Feminizm ve vicdan maskesinin altında: Barbie ve Oppenheimer

Görsel: Warner Bros (Barbie) ve Universal Pictures (Oppenheimer).

Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon (Doğu Batı Yayınları, 2022) kitabında “Sinema, tarihin ortadan kaybolmasına ve egemenliği bir arşivin eline geçirmesine bizzat katkıda bulunmuştur,” der. Tüketimin içinde kaybolduğumuz günümüzde tükettiğimiz şeylere eleştirel bir bakış getirebilmek gitgide daha büyük bir önem kazanırken popüler kültür ve medya her gün yepyeni tuzaklarla karşımızda dikiliyor.

2023’ün merakla beklenen filmleri Barbie ve Oppenheimer geçen hafta sonu seyirciyle buluştu. İki film, aslında yüksek prodüksiyonlu anaakım Amerikan filmleri olmak dışında hiçbir ortak nokta barındırmamasına karşın aynı gün vizyona girmeleri sebebiyle medya ilgisinin odağına yerleşti. Aralarındaki kontrastın yarattığı mizah, her iki filme de akıl almaz bir pazarlama kampanyasının kapılarını aralamış oldu. Her iki film için de fazlaca yazıldı çizildi, ikisi de sayısız şakanın nesnesi oldu. Birinin kahramanı yıllarca kız çocuklarını ve kadınları kusursuz beden algısına, tektipleşmeye ve özgüvensizliğe iten bir oyuncak bebekken, diğerinin kahramanı da 200 binden fazla kişinin ölümüne sebep olan Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan “atom bombasının babası” Robert Oppenheimer. Barbie feminist dokunuşlarla beyaz perdede kendini yeniden inşa ederken, Oppenheimer da atom bombasının babasının vicdan mastürbasyonunu gururla üstlenerek sempati toplamayı başardı. Peki, bu iki şaibeli karakterin yeniden inşası tam olarak neye hizmet ediyor?

Barbie, piyasaya sürüldüğü ilk günden beri gerçekdışı bir estetik algısı yaratarak kusursuz imaj fetişine hizmet etti, tüketim kültürünün muhafızı oldu, toplumsal cinsiyet rollerini besledi ve stereotipik bir kadın algısının yerleşmesinde rol oynadı. Özellikle 90’larda feminist ideolojinin ivme kazanmasıyla, Barbie bu olumsuz etkileri yüzünden eleştirilerin odağında yer aldı. Bunun üzerine Barbie’yi üreten Mattel çareyi farklı beden ölçülerinde, farklı mesleklerde ve farklı etnik kökenlerde Barbie’ler üretmekte buldu.

Barbie, şimdilerde Hollywood’un feminist yönetmeni Greta Gerwig imzalı filmiyle yeniden gündemde. Hem de hiç olmadığı kadar. Öyle ki, insanlar haftalar öncesinden Barbie’yi izlemek için sinemaya giderken yapacağı kombini düşünüyor, sinema salonları pembe kıyafetlere bürünmüş gençlerle dolup taşıyor, sosyal medyada Barbie ikonları ve filtreleri adeta kol geziyor, filmin başrol oyuncusu Margot Robbie’nin filmin basın turunda giydikleri modaya yön veriyor, giyim firmaları Barbie koleksiyonları çıkarıyor, yiyecek markaları pembe soslar çıkarıyor, filmin çekiminde kullanılan pembe boyadan dolayı dünyada pembe boya kıtlığı yaşandığı konuşuluyor.

Barbie anlatısını tersyüz edip meseleyi yenilikçi ve protest bir perspektiften ele alıyormuş gibi görünen Gerwig, feminist ideolojiden ziyade kapitalizme ve dolayısıyla da –bir açıdan– ataerkiye daha çok hizmet etmiş gibi duruyor. Belki unutulmaması gereken yegane şey, kapitalizmin kendi varlığının devamlılığını ve meşruiyetini sağlayabilmek için kendisine doğrultulan silahları da biçimsizleştirerek kendi safında oyuna dahil edebilme kabiliyetidir. Barbie filmi bunun belirgin bir örneğini sunuyor. Öyle ki, kapitalizm, feminizm gibi bireyciliğin karşısında konumlanması gereken bir ideolojiyi bile en büyük işbirlikçisi haline getirebiliyor. Böylece Barbie filminin niyeti ne kadar iyi olursa olsun, çılgın bir reklam ve tüketim furyasının fitilini ateşleyerek ve sorunsallaştırdığı erkek egemen dünyayı, hakim ideolojiye özgü yollarla pazarlayarak ironik bir durum ortaya çıkarıyor.

