Etkisiz tepkisellik: Adaletsizliğin ortasında tık bağımlılığı

Türkiye gibi siyasal iklimi bizzat adaletsizliğin belirlediği ülkelerde adaleti arama ve sağlama yöntemleri de giderek karmaşık hâle gelebiliyor. Kimileri adaleti dokunulamaz yargı sisteminin yüceliğine güvenle teslim edip aksinin işleyen düzeni bozacağına inanırken kimileri de bunun yalnızca toplumsal bir gücün desteğiyle sağlanabileceğini düşünüyor. Selçuk Kozağaçlı’nın bir konuşmasında sağlıklı işleyebilmesi adına güvenin aksine “güvensizlik” temeli üzerine kurmamızı önerdiği toplum ve yargı ilişkisi tam da bu noktada avukatlardan, savcılardan, müvekkillerden ve mahkemelerden dışarı çıkarak evinde oturan biz vatandaşların telefonlarına kadar ulaşıyor. Bir sabah uyanıyoruz, kendimizi öyle ya da böyle adaletsizliğin endişelendirdiği, üzdüğü, kızdırdığı bir hâlde buluyor, tepki verebilmenin çeşitli yollarını arıyoruz ve doğrusunu söylemek gerekirse sendeliyoruz.

Bu evrede sosyal medyanın hayatımıza değen tüm alanlarda olduğu gibi aktivizmin de bir kanadı olması gerektiği su götürmez bir gerçek. Özellikle de Twitter kullanıcılarının büyük bir kısmının mecraya Gezi Direnişi‘yle beraber katıldığı Türkiye’de bunun bir tartışma konusu dahi olabileceğini düşünmüyorum. #MeToo ya da #BlackLivesMatter gibi etiketler üzerinden örgütlenen ve kısmen başarı sağlayan dünya genelindeki önemli örneklerinin de arka plandaki asırlık sokak hareketleri bağlamından koparmadan hakkını vermek gerekli. Gelgelelim, böylesine düzen içi aygıtların düzen karşıtı eylemlilikler için kullanılabilmesi Instagram’da kıyafet linki vermek kadar kolay değil çünkü bu platformların yapısı bir süreklilik ve eylemliliğin tam aksine tüketime ve hıza dayalı. Yani tek bir etiket gündemi belirleme gücüne sahip olduğu kadar arkasında durulmadığı takdirde aynı hızla silinmeye ve unutulmaya da mahkûm olabilir. Bu yüzden sosyal medyanın asıl amacı yalnızca bu tepki damarını yaratmaktan ziyade bunu yaptırım gücü, sürekliliği ve kalıcılığı daha yüksek eylemliliklerle yönlendirmek olmalı. Aksi takdirde biriken endişe ve öfkenin sosyal medyadaki paylaşımlar aracılığıyla sorumlulara rahatsızlık vermeden güvenli ve etkisiz bir alanda sönümlenmesi adaleti sağlamak bir yana dursun sürekli bir adaletsizliği pekiştirebilir. Bu nedenle öncelikle şunda hemfikir olmalıyız: Sosyal medyada paylaşım yapmak ne yorucu ne de bir adalet arayışı örneği. Bu olsa olsa kısmi bir farkındalık yaratmaktan ibaret. Ancak yaşanan adaletsizliklerin temelinin basit bir farkındalık yoksunluğu değil iktidar, sistem ve toplumsal ilişkilerin daha karmaşık süreçleri, sebepleri ve sonuçları olduğunu görebildiğimiz ölçüde çözüm de farkındalık yaratmaktan ibaret kalamaz. Dolayısıyla sosyal medyada adalet aramaktan “yorulmaya” bir alternatif üretemediğimiz sürece esasında gerçeklikle pek sınanmamış bu yorgunluğun pençesinden kurtulmak mümkün olmayacak.

Onur Yürüyüşü. İstanbul, 26 Haziran 2021. Fotoğraf: Ozan Acıdere.

Diğer yandan bu yalnızca ülkenin adaletsizlikle her gün karşılaşılan gündeminden ya da kültürel yapımızın bireyciliğinden kaynaklı bir konu da değil. “Slacktivism” ve bunun bir alt dalı olarak “clicktivism” kavramları özellikle Batı’da uzun zamandır kullanılıyor. “Tembellik aktivizmi” ve “tık aktivizmi” olarak çevrilebilecek bu kavramlar internet dünyasının beraberinde getirdiği aktivizm çeşitlerini ya da bir anlamda yanılsamalarını inceliyor. Biraz daha ileri gidersek Türkçede kullanmayı pek sevdiğimiz, kaba tabiriyle “klavye delikanlılığının” bir benzeri bile diyebiliriz. Peki, adaletsizliğe sessiz kalmanın vicdani yükünden en zahmetsiz şekilde kurtulmayı sağlayan sıkça tekrarlanan bir paylaşımı yeniden paylaşmak ya da çevrimiçi bir imza kampanyasına imza atmak gibi internet eylemciliği yöntemlerinin sonuçları ya da yararı da değerlendiriliyor mu? Özetle, daha önce imza attığınız bir kampanyanın sorumlulara ulaştırıldığını hiç takip ettiniz mi ya da kendi yankı odalarınızda, kendi takipçilerinizle paylaştığınız ve muhtemelen onların da benzer yankı odaları içinde zaten defalarca gördüğü birkaç düzen içi makul adaletsizlik mesajı sonucunda hiç adalet sağlanabildi mi? Tüm bunların yanında duyarlılıkları eylemlerden ziyade paylaşımlar üzerinden değerlendirmenin potansiyel sonuçları da endişe verici değil mi? Daha önce hiç 1 Mayıs paylaşımı yapan işçi düşmanları ya da kadınların 8 Mart’ını kutlayan tacizciler görmemişçesine davranmayalım. Sosyal medya paylaşımlarına değerinden büyük bir anlam yüklemenin adaletle belli ki o kadar da sıkı bir bağı yok.

