Mayıs seçimlerinin sonucunu kuşkuyla karşılayanlar, Tayyip Erdoğan’ın hile yaptığını, saltanatını eşitsiz rekabet koşullarında kurtardığını belirtiyorlar. Bazı kesimler de Kılıçdaroğlu’nun uygun profilde bir aday olmadığını, dolayısıyla başka bir seçim stratejisiyle Erdoğan’ı alaşağı etme fırsatının heba edildiğini düşünüyorlar. Halbuki Erdoğan’ın seçim kazanma kapasitesini, seçilenin ya da seçilmeyenin propoganda ve manipülasyon yeteneklerinden ziyade seçenin sosyokültürel özellikleriyle açıklamak gerekir. Nihayetinde Erdoğan, bu seçimleri birkaç puan farkla kaybetseydi bile, depremin trajik tablosu ve fena durumdaki ekonomik göstergelere rağmen Türk toplumu nezdinde gözde bir tercih olma özelliğini korumuş olacaktı.
Birçoğumuz yanardağın ağzından fışkıran lavlara dikkat kesiliyoruz, dağın kendisini unutmuş durumdayız. Seçim kampanyası gibi kısa vadeli propaganda süreçlerinin seçmen davranışında anlamlı bir değişiklik yaratacağını uman naif yaklaşımlar, Erdoğan’ın yaygın ve derin toplumsal temellerini göz ardı etmenin hayal kırıklığını yaşıyor. Tayyip Erdoğan ve partisinin 21 yılın sonunda yıpranmış olacağı yönündeki beklenti, Cumhuriyet’in hiçbir döneminde herhangi bir partinin bu denli uzun süre iktidarda kalmamış olması[1] nedeniyle anlaşılır bir beklentidir ama görüldüğü üzere bir yanılsamadır. Gerçekte, 21 yıl, Cumhuriyet tarihinin henüz başlayan döngüsel bir safhasıdır, yani AKP iktidarının doğal ömrünün sadece bir parçasını oluşturuyor. Erdoğan realitesini ya da Türk irrasyonalitesini anlamaya çalışırken, Tayyip Erdoğan’ı ömrünün sonuna kadar devlet başkanı olarak tutabilecek potansiyellerin varlığıyla yüzleşmeye hazır olmalıyız. Hatta bu potansiyeller, şimdiden, Erdoğan sonrasını da kurumsallaştırma eğilimleri sergilemektedir. Dramatik bir çöküş anına kadar, esasen güvenlik konseptiyle yüklü, imparatorluk mirasını çağrıştıran devlet otoritesinin toplum vasatı tarafından talep edilme olasılığı yüksektir. Silahlanma ve istihbarat alanında yeni regülasyon modelleri geliştiren Selçuk Bayraktar, Hakan Fidan, İbrahim Kalın gibi kadroların, bu açıdan, alternatiflerine ağır basacağını düşünüyorum.
Türkiye’nin sabitleri
Erdoğan’ın iktidar potansiyelleri, Türkiye’nin sabitleri ve döngüleriyle ilgili bir konudur. Sabitler, bütün seçim sonuçları üzerinden herkesin saptayabileceği seçmen davranışlarını yansıtıyor. Döngüler ise bu sabitlerin nedenlerini açıklayan sosyokültürel kodları ifade ediyor.
Yaklaşık yüzde 45-50 civarında muhafazakar ve mukeddesatçı[2], yüzde 25-30 civarında laik ve cumhuriyetçi, yüzde 10-15 civarında aşırı Türk milliyetçisi, yüzde 8-10 civarında Kürt seçmeninde konsolide olmuş dört anaakım seçmen profili, Türkiye’nin siyasal sabitlerini meydana getirmektedir.
