Esbjörn Svensson’dan geriye kalanlar

“Viaticum” kelimesi Latincede ölüme yapılan son yolculuk için erzak, aynı zamanda İsa’nın son akşam yemeğinin anıldığı ayin Efkaristiya’da da “öteki dünyaya yapılan yolculuk için kuvvet veren ideal ruhani yemek” anlamına gelir. Esbjörn Svensson’un 2005 yılında, ölümünden üç sene önce grubuyla yayımladığı albümünün ismiydi “viaticum”. Belki albüme bu isim tesadüfen verilmemişti. Çünkü 2003’te tanık olduğu bir olay onu derinden etkilemiş ve hayatını sorgulamaya itmişti. Tren istasyonunda birkaç metre ötesinde intihar etmek isteyen bir kadını engellemeye çabalamış ama başaramamıştı. Yükselen çığlıklar arasında hızla koşarak uzaklaşmıştı istasyondan. Bu olay sonrasında bazı çıkarımlar yapmıştı ve yaşadığı her anın ne kadar önemli olduğunu, hayallerini gerçekleştirmek için kaybedecek vakti olmadığını anlamıştı. Ölümün tahmin ettiği gibi uzakta olmadığını, hatta hemen arkasında onu takip ettiğini hissetmişti. Yapması gereken en anlamlı ve en doğru şey ise müzikti.

Svensson çocukluğunda piyanodan ziyade davula meraklıydı ve Chick Corea, Keith Jarrett ve Thelonious Monk gibi caz efsanelerini keşfetmeden önce Deep Purple, Jimi Hendrix ve Frank Zappa dinliyordu. Piyanist olan annesi ona çoktan “Long Tall Sally” ve “Blue Suede Shoes” şarkılarını öğretmişti. Evde müzikle ilgilenen sadece annesi değildi, babası da sıkı bir caz hayranıydı. Çocukluğu biraz rock, biraz klasik, biraz da caz müzik dinleyerek geçmişti ve bu etkileşim ileride besteleyeceği eserlerin de içeriğini belirlemişti.

EST’in davulcusu Magnus Öström ile Svensson çocukluktan beri arkadaşlardı. Sekiz-dokuz yaşlarında ilk gruplarını kurmuşlar ve konservatuara girene kadar farklı müzik türleriyle uğraşmışlardı. Eğitimleri sebebiyle yolları bir süreliğine ayrılmışlar, ancak 1989 senesinde Stockholm’de tekrar bir araya gelmişlerdi. “Stock Street B” ismini verdikleri ilk grupları yaptıkları müzikte elektronik sample’ları ve birçok efekti enstrümanlarıyla birlikte kullanmaya başlamışlardı. 90lı yıllarda bu tip şeyler daha çok yeniydi, insanlar grubun ne yaptığını pek anlamamışlardı ve fon müziği gibi adlandırmışlardı.

1992’de Berglund ile tanıştılar ve onu da ikna ederek üçlüyü tamamladılar. Çoğunlukla Keith Jarrett repertuarından oluşan klasik eserlerle, rock ve pop müziğin ritmik, dramatik ruhunu birleştirerek çalışmaya başladılar.  Grup, ilk yıllarında aralarında Viktoria Tolstoy ve Louise Hoffsten’in de bulunduğu birçok şarkıcıyla İsveç’deki müzik festivallerinde sahneye çıktı. 1993 yılında ilk albümleri When Every One Has Gone yayımlandı. Chick Corea, Jarrett ve Bill Evans gibi “Stella by Starlight”ı yorumlamışlardı ve albümün genelinde yoğun bir post-bop etkisi vardı. Öström’ün funk ve rock ritimleri, Berglund’un efektli kontrbasıyla birleşmiş ve daha ilk albümden klasik bir caz grubu olmadıklarını kanıtlamışlardı. Kısa süre içinde grup tüm İskandinavya’da tanınmış ve Svensson İsveç’te yılın caz müzisyeni ödülüne aday gösterilmişti.

Davulcu Öström’ün funk ritimlerinin güçlü bir şekilde hissedildiği Winter in Venice (1997) ve From Gagarin’s Point of View (1998) albümleri Alman ACT etiketi ile birer sene arayla yayımlandı. EST, piyanoya eşlik eden bas ve davul tarzı geleneksel üçlü caz formatından uzaktı. Grupta herkesin rolü eşit ağırlıktaydı ve aralarında çok iyi bir uyum vardı. Good Morning Suzie Soho (2000) ve A Strange Place For Snow (2002) albümleriyle birlikte şöhretleri İskandinavya sınırlarını aşmış ve ilk Amerika turnelerine çıkmışlardı. Radioheadvari elektronik efektlerle yaptıkları ritim ve armoniler bu yeni post-bop, fusion caz üçlüsünü bambaşka bir yere taşımıştı. Artık dinleyici kitlesi sadece cazcılardan değil rock, funk, hiphop, pop dinleyen gençlerden de oluşuyordu ve bu tarz popüler müzik gruplarına ev sahipliği yapan büyük salonları doldurmuşlardı. Konserlerinde bazen en karmaşık parçalarına bile kalabalık bir seyirci kitlesinin eşlik ettiği olmuştu.

Seven Days Of Falling (2003), Viaticum (2005) ve Tuesday Wonderland (2006) albümleriyle birlikte birçok pop ve caz listelerinde uzun süre yer aldılar ve 2006 yılında ABD’nin en saygın caz dergilerinden Down Beat’e kapak olan ilk Avrupalı caz grubu olma başarısını gösterdiler. Svensson’un ölümüne kadar 9 stüdyo ve bir DVD albüm yayımlayan grup son on yılın üçlüsü ve 2000’lerin en etkileyici caz grubu olarak adlandırıldı.

Esbjörn, 2008 yılında, 44 yaşında sualtı dalışı yaptığı sırada hayatını kaybetti. Karısı ve çocukları tarafından suyun dibinde hareketsiz halde bulunmuş, helikopterle hastaneye götürülmüş ancak kurtarılamamıştı. Kuşkusuz Öström ve Berglund böyle bir son hayal etmemişti. Öström çocukluk arkadaşını ve tüm müzik kariyerini beraber geçirdiği insanı kaybetmişti. Ne yapmaları, nasıl bir yol izlemeleri gerektiğini bilmiyorlardı. 3 ay sonra Avustralya turnesi sırasında stüdyoda kaydettikleri doğaçlama kayıtları Leucocyte ismini verdikleri albümle yayınlamaya karar vermişlerdi. Bu albümle belki arkadaşlarına olan borçlarını ödüyorlardı belki de cenazesi için bir nevi ağıttı. Bu albüm sadece cazseverler için değil, geniş bir dinleyici kitlesi için hüzünlü bir sondu. Svensson’un ölümünün üzerinden 4 sene geçmişti ve grup arkadaşları onunla ilgili bütün her şeyi öylece bırakmışlardı.

Öström ve Berglund da 4 sene sonra Svensson’un yokluğunu kabullenip ona vedalarını yapmak, borçlarını ödemek istediler. Leucocyte albümünde yer almayan diğer çalışmalarından hazırlanan 301 albümü efsane üçlünün vedasıydı. Son albüm, Asya ve Avustralya turnesi sırasında Sdyney’deki 301 stüdyosunda kaydedilen doğaçlama parçalardan oluşmuştu. Ancak bu albümdeki parçalar, sanatçıların ölümünden sonra yayımlanan, tamamlayamadıkları veya bir köşeye attıklarından değildi. Bu kelimenin tam anlamıyla son selamlarıydı. Bana kalırsa en iyi albümlerinden biriydi çünkü grubun geçmişten geleceğine yapılan bir seyahat gibiydi. Albümün sound kalitesinin bu denli başarılı olmasının nedenlerinden biri de Ake Linton’du. Bu isim, Berglund’un ileride Svensson’un ölümünden sonra oluşturacağı ve EST’in yolunda ilerleyen grubunda da yer alacaktı.

301 albümü, “Behind The Stars” parçasıyla, kasvetli ve uğursuz bir hava içerisinde, Svensson’un piyano dokunuşlarıyla başlayıp “Inner City” ve “City Lights” parçalarının epik ruhuyla birleşiyor. “Left Lane” ile birlikte geleneksel caz partisyonlarına ve yüksek tuşeli bas ve davul ritimlerine bürünüyor. Peşinden gelen “Houston 5th”de ani bir değişime girerek oldukça sıkıntılı ve kaotik bir hava yakalıyor sizi. “Three Falling Free Part I” yalın piyano melodileri ile başlayıp, “Part II”de distortion efektli bas partisyonları ve afro-latin ritimleri üstünde ilerliyor. Albümün kapanış ve aynı zamanda grubun son parçası ismiyle aynı hissiyatı veriyor. “The Childhood Dream” geçmişte kısa bir yolculuğun ardından hüzünlü vedasını yapıp piyano vuruşlarıyla sonlanıyor.

Berglund 2008 yılında  Johan Lindstöm ile birlikte Tonbruket’i kurdu. Ardından klavyeci Martin Hederos ve ve davulcu Andreas Werliin dahil oldu. Tonbruket, EST’nin açtığı yoldan ilerleyip işi daha karmaşık ve farklı bir yere götürdü. Müzik türlerinin sınıflandırılmasına meydan okudu bir anlamda. Nubium Swimtrip (2013) albümlerinin kayıtlarını Abbey Road’da yaparak aslında ne yapmak istediklerini de açıkça belli ettiler. Sonuç şaşırtıcıydı kuşkusuz… Lindstöm eşliğinde yenilikçi kompozisyonlar ve deneysel bir tarz ortaya çıkarmışlardı. Özgün bir progressive rock albümü gibi olmuştu bir anlamda ve bu albümle yılın caz grubu Grammis ödülünü (İsveç Grammy Ödülü) kazandılar.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share