Sen mi yazdın bunu?” diye soruyor. Sanırım esas niyetim bir kez daha ben yazmışım gibi davranmak, başka türlü kitabı götürmek yerine kâğıda yazmamın mantıklı bir açıklamasını bulamıyorum, ama bu kez beş yıl önceki gibi yapmıyor, belki de bir grup 5. sınıf öğrencisinin aksine bir edebiyat hocasının karşısındayken yakalanma riskimin daha yüksek olduğunu fark ederek Ferhan Şensoy’un yazdığını söylüyorum. Yine de hoca böyle bir şey yazabileceğimi düşündüğü için mutluyum.

2009. Hukuk fakültesindeyim. Mezun olduğum lisenin mezunlar tiyatrosu ekibine dahil oluyorum. İlk defa Kalemimin Sapını Gülle Donattım’ı okuyorum. Bu üsluba aşinayım, küçüklüğümden bu yana ailemden duyduğum pek çok kelime oyununun Ferhan Şensoy’un yazdıklarından uyarlandığını fark ediyorum. İlk aklıma gelenler “X’lerden bir demet” kalıbı ve karşı tarafın sarf ettiği bir cümledeki iki ayrı unsur da anlaşılmadığında kullanılan “X ne? Y kim?” sorusu. Bizimkilerin favori repliklerinden bir diğeri Geceler oyununda Metin Akpınar’ın ağzından duyduğumuz “Önünüze bakın…”. Başkasının adına utanılan ve ne deneceği bilinmeyen anlardan sıyrılmak için pek faydalı, yalnız ı’sını bolca uzatmak gerekiyor. Fakülteyle aramdaki mental bağı kısa sürede koparıyorum. Bölümün en çok (süperlatifliğim tutsa “tek” de diyebilirdim, ama süper latif biri olmayı daha çok önemsiyorum) ilgimi çeken yanı cevabını bilmediğim sınav sorularına bonkörce yerleştirdiğim Latince deyimler (favorim nullum crimen, nulla poena sine lege, plase Ignorantia juris non excusat), hukukun en sevdiğim özelliği ise sükûtun ikrardan geldiği hâlleri istisna sayması oluyor. Susunca hukuken de haklı çıkıyor insan, en azından haksız çıkmıyor. Mezunlar tiyatrosu ekibiyle önce Tennessee Williams’ın Yaz ve Duman’ını, sonra Aziz Nesin’in Bir Şey Yap Met’ini çıkarmaya çalışıyoruz, çıkmıyor. Benden hukukçu da çıkmıyor.

2015. Yüksek lisanstayım. Zamanı gelince tezliye geçerim diye düşünerek sinema ve tiyatroyu birleştiren bir bölüme tezsiz girmişim. O zaman çoktan gelmiş, haberim yok. Akademik kariyerimin neden hep haberim yokluklar içinde geçtiğini düşünüyorum. Türkiye Sineması Tarihi dersinin bir ödevinde Susuz Yaz (Metin Erksan, 1963), Hakkâri’de Bir Mevsim (Erden Kıral, 1983), Bahoz (Kazım Öz, 2008) ve Kış Uykusu (Nuri Bilge Ceylan, 2014) arasında hasbelkader bir bağ yakalayıp bu filmlerdeki aydın temsilini incelemişim, yüksek lisans tezimin konusunun da “Türkiye Sineması’nda Aydın Temsili” olacağını düşünüyorum. Konu “Öyle kahve falı bakan tez istemiyorum, pratiğe pas atan bir konu bul,” diyen bölüm başkanından veto yiyor. Bir gün içinde yeni bir konu bulmak mecburiyetiyle karşı karşıya kalıyorum. İlham alırım umuduyla evdeki kitaplara göz gezdiriyorum. Kendimi bir kez daha elimde Güle Güle Godot’yla buluyorum. Bu sefer “Bekliyoruz Godot Gitsin Şarkısı”nın en çok dikkatimi çeken dizeleri şunlar oluyor: “Samuel Beckett suskunluğunu korudu / Susunca haklı çıkıyor insan”. Türk Dili ve Edebiyatı hocamızın gülümseyerek “Altını çizin!” deyişi geliyor aklıma. Çiziyorum. Tezi yazarken bir şekilde bağlanırlar umuduyla işin içine Persona’yı (Ingmar Bergman, 1962) da katıyor, konu önerisini bölüm başkanına gönderiyorum. “Güzel. Bu olur Can,” diye cevap geliyor. Başlık “Ingmar Bergman’ın Persona filminden hareketle ‘susan anlatıcı’ modeli önerisi ve bu model kullanılarak yazılacak yeni çalışmalar için olanakların araştırılması” olarak netleşiyor. Güle Güle Godot olmasa da Godot’yu Beklerken’den tezin son bölümünde faydalanıyorum, sahne somutluğu üzerindeki eylem, hareket ve ataleti birbirinden ayırmak için güzel bir örnek oluyor. Birkaç yıl sonra aydın temsili için Türkiye sinemasının tamamına bakmanın, doktora tezim için de fazla geniş bulunacağını henüz bilmiyorum. Kimsenin aydın gevezeliğine ihtiyacı yok gibi görünüyor, ben de susanlara bakıyorum.

2019. Doktora tezimi yazıyorum. Aydın temsili Nuri Bilge Ceylan filmleriyle sınırlanmış, tezin çatısı metinlerarasılık, mekânsallık ve çocuksulaştırma gibi birkaç kavram üzerine inşa edilmiş. Yöntem adlı bölümde uzun uzun “eleştirel söylem analizi” yaptığımı anlatıyorum, ama esas taktiğim şu: Yazabildiğin kadar yaz, takıldığın yerde Nurdan Gürbilek’e sor. Sahiden de elime aldığım her Nurdan Gürbilek kitabı ayrı bir bölümün kilidini açıyor. Benden Önce Bir Başkası’yla metinlerarasılığı, Yer Değiştiren Gölge’deki “taşra sıkıntısı” kavramıyla mekânsallığı, Kötü Çocuk Türk’teki kudretsiz baba tasviriyle çocuksulaştırmayı çözüyorum. Gürbilek’i kendi dilinde okuyabildiğim için şanslı olduğumu düşünüyorum.

Şubat 2021. 30 yaşında olmak dışında bir meziyetim yok. Memet Ali Alabora’yla yapılan bir röportajı okuyorum, şöyle diyor: “Tabii ki nadir de olsa fikrini söylemeye devam eden arkadaşlarım oldu. Ama sanıyorum bir çetele tutulacaksa, hayali bir çetele -yani oturup da yazmıyorum bunları ama- teslim olanlar en çok acıtanlar galiba. Ve bu teslimiyet kimi zaman birlikte fotoğraf çektirmek, kimi zaman daha öteye giden bir teslimiyet olmuş oluyor.” Sevdiği sanatçıların falsolarını “Devlet çağırırsa gidilir,” ya da “Mühim olan sanatı,” gibi laflarla meşrulaştırmaya çalışanlara karşı sanatçı-devlet ilişkisindeki denklemin tam da buradan kurulabileceğini fark ediyorum. Birileri bu uğurda sürgün edilmişken en azından o fotoğrafı vermemek çok da zor olmasa gerek diye düşünüyorum.

Bugün. Ferhan Şensoy’u kaybettik. vesaire’nin sayfalarında geziniyorum. Sitede altı yüze yakın yazı var, ama Onur Sefer’in “Mizahın evrenselliği ve tehdide dönüşen komedyenler” başlıklı yazısı (mizahla, özellikle de mizahın tehdide dönüşmesiyle ilgili bir yazıda onun adının geçmemesi abes olurdu nitekim) dışında ondan hiç bahsetmemişiz. Beceriksizce bu boşluğu doldurmayı deniyorum. Onun üslubu benim nezdimde Nurdan Gürbilek’e dair söylediklerimi bir adım ileriye taşıyor. Onu da kendi dilinde okumak, izlemek, (“YouTube ne? Spotify kim?” demesine rağmen podcast’e dönüştürülmesine müsaade ettiği cevapları sağ olsun) dinlemek büyük lütuf, ama onun Türkçeyle yaptıkları sadece Türkçe için geçerli olabilirmiş gibi geliyor. Bağlamıyla açıklandığı takdirde “taşra sıkıntısı” kavramını başka bir dile aktarmak, sözcük için doğrudan bir karşılık bulmak pekâlâ mümkün, oysa “Siktiriniz gidiniz,” gibi en basit Ferhan Şensoy icadının bile Türkçe dışındaki dillerde karşılığını bulmak zor. Tabii onun övgüyle bahsetmek gereken tek yanı bu dil ya da bu dilin konuşulduğu ülkenin tiyatrosu için yaptıkları değil. En mânâsız eksenlerden en ateşli tartışmaları çıkarmak konusundaki mahirliğini hiçbir mecraya kaptırmayacak gibi görünen Twitter’da da işaret edildiği gibi kimi zaman bugün buradan bakınca şaşırtabilecek siyasi pozisyonlara savrulduysa da “o fotoğrafı” hiç vermediğini, hiçbir zaman teslim olmadığını görüyorum. O bir kitaba “Can’a sevgiyle, büyüyünce gene okusun diye,” yazalı 20 yıl oldu. Onun yazdığı bir oyunu gene okuyacak kadar büyüdüm mü, gene okurken Türkçeyle yaptığı numaraların hepsini yakalayabiliyor muyum bilmiyorum, ama onun yazdığı her şeyi gene okumaktan büyük bir keyif alıyor, o bu dilde genelerce yazdığı, bu dille genelerce yaşadığı için kendimi şanslı addediyorum.

1 Yorum
  1. Sevgili Can Kocak, bir solukta okudum vedanizi. BUNDAN sonra Dimagima kazinacak olan bir cumleniz ise: Kimsenin aydın gevezeliğine ihtiyacı yok gibi görünüyor, ben de susanlara bakıyorum. Tesekkurler.

Ayse için bir cevap yazınCevabı iptal et

Benzer Yazılar
BREAKFAST AT TIFFANY'S (Blake Edwards, 1961).
daha fazla

Moda demokratik olabilir mi?

Lee Alexander McQueen’in intihar ettiği haberini okuduğumda günlerce yas tuttum. Modanın ne anlama geldiğini kavramamı, o dünyayı keşfetmemi…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et