CHP’de ifadesini bulan birinci sabit, Cumhuriyet’in kurucu doktrininin ürünüdür. Çok partili sisteme geçilen 1946’ya kadar iktidarda kalmış, 1970’lerin sonuna dek yüzde 35-40 civarında olan oy oranı kademeli şekilde düşerek son 40 yılda yüzde 25- 30 aralığına yerleşmiştir.[3] 1980’den sonra bir müddet farklı partilere bölünse de fazla uzun sürmeden tekrar CHP’de temsiliyet bulan bu seçmen profili, Atatürkçü doğrultuda Batılı yaşam tarzını benimsemekle karakterize olmuştur. İmparatorluk mirasının sembollerine ve kurumlarına duyduğu alerji, onu muhafazakar-mukedessatçı kesimden ayıran başlıca özelliktir. Aydınlanmacı ve seküler hassasiyetlerin yanı sıra Türk milliyetçiliğinin değer yargılarıyla yüklüdür. Sosyal demokrat, liberal özgürlükçü, sosyalist sol fikirlerin etkisine değişik derecelerde açıktır ama bu açıdan homojen bir yapıya sahip değildir. Karadeniz dışındaki kıyı şeritlerinde (Marmara, Ege, Akdeniz) bilhassa yoğun bir demografik dağılım sergiler ve esasen orta ile üst gelir düzeyindeki sınıfları kapsar.[4]
AKP’de ifadesini bulan ikinci sabit, 1950’den itibaren CHP’nin iktidar ayrıcalığına kesin olarak son veren muhafazakar-mukeddesatçı bloktur. 1980’e kadar Demokrat Parti (DP) ve Adalet Partisi (AP) çizgisinde şekillenmiş, 1983’ten itibaren Anavatan Partisi (ANAP), Doğru Yol Partisi (DYP) ve Milli Görüş partilerinde (MSP- RP-FP) dağınık bir görüntü sergilese de, Cumhuriyet tarihi boyunca, sosyal tabanı en geniş siyasal sabit olma özelliğini korumuştur. Cumhuriyet’in kuruluş sürecine ve genel olarak felsefesine mesafeli, imparatorluğun monarşik-teokratik değerleriyle barışıktır. Koşullara ve özellikle iktidar odaklarına uyum sağlama yeteneği yüksektir, bu bakımdan esnek bir teolojik-ideolojik örgüsü (iktidar olduğunda daha kararlı kimlik sergileme teamülü) vardır, ama sanılandan daha geniş bir toplumsal alana dağılmıştır. Orta Anadolu’da ve Karadeniz’de yoğun, Kürt illerinde kısmi bir demografik yayılım sergiler. Esas olarak yoksul sınıflardan, orta ile alt gelir grubundaki kitlelerden oluşur. 1980 darbesinin bu akım için açtığı dağınıklık parantezi, Tayyip Erdoğan’ın siyaset sahnesini domine etmeye başladığı 2002 seçimleriyle birlikte kapanmıştır. Böylece muhafazakar-mukeddesatçı seçmen profili, ikinci defa (ama bu kez daha kararlı şekilde) tek çatı altında toplanmıştır. Bu nüans, Türk-İslam sentezine dayalı Türk sağının geç dönem “born-again” (yeniden doğuş ya da fabrika ayarlarına dönüş) niteliğini tespit etmek bakımından önemlidir.[5]
HDP’de ifadesini bulan üçüncü sabit, 1990’ların ortasından itibaren açığa çıkmış, zamanla oy oranını yükseltmiş, bazı elverişli koşullarda Türkiye solunu da yörüngesine alarak yüzde 10 seviyesini aşabilmiştir.
MHP’de ifadesini bulan dördüncü sabit, başlangıçta CHP’nin içinde olması nedeniyle, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana seçim sandıklarına yansıyan iki dinamikten biridir (bu durum, Türkçü-laik inşa doktriniyle uyumludur). Irkçı boyutlarda Türk milliyetçiliğine ve belirli ölçüde İslami hassasiyetlere vurgu yaparak 1969’dan itibaren[6] bağımsız bir aks haline gelmiştir. Hem Cumhuriyet’in hem Osmanlı’nın değer yargılarına açık bir görüntü arz eder, dolayısıyla konjonktüre göre politik islamla olduğu gibi cumhuriyetçi-laik kesimle de ittifak yapabilmek gibi “jokervari” bir avantaja sahiptir. 1995 seçimleri, tıpkı Kürtler gibi, bu sabit için de bir dönüm noktasıdır: Aşırı Türk milliyetçiliği, Kürt ulusalcılığına bağımlı hale gelerek, refleksif eksende, bugünkü konsolidasyon yatağına yerleşmiştir. Bu süreç, esasen laik-cumhuriyetçi blok ile muhafazakar-mukeddesatçı blokun oylarını da revize etmiştir. Zira 1990’lara kadar yüzde 35-40 olan CHP çizgisinin oy oranı bu tarihten itibaren yüzde 25-30 civarına, yüzde 50-55 olan muhafazakar-mukaddesatçıların oy oranı ise yüzde 40-45 seviyesine çekilmiştir.
