“Oğlum, Walcott’un golünü gördün mü?”
7 Mart 2017 akşamı saat 23.05 civarında uslanmaz Arsenalli arkadaşımdan gelen mesaj. UEFA Şampiyonlar Ligi son 16 turunda Bayern Münih karşısında ilk maçı Almanya’da 5-1 kaybetmiş Arsenal, Londra’daki rövanşın 20. dakikasında 1-0 öne geçmiş. Uslanmaz Arsenalli arkadaşım heyecanlı. Pek de inanmayarak, yapacak daha iyi bir şeyin olmamasının verdiği bir sıkılmışlıkla televizyonu açıyorum.
Arsenal iştahla bastırıyor, spiker klişelerinden birine başvurmak gerekirse “tüm hatlarıyla rakip yarı sahada”. Bir golün daha gelmesi an meselesi gibi görünüyor. İki takımdan birini diğerine tercih etmesem de sporseverlere kimi zaman gelen bir his bütün bünyemi kaplamaya başlıyor. Bu “o” gecelerden biri olabilir mi?
Dakika 55. Bayern Münih lehine bir penaltı veriliyor, Arsenal’in savunma oyuncularından birine de kırmızı kart çıkıyor. Penaltı golle sonuçlanınca zaten az olan umutlar tümden gidiyor. Arsenal o gece dört gol daha yiyor, maç sonunda skor tabelasında yirmi gün önceyle aynı sonuç var: 5-1. Bu “o” gecelerden biri değil.
Öte yandan öyle bir geceye denk gelmek için fazla beklememize gerek kalmıyor. 8 Mart 2017 akşamı, yani tam bir gün sonra Fransa’daki 4-0’ın rövanşında Barcelona, dördüncü golü 88. dakikada attığı bir maçta Paris Saint-Germain’i 6-1 yeniyor ve turu atlayan taraf oluyor.
Son dakika golleri neden bu kadar büyüleyici? Bunun ilk akla gelen açıklaması, yarattığı büyük paradigma değişikliği. Bir şeyi X’ken Y, hatta A’yken Z yapmak konusundaki hızı ve kudreti. Tabii bunu gollerle sınırlamamak gerek. Basketbolda da rahatlıkla gözlemlenebilen, hatta daha sık karşılaşılan bir fenomen bu. Teniste ise durum biraz farklı, orada daha ziyade değişen momentumun kendisini yavaş yavaş hissettirmesinden bahsedebiliriz.
Son dakikada dramatik bir gelişme olan maçlarla ilgili başka bir eğlence vesilesi de sonradan izlerken fark edilen spiker anlatımları oluyor. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken nokta bunların ilk anda değil, sonradan yakalanması, çünkü o an biz de benzer bir his yaşıyor ve başka bir şeye dikkat edemiyoruz. Son dakikada tuttuğumuz taraf lehine döndüğü için kişisel ya da kolektif (gerçi sanırım taraftarlık söz konusu olduğunda her kişisel biraz kolektif, her kolektif de biraz kişisel bir nitelik taşıyor) tarihimizde önemli bir yer tutan spor karşılaşmalarının herhangi birinde işin renginin değiştiği anda bizi kayıt altına alsalar pek farklı bir sonuç ortaya çıkmaz. Hatta kayıt altına alınmamak bu açıdan göz ardı edilmemesi gereken bir lüks. Bu tür sportif başarı anlarının bazıları sonradan izlendiğinde de ilk deneyimlendiğindeki hissi tekrar yaşatıyor, belki bir nostalji duygusuyla birlikte geldiğinden etkisi daha kuvvetli dahi olabiliyor.
Son dakikada gelen sportif başarılar, başlı başına bir hikâye konusu olacak dramatik niteliğe de sahip. Kötü basketbol filmlerinin kuralıdır, son saniyedeki atışı ilk denediğinde kaçırmalısın ki sonradan atabilesin. Geleneksel Hollywood anlatılarının ve popüler kültürün bayıldığı kefaret hikâyelerinden biri daha. Bunun aynı etkiyi yaratmamasının, rahatlıkla “kötü film” diye kestirip atabilmemizin sebebi elimizden sürpriz unsurunu alması. Top tabii ki onun eline gelecekti, o da tabii ki o basketi atacaktı. Öte yandan o kişi bildiğimiz ve sevdiğimiz biriyse gerçek hayatta “tabii ki o yapacaktı” hissinin hoşumuza gittiği örnekler de var.