Geçtiğimiz haftanın iki önemli sosyal medya aktivizmi gündemini ele alalım: Taksim’deki Onur Yürüyüşü ve Elmalı Davası. Biri Madonna’ya kadar ulaşan, diğeri hakkındaki endişeler neredeyse tüm sosyal medya kullanıcıları tarafından dile getirilen ve ilk bakışta birbirinden bağımsız görünen bu iki olayın aslında ortak bir noktası var: İstanbul Sözleşmesi. Türkiye’nin iki olayla ilgili adaletsizlikler silsilesinin de hukuksal güvencesi olan İstanbul Sözleşmesi’nden imzasını geri çekeceği tarih olan 1 Temmuz öncesi kadın örgütlerinin planladığı eylemlerin hiçbirinin “Sosyal medyada adalet aramaktan bıktım” yazılı paylaşımlar ya da polislerin önünde onları yavaşlatarak estetik bir şekilde yürüyen Alman sanatçı kadar konuşulmaması tuhaf. Kendimize kahramanlar ve kanaat önderleri yaratıp onların söylediğini yeniden üretmek çok daha büyük bir dayanışmanın kanlı canlı bir parçası olmaktan daha mı kolay bilmiyorum ancak daha anlamsız olduğuna eminim. Üstelik bu sözde cesur aktivizm paylaşımlarının seçtikleri konuları ele alışları açısından hiç de öyle cesur bir yanı yok. Mesela dünya üzerindeki aklıselim herkesin karşısında dimdik duracağı pedofiliyi lanetlemenin cesur bir yanı yok. Asıl cesur olan pedofiliyi aklayan yargı sisteminin arkasındaki zihniyeti ve ilişkileri ifşa edebilmek. Asıl cesur olan tüm bu lanetlenen “kötü insanlarla” ve onların yanı başımızdaki benzerleriyle araya gerçek ve kayda değer mesafeler koyabilmek ve en önemlisi hesap sorabilmek. Örnekleri sayfalarca çoğaltılabilecek bu adaletsizliklerin hiçbiri münferit olaylar değil. Amaç konu hakkında vicdan rahatlatmak ya da sürüden geri kalmamaksa bu elbette mümkün. Ancak sebepleri, sonuçları, tarihleri, çıkarları, çeşitli değerlendirmeleri es geçip türlü hezeyanlara vararak ne çözümü üretebiliriz ne de adaleti sağlayabiliriz. Sansasyonel olayların ardından yüksek perdeden lanet okuyup, görevimizi eksiksiz yerine getirmiş gibi kenara çekilemeyiz. Bu etkisiz tepkiselliğin maalesef kimseye faydası yok.

İstanbul Sözleşmesi eylemi. İstanbul, 1 Temmuz 2021. Fotoğraf: Vedat Arık.

Cumartesi Anneleri 1995’ten beri her Cumartesi Galatasaray meydanında. Şaban Vatan ve Mısra Öz 2018’den beri her gün ulaşabildikleri her mecrada öldürülen çocukları için adalet talep ediyorlar. Onlarca kadın örgütü gönüllüsü her gün başka bir mahkemede, yeni bir davanın kapısında kız kardeşleriyle dayanışıyor. Hepsi de bunun hasbelkader kendi başlarına gelmiş talihsiz bir olay olmadığının farkında, güçlerini dayanışmadan alıyorlar ve bir kez dahi adalet aramaktan yorulmuyorlar. Derdimiz sahiden bir değişim yaratmaksa belki de gündem hakkında paylaşım yapan o sanatçıdan ya da bu sayfadan önce yüzümüzü onların iradesine, cesaretine ve dayanışmasına dönmeliyiz.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Yazıya her zaman güvenin

İleride birileri bana falanca video, üç boyutlu baskı, oyunlar veya dinamik multimedya sistemleri hakkında fikrimi sorarsa, ne düşündüğüme…
daha fazla

12 Eylül 1980’de ne oldu?

Tam 43 yıl önce, bütün fiziki ve manevi evreniyle günümüzde yaşamayı sürdüren 12 Eylül darbesi gerçekleştirildi. Şili, Arjantin,…
Total
0
Share