Tarihin ışığında baktığımız büyük resim, seçmen tercihlerinin 70 yılda anlamlı bir değişikliğe uğramadığını göstermektedir. Dört sabitten ikisi (aşırı Türk milliyetçisi ve muhafazakar-mukeddesatçı kesim) bir bütün olarak klasik Türk sağını teşkil etmekte ve toplam seçmenin daima yaklaşık yüzde 65’lik dilimini kaplamaktadır. Bununla birlikte CHP’deki laik- cumhuriyetçilerin bir kısmı da (milliyetçi hassasiyetleri paylaşmaları nedeniyle) Türk sağına dahil edilebilir.
Sonradan politik varlık hakkı elde eden iki sabiti (1950’den itibaren muhafazakar-mukeddesatçılar ve 1990’lardan itibaren Kürtler) “bastırılanın geri dönüşü” olarak ifade edebiliriz. Seçim sonuçlarına göre devamlılık arz eden toplumsal bir karşılıkları bulunmadığı için liberal ve sosyalist hareketleri siyasal sabitler arasında saymak mümkün değildir.[7] Dolayısıyla Türkiye seçmen profilleri, çok kültürlü, çok kimlikli bir toplumun gerçek anlamda demokratik ifade imkanından uzak ama asgari ölçüde çalışan parlamenter bir sistemin dar ve sıkışık manzarasını sunar.
Türkiye’nin siyasal sabitlerinin onyıllardır belirgin ana akslar etrafında kendini tekrar etmesi, meselenin yapısal ve kronik boyutunu öne çıkarmakta, Türk toplum vasatının siyasal tercihlerini belirleyen en önemli faktörün seçim kampanyaları (ve konjonktürel medya propagandası) olmadığını düşündürmektedir. Bu çarpıcı olgu, tam da çarpıcı olması nedeniyle romantik reddiyelere elverişlidir.
Agresif kimlikler ve rövanşist döngü
Türkiye, bağrında kırılgan fay hatları barındıran, egemenlik çekişmesi yahut varlık mücadelesi içinde birbirini üretmeye devam eden “birden fazla toplum”un ülkesidir. Politik hassasiyetlerini genellikle ekonomik problemler şekillendirmez. Sınıfsal çelişkiler, yaralı (ve hırçın) kimliklerin altında gömülü ve etkisizdir. Dolayısıyla Türkiye’de siyasetin alametifarikası kimlik takıntılı olmasıdır.
Bugün laik cumhuriyetçiler ile muhafazakar mukaddesatçılar arasında olduğu gibi, aşırı Türk milliyetçileri ile Kürt hareketi arasında halihazırda bir uzlaşma köprüsü yoktur. Laik cumhuriyetçiler ile Kürt hareketi arasındaki pozitif etkileşimin alanı, Tayyip Erdoğan’a yönelik alerjiyle sınırlıdır. Buna mukabil politik İslamcılar ile aşırı Türk milliyetçileri arasında köklü, kalıcı bağlar vardır. Keza laik cumhuriyetçiler ile aşırı Türk milliyetçilerinin Cumhuriyetin kurucu doktrininde mutabık olduğunu unutmamak gerekir.