Peki, bütün bunları anlatmak için neden neredeyse iki sezon önceki bir maçı örnek verdim? Son dakika gollerinin ertelemecilik (procrastination) kavramı ile bir bağı olduğunu düşünüyordum ve bunu güncel bir hikâyeye dökecek bir örnek arıyordum. Sonra Barcelona maçı geldi, ama bütün bunları yazıya dökecek bir fırsat olmadı. Bir buçuk yıl sonra buradayız. Bu, spordan ve ertelemecilikten bahseden, fazlasıyla ertelenmiş bir yazı. Buyursunlar.
Sondan başlayalım. Twitter’ın sevilen simalarından psikiyatrist İlker Küçükparlak’ın dediği gibi, “erteleme süreci sefahat değil, bilakis ezadır.” Ezeli rakibine karşı güle oynaya 5-0 kazanmaktansa stres içinde geçen bir maç sonucunda son dakika golüyle kazanmayı tercih eder misin? Sonucu kesin biliyorsan belki edebilirsin. Öte yandan sonucu biliyorsan o heyecanı yaşamaktan da mahrum kalacaksın. Emin değilim, buna da bir Vedat Milor anketi gerekebilir[i].
Yine Küçükparlak’ın vurguladığı bir diğer özellik, tembellik ve sorumsuzluk ile ertelemecilik arasındaki fark. Bir işi sürekli erteleyen bir kişinin, yapması gereken bir iş olduğunu bilse de başlamakta ya da bunu sürdürmekte zorlandığını söyleyebiliriz. Bu da zaman yönetimi ya da irade zayıflığındansa beyinlerimiz ve hislerimizin çalışma biçimleriyle ilgili. Basitçe bir baş etme mekanizmasından, duygusal açıdan tatsız-tuzsuz görevlerden kaçmak için kendimizi görece keyifli olana doğru iteklememizden ibaret. Bu da ister istemez bir utanç ve suçluluk duygusu yaratarak kısırdöngüye yol açıyor.
Sanırım bütün bu süreci (el attığı her süreci olduğu gibi) en iyi anlatan, Wait But Why adlı web sitesi ve kurucusu Tim Urban. İnsanın oyun oynamak isteyen bir canlı olduğu ön kabulüyle yola çıktığı yazısında bir adet Mutlu Oyun Alanı, bir adet de Karanlık Oyun Alanı’ndan bahsediyor. İşini zamanında ve layıkıyla yapanların gittiği yer Mutlu Oyun Alanı. Karanlık Oyun Alanı ise her ertelemecinin bildiği “Telefonun e-posta uygulamasını tekrar ve tekrar güncellemek hız treni”, “Moral bozucu uyku mancınığı”, “10 dakikada önceden bu yana yeni bir şey var mı diye bakmak için buzdolabının kapağını açmak gondolu” ve “Lisede seninle aynı dönemden, o kadar iyi arkadaşın bile olmayan kişinin 1.200 fotoğrafına bakmak macera adası” gibi etkinliklerle dolu.[ii] Sizi oraya götüren ise her yine ertelemecinin sahip olduğu bir evcil hayvan, Anlık Haz Maymunu. Anlık Haz Maymunu sizinle birlikte bir sürü YouTube videosu izlemeyi, online alışveriş sitelerinden çorap fiyatlarına bakmayı, özetle yapmanız gereken gerçek işten uzakta, “anlık bir haz” veren ne varsa onu yapmayı çok seviyor. Sonunda iş yapmanızı sağlayan ise bir diğer karakter, yani Panik Canavarı. Çoğunlukla uykuda olsa da işin ucunda kalabalık bir kitleye rezil olmak, kariyeriniz için bir felaketle sonuçlanacak bir durum, ya da herhangi korkutucu bir olası sonuç varsa Panik Canavarı uyanıyor. Burada son dakikalarda çaresizce gol arayan ve doldur-boşalt denen taktiğe başvuran, orta kisvesi altında ve “belki denk gelir” umuduyla rakip kaleye doğru art arda atılan toplara bel bağlayan takımları hatırlayabiliriz.
Tim Urban’a göre Panik Canavarı bizi en fazla Karışık Hisler Parkı’na kadar götürebiliyor. Kesin kazanman gereken bir maçta son dakikada anca beraberliği yakalaman gibi. Seviniyorsun, ama topu alıp hızla orta alana koşuyorsun, çünkü bir şey başardıysan da yeterli değil. Bundan daha iyi olmalısın. Peki ya 6 gol atması gereken maçta 4. golü 88. dakikada atan Barcelona gibi ertelemene rağmen bundan daha iyisi olabiliyorsan?
İngilizcede basketbol oyuncularının heyecan verici özelliklerinden birini vurgulamak için kullanılan bir tabir var, clutch olmak. Debriyaj ve kavrama benzeri bambaşka bağlamlarda kullanılan anlamlarından hareketle clutch time denen son dakikalarda maçı tutan, kavrayan ve takımına getiren oyunculara takılan bir isim. Demek ki ertelemeciliğin yaratıcılığı, hatta mükemmelliği ortaya çıkaran bir yanı da var.
The New York Times yazarı Adam Grant, konuyla ilgili yazdığı “Why I Taught Myself to Procrastinate?” (Kendime Neden Ertelemeyi Öğrettim) başlıklı yazıda Jihae Shin’in gerçekleştirdiği bir araştırmaya referans veriyor. Wisconsin Üniversitesi’ndeki bir grup öğrenciden yeni iş fikirleri ortaya atmasını isteyen Shin, bu grup arasından rastgele seçtiği birkaçından hemen başlamasını istiyor. Kalanlar ise başlamadan önce beş dakikalığına Minesweeper (Mayın Tarlası) ya da Solitaire (İskambil Falı) oynuyor. Tamamen bağımsız insanların yaptığı ölçümler, erteleyenlerin fikirlerinin %28 oranında daha yaratıcı olduğunu ortaya koyuyor. Buradaki kritik nokta insanların oyun oynarken göreve dair bir bilgilerinin olması, çünkü görevi bilmeden oyun oynadıklarında gözle görülür bir değişime rastlanmıyor. Grant’in burada ertelemecilik ile karşılaştırdığı kavram pre-crestination, yani fazladan efor sarf edip fazla erken bitirmek (belki erkencilik gibi bir karşılık bulabiliriz). Eğer verimli kullanırsanız ertelediğiniz süre fikirlerin demlenmesine olanak sağlıyor. Zihniniz daha çok geziniyor, enteresan ve beklenmedik olana denk gelme ihtimaliniz artıyor.
Yazar Mitch Albom, kendini teşvik etmek için kimi zaman işi yarıda bırakmaya kadar gittiğini anlatıyor: “Cümlenin ortasında yazmayı bırakıyorsan bu çok iyi. Ertesi gün devam etmeyi iple çekersin.” Bazılarının ertelemek olarak gördüğü şey kimi zaman düşüncelerinizi toplamaya yarıyor, devre arasında gelen etkileyici bir konuşma, yeni bir taktik, ya da yeni bir oyuncu işe taze bir bakış açısıyla yaklaşmanızı sağlayabiliyor, hatta kim bilir, belki de on binlerce insanı mutlu edecek bir golle sonuçlanıyor.
Ertelemecilikle ilişkilendirilmesi gereken bir diğer kavram da mükemmeliyetçilik olsa gerek. Gündelik hayatta ertelemeciliği gizlemek için sık sık başvurulan bir bahane, kişinin kendisine daha iyisini, hatta en iyisini yapabileceğini telkin etmesi. O “en iyi” olana asla ulaşamayacağımızın gizli hazzıyla, içimizdeki Panik Canavarı uykuda olduğu sürece güvendeyiz. Alanın uzmanı olmadığım için bu konuyu burada bırakmakta fayda var.
Sonuç olarak atabilen, golünü yine de erkenden atsa, özellikle internet yayıncılığı yapan herkes de şu fikirlerin demlenmesi meselesini biraz düşünse hiç fena olmaz. Bu fazlasıyla ertelenen yazının yazarının tek umudu ise ertelemecilikle kimi zaman ilişkilendirilen yaratıcılıktan az da olsa nasibini alması.
[i] Menemen elbette soğansız olur.
[ii] Benzer bir örneğini Gemma Correll’in tasarladığı “Erteleme Haritası”nda da görebilirsiniz.