Barbie sinematik ve mizahi yönüyle, seyir zevkiyle ve bir klişeyi yapıbozumuna uğratmadaki azmiyle takdire şayan görülebilecek olsa da, bu yazı filmleri sinema bağlamında değil söylem ve ideoloji bağlamında değerlendirmeyi hedefliyor. Filmde nihai çözüm olarak kendine dönmek, kim olduğunu keşfetmek ve kendini gerçekleştirmek gibi bireysel çıkış yolları ilahlaştırılıyor ve çözüm yine bireyde arıyor. Bize kitle iletişim araçları yoluyla sürekli pompalanan bu bireysel çözüm önerileri, hakiki bir toplumsal değişimin önündeki en büyük engeli sinsice oluşturuyor. Bu bağlamda kapitalizmin popüler kültürün olanaklarına sığınarak “feminist anlatı” kisvesinde yeniden ürettiğini görmek güç değil.

Aslına bakılırsa, Barbie ve Oppenheimer’ın aynı yazıda buluşması bile bir hayli ilginç. Biri pespembe ve fantastik bir hikaye anlatırken diğeri tarihin en büyük suçlarından birinin perde arkasını gözetleyen ağır bir tarihi dram filmi. İşte tam da aralarındaki bu keskin zıtlık, aynı gün vizyona girmeleriyle birleşince birbirlerinin şanından güç aldıkları gümbürtülü bir reklam kampanyasına dönüştü. Bolca ekmeğini yedikleri zıtlıklarına karşın önemli ortak noktalar da barındırıyorlar. İkisi de son derece hassas ve dikenli bir meseleyi (erkek egemen dünya ve Hiroşima’ya atılan atom bombası) merkeze alarak sorunsallaştırdıkları meseleleri farklı makyajlarla etkisizleştiriyorlar.

Oppenheimer, Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombasının yarattığı yıkımdan ziyade bombanın ortaya çıkış sürecine odaklanıp sinematografik avantajları da kullanarak zorlama bir epik üslup tutturuyor. Biyografik bir anlatı tercih edildiği için seyirci filmi izlerken genellikle Oppenheimer’la duygudaşlık kurma eğiliminde oluyor. Hatta belki de tarihi sonuçlarını bilmesine karşın Manhattan Projesi’nde görev alan ekibin bombayı üretmekte başarılı olması için onlarla birlikte heyecanlanıyor. Film, süresinin çoğunu kişisel kindarlıklara ve bürokratik entrikalara harcarken Oppenheimer’la kurdurmak istediği empati için harcadığı eforun onda birini atom bombasının yarattığı yıkımı hissettirmek için harcamıyor.

Filmde Oppenheimer’ın atom bombasının “başarılı” olmasının ardından yaptığı konuşma esnasında vicdanının sesine yenilerek kendisini dinleyen sevinçli kalabalığın yüzlerini patlamadan dolayı deforme olmuş gibi gördüğü halüsinatif bir sahne var. Ucuz bir günah çıkarma töreninden öteye geçemeyen bu sahne haricinde film, yıkımı somut bir şekilde göstermek için herhangi bir girişimde bulunmuyor. Bu gayet tabii filmin niyeti ve odağıyla ilgili. Fakat herhangi bir anlatıyı söylem ve ideoloji bağlamında çözümlemeye soyunduğumuzda her niyet ve tercih şüpheci bir tavırla tartışmaya açılmalı.

Oppenheimer, Robert Oppenheimer’ın sol görüşe eğiliminin ve sonraları geliştirdiği nükleer bomba karşıtı tutumunun bedelini çok acı bir biçimde ödediğini gözler önüne seriyor. Oppenheimer, Sovyet casusu olmakla suçlanıyor, takip ediliyor ve sorgulanıyor. Amerikan sineması, II. Dünya Savaşı sonrası komünizm düşmanlığının vardığı noktaları, McCarthy’ciliği, paranoyaklaşan Amerika iktidarını eleştirmeyi ihmal etmese de bu eleştiriyi yaparken Sovyet dönemi yaşanan bir “kaza” olan Chernobyl faciasını anlattığı 2019 yapımı Chernobyl dizisinde Sovyet bürokrasisini eleştirirken takındığı kadar acımasız ve eleştirel bir tavır takınmıyor. Bu noktada unutulmaması gereken şey, özellikle Hollywood ekseninde gelişen Amerikan sinemasının özeleştirel özgürlükten sonuna kadar faydalanıp propagandasını sinsice gölgelemeyi başardığı gerçeğidir. Hollywood bunu II. Dünya Savaşını anlatırken de, Vietnam’ı anlatırken de, Hiroşima’yı anlatırken de usta bir kurnazlıkla yapmayı başarır.

Amerikan yapımı bir filmin Amerikan propagandası yaptığını öne sürmek şaşırtıcı bir tez değildir elbette, fakat bunu gölgelerken kullandığı karşı söylemi ve stratejileri konuşmak doğru bir okuma yapabilmek için elzemdir. Amerikan sineması tarihi bir olayı beyaz perdeye taşırken daima düşmanlar ve kahramanlar yaratır. Kimi zaman –özeleştirel özgürlüğün ve üstünlüğün vermiş olduğu güven ve itibarla– düşmanlar da Amerikandır, fakat kahramanların Amerikan olmadığına hiç rastlanmamıştır. Oppenheimer filminin de vicdan muhakemesi ve özeleştiri maskesinin altında epik bir üslup sakladığı unutulmamalıdır.

Temelde Barbie de Oppenheimer da sorunu deşifre etmekten ve yenilikçi bir anlatı yaratmaktan ziyade simülatif bir gerçeklik oluşturarak gerçeğin etkisizleşmesine hizmet ediyor. “Barbie bebek” de, “atom bombası” da tehlikeli bulunduğu için hikayenin öznesi konumuna taşınsa da, hem Barbie’nin hem de atom bombasının sempatik bulunacağı bir pazarlama ve reklam stratejisinin ortasında buluyoruz kendimizi.

Jean Baudrillard, simülasyon kuramında bu durumu vurucu bir örnekle açıklıyor: Birey televizyonda Sudan iç savaşı ile tuvalet kağıdı reklamını aynı duyarsızlıkla izlemektedir. Kumandayla bir tuşa bastığında Sudan iç savaşı da tuvalet kağıdı reklamı da gözlerinin önünden gidecektir. Gerçeklik orada tüm varlığıyla dururken bile, her şey bir görüntüden ibarettir ve cansızdır. Aynı durum Barbie ve Oppenheimer filmleri için de geçerlidir. Yaratılan popülist simülasyonla bahsedilen sorunların ağırlığı hafifletilmiş ve tesiri azaltılmıştır. Filmden çıktığımızda erkek egemen dünya ya da kitle imha silahları eskisinden daha önemli değil, aksine daha önemsiz bir hale gelmiştir. Seyirci ataerkilliğe ya da Hiroşima’ya karşı daha duyarlı değil, aksine daha duyarsızdır.

Baudrillard’ın dediği gibi: “Gerçek, bir daha asla geri dönmeyecektir.”

Desteğiniz bizim için önemli. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.

Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

5 Yorum
  1. Bu gündem karşısında hissettiklerimi tam olarak ifade edemiyordum, bu yazı resmen okudukça beni aydınlattı. Aklınıza sağlık

  2. İki filmdede sanatçıların inputunu sıfırlayıp tamamen büyük şişko kapitalist adamların amaçlarına hizmet eden şeyler olarak gösterdiğinize şaşırırdım, ama başında zaten medyanın filmin bizi zehirlediğini düşünen alıntınıza bakınca hiç şaşırmadım. Sanat tarihi ve edebiyat bu tür yazılar yüzünden atladığımız önemli konular. Elinize sağlık.

  3. Sistem, kendisini sadece destekleyecek seylere hizmet edenlerin gorunur olabilecegi sekilde tasarlandigi icin size sonuna kadar katiliyorum. Yazdiginiz yaziyi cok guzel buldum emeginize saglik.

  4. Yazınıza katılmakla birlikte, dediğiniz gibi 1990 sonrası Barbie eleştirilerinin çözüm yolu olarak yeni tip Barbie’leştirmenin bu film ile artık ivmesinin kırılacağını ve yine beyaz, sarışın Barbie tiplemesinin dünyada hakim olacağı bir dönüm noktası olacağını düşünüyorum. Çünkü Victoria Secret de Barbie de bu yeni siyahi, her ırka göre Barbie tiplemesinin kendisine kar getirmediğinin farkında. Oppenheimer konusunda ise komünizm olgusunun baskın verilmesi belki de o vicdani mastürbasyonun en çarpıcı olgusu. Her ne kadar komünist olmasa da Robert, ağabeyi yakınları komünist ve onlara yardım ediyor. Bu da onu komünizmin kabul görürlülüğü ve teorisi açısından ‘insanı’ öne çıkarmanın önkoşulu olarak görülebilir. Bu da yine Robert’i tarih sahnesinde aklamaya yol açar ki filmin son sahnesindeki Strauss karakteri ile Robert’in peş peşe sahnelerinin gelmesi seyircide bu tercih ayrımını pekiştirmiştir. Görece kötü lans ettikleri Strauss karakteri Robert’e doğru savlarla saldırır iken ‘karizmatik’ Robert, vicdanen kötü hisseder bir bünyede resmedilmiştir, bu da seyirciyi Robert ile daha çok bağdaştırmıştır.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Şiir nereye kayboldu?

Şiirden bahsederken aklınızda canlanan sahne orta yaşlı, bekar, orta sınıf bir erkeğin rakı masasında otururken size epey anlamsız…
daha fazla

Böreğin tarihi

Sultan IV. Mehmet (sal. 1648-1687) döneminde, Divan-ı Hümayun her sabah Topkapı Sarayı’nın Kubbealtı bölümünde toplanırdı. Sadrazam ve vezirler…
Total
0
Share