Hacmi büyük çatışma, cumhuriyetçiler ile mukaddesatçılar arasındadır. Mukaddesatçıların karşısında cumhuriyetçilerin dışındaki bazı blokların da konumlanmaya başlaması, çatışmanın ana eksenini değiştirmiyor. Odakta birkaç yüzyıllık Osmanlı mirası ile birinci yüzyılına henüz girmiş Cumhuriyet mirası üzerinden yaşanan egemenlik çekişmesi bulunmaktadır. Cumhuriyetin kuruluş sürecinde jakoben yöntemlerle tasfiye edilmiş mukaddesatçı anaakım, ikinci kez ama bu defa kurumlarını yaratmış olarak meydan okuyor. Bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin rövanşist döngüsüdür.
Döngünün başlangıç noktası, hilafetin ve saltanatın etki alanını sert ve seri yöntemlerle kurutmaya koşullanan modernizasyon sürecidir. Temelleri 1900’lerin ilk evresinde İttihat ve Terakki kadroları tarafından atılan bu toplum mühendisliği projesi, 1920’lerde Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından dönemin yeni şartlarına uyarlanarak devlet ideolojisine dönüştürüldü.[8] Bu süreçte monarşik ve teokratik değer yargılarını terketmek istemeyen muhafazakar-mukaddesatçı kesime karşı “ fajik” (yutma), Türk olmayan ulusal topluluklara karşı ise “emik” (kusma) stratejilerinin karma biçimde uygulanması, ileride ortaya çıkacak olan “bastırılanın geri dönüşü” için travmatik bir sosyokültürel zemin hazırladı.[9] Bu açıdan Türkiye’nin hâlâ kuruluş dönemi sorunlarıyla boğuştuğunu söyleyebiliriz.
Döngünün ikinci aşaması, 1950’lerde Adnan Menderes liderliğinde ilk geri dönüş denemesini yapan mukaddesatçı-muhafazakar blokun yine kanlı bir ritüelle bastırılmasıyla şekillendi. İmparatorluk mirasının değer yargılarını toplumsal belleğinde (ve günlük yaşamında) korumaya devam eden bu damar, Tayyip Erdoğan’a gelinceye kadar, siyasal enerjisinin bir kısmını Necmettin Erbakan’ın partilerinde açıkça, daha büyük kısmını ise risksiz gördüğü diğer “merkez sağ” partilerde örtük tarzda yansıttı.
Erdoğan’la birlikte huzursuz sükunet sona ermiş, rövanşist döngünün mevcut safhası yürürlüğe girmiştir. Bu, daha dayanıklı ve uzun ömürlü özellikler sergilemektedir. Hilafet ve saltanat mirasının referanslarını her geçen gün çoğaltan (kültürel ve ideolojik açıdan pre-modern rüzgarlar estiren), iştahını her çeşit finansmanla açık tutan (üretim ve bölüşüm ilişkilerinde tamamen kapitalist) Erdoğan’ın keskin dönüşlerden, gelenekçi bir mantıktan ve oynak bir ufuktan oluşan paradigması, püriten (saf) bir ideolojik doktrinden yoksundur. Yine de, Erdoğan, monarşik ve teokratik zihin dünyasının değer yargılarını ve sembollerini adım adım canlandırmayı, hatta bunları kamusal alanda dolaşıma sokmayı başarmış görünüyor.
Osmanlı ümmetçi, Cumhuriyet ulusalcı bir konseptti. Döngünün bu safhasında, hem ümmetçi hem milletçi bir konsept söz konusudur. Kemalist iktidar, Cumhuriyet’in başlangıcında, dinciliği tasfiye ederken milliyetçiliği inşa ediyordu. Erdoğan iktidarı ise berhava edilmiş dinsel kurumları kamusal hayata yeniden dahil ederken, milliyetçiliği tasfiye etmiyor, Ziya Gökalp’in bilincini (Mehmet Akif’i ihmal etmemek koşuluyla) muhafaza ediyor, ama her halükarda Cumhuriyet’in seküler karakterini kemire kemire yol alıyor. İdeolojik ve kültürel hassasiyetlerinin ağırlık noktası farklı olmasına rağmen politik tarz ve yöntemleri itibarıyla İttihat ve Terakki’ye açıkça benzemektedir. Özellikle pragmatik ittifak politikası ve muhaliflerini bastırma usülleri bakımından AKP ile İttihatçılar arasında doku uyuşması vardır. Ayrıca Erdoğan zihniyetinin (Pantürkist, Panislamist hissiyat nedeniyle) İttihat ve Terakki’de bazı ideolojik referanslar bulması şaşırtıcı olmaz. Bu düşman kardeşlerden biri, hasta da olsa hâlâ bir imparatorluk yönetiyordu (imparatorluktan uzaklaşmama arzusu), diğeri ise imparatorluk özlemi ve nosyonuyla (imparatorluğa yaklaşma arzusu) yönetmek istiyor.[10]
Şimdi, yaklaşık bir yüzyıl sonra, rövanşist döngünün uçları yer değiştirmiştir. Bu defa laik -cumhuriyetçiler kazanımlarını korumak, muhafazakar-mukaddesatçılar ise kurumsallaştırmak için siperlerin arkasındadır.
Kemalist iktidar aracı, bilhassa köylülerden oluşan halk kitlelerinin sağladığı asker gücü ile henüz palazlanmakta olan ulusal burjuvazinin sağladığı subaylardan oluşan orduda merkezileşiyordu; siyasal uzantısı ise tek partide (CHP) temsil ediliyordu. Egemenlik aygıtları, birkaç nesil boyunca sivil ve askeri elitlerden müteşekkildi. Erdoğan otokrasisi, devletin militer iskeletini asker tekelinden çıkararak polis ve istihbarat gücüyle de donatmış, ayrıca iktidarın toplumsal temellerini daha geniş ağlarla örmüştür. Çok partili sistem lağvedilmemiştir, ama AKP’nin işlevleri özgün bir tarzda ve oldukça geniş bir sahaya yayılmıştır. AKP, bu yeni şekillenmede, bir “paralel devletin” istasyonu gibidir: Büyük çaplı finans hareketleri başta gelmek üzere pek çok örtülü operasyon, bir yandan da adeta bir milis örgütlenmesi yatağı durumunda bulunan, bu partinin kontrolündedir.[11]
Dolayısıyla Erdoğan’ın dinsel coşkularla milliyetçi mitosları birleştiren totaliter parıltısı, sadece Kemalist sabitte değil, bütün modern hayat muhitlerinde bir dehşet imgesi yaratmaya yetmiştir. Onun otokrasisi, kalın surlarla çevrili kimlik duvarlarının ardındaki “çoklu” Türkiye’nin basıncı (ve halihazırda elverişsiz jeopolitik) nedeniyle bütün ulusu kara gömlekli birliklere dönüştüremeyebilir ama korporatist yapısı, Duche’yi çağrıştıran şeflik kodlaması, antisemitik özelliği, parlamenter sistemi küçümseyen yanlarıyla Mussolini faşizmini andıran tipte bir rejimin temellerini atmıştır. Ürkütücü olan, Erdoğan rejiminin aparatları değildir; faşist ve otokratik rejimleri üretmeye fevkalede elverişli Türk toplum vasatıdır. Erdoğan ile Türk toplum vasatı arasındaki örtüşme, daha önce görülmemiş derecede geniş bir tabana oturmakta, kültürel ve tarihsel arketiplerden beslenen bir sosyal psikolojiyi yansıtmaktadır.
Potentik toplum ve koruyucusu: Baba, Oğul, Hasta Ruh
Türk milliyetçiliğinin ve ümmetçiliğinin yaralı bilincinde yer alan travmatik unsurlar, Tayyip Erdoğan’ın karizmatik kişiliğinde patolojik ve rövanşist bir diriliş hareketine bürünmüştür. Bu bakımdan Türk irrasyonalitesini ya da aynı anlama gelmek üzere Erdoğan realitesini “potentik toplum” kavramı ışığında açıklamayı deneyeceğim (erk anlamına gelen “potency” ve acı duymak, hasta hissetmek anlamına gelen “pathetic” kelimelerinden türetilmiştir).
Potentik toplum, tarihten ve sosyolojiden gelen yaralarını henüz iyileştirememiş toplumdur; bu nedenle, her şeyden önce, güvenlik saplantılı ve yüzleşme engellidir. Köklü bir tehlike duygusuna sahiptir. Ele geçirmeci, yayılmacıdır. Ele geçirme dürtüsü, mutlaka bir toprak parçasının işgaliyle sonuçlanmak zorunda değildir; bir sembolün, bir kurumun, makro ya da mikro bir iktidar alanının sahiplenilmesi, hatta yağmalanması biçiminde de görülebilir. Keşfedemez, ama fethedebilir. Yaratıcı olamaz, ama sahip olabilir. Sahip olabildiği en değerli şey, kimliği ve ideolojisidir. Güç istencini daima karizmatik bir kişilikte cisimleştirir; narsisistik arzularını kudretli bir koruyucunun kanatları altında tatmin eder. Geçmişinde bulunan çok sayıda gayrimeşru pratik, onu mahcup ama saldırgan kılar. Yüzleşmekten kaçındığı mahcubiyetlerini kendi kutsal değerlerine daha fazla sarılarak, “ötekiye” daha çok hınç ve haset besleyerek kamufle eder. Başarıya öylesine açtır ki, iktidar duygusunu doyuma ulaştırması zaman alır. Muktedirken bile hâlâ mağdur olduğuna içtenlikle inanabilir. Genel hatlarıyla totalitarizmin ve faşizmin kitle tabanını oluşturur.
Potentik toplum, bilhassa imparatorluklardan geriye kalan “egemen bir kimlikte” (çoğunlukla bir ulus ama pekala başka bir fanatik aidiyet de olabilir) kristalize olur. Bir zamanlar büyülü olduğundan kuşku duymadığı geçmişini kaybetmiş olmanın trajedisi içinde kederli bir nostaljiyle yüklenmiştir ve o geçmişe tekrar kavuşmanın hastalıklı özlemiyle doludur. Bu arazını gerçek anlamda yaratıcı, üretken bir enerjiyle (sanat, bilim, edebiyat, demokratik ve özgürlükçü hayat sahaları) iyileştirinceye ve gayrimeşru geçmişinden beslenen engelleriyle yüzleşinceye kadar agresif telafi mekanizmalarına başvurur; acısını erkle dengeler. Almanya, İspanya, İtalya, Osmanlı, Rusya gibi imparatorluklar dağıldıktan (ya da trajik bir yenilgi aldıktan) sonra bu duruma uygun manzaralar sunmuşlardır. Dağılan imparatorlukların Batı’daki reaksiyonu genellikle aşırı milliyetçiliğin sürüklediği faşizmler biçiminde iki dünya savaşı arası dönemde yaşandı: İtalya’da Mussolini Faşizmi, Ebedi Roma İmparatorluğu’nu tekrar diriltme motivasyonuyla 1930’larda toplumsal bir karşılık bulabilmiştir. Almanya’da Hitler, I. Dünya Savaşı’ndaki yenilgiyi Nazizimle “telafi eden” feci ideolojisini hayata geçirebilmiştir. Doğu’da, Rusya örneğinde, Avrupa’daki gibi faşizme dönüşmemiştir ama nihayetinde o da başka bir totalitarizme evrilecek tarihsel ve sosyolojik kaynaklara fazlasıyla sahipti.[12] Osmanlı’da, bilhassa Balkan savaşlarından sonra, bu telafi mekanizması, Pantürkist ve İslamist yönelimlerde anlam bulmuş, Ermeni Soykırımı’ndan başlayarak günümüze değin süregelmiştir. Osmanlı bakiyesi Türkiye’nin bir koldan Türki cumhuriyetlerle, diğer koldan İslam ülkeleriyle maddi ve manevi bağlar kurma çabasının sosyokültürel kodları (difüzyon yoluyla alan kapatma), Kürt varoluşu karşısında bilhassa Cumhuriyet’in ilk yıllarında geliştirdiği ırkçı arketipler (inkar ve asimilasyon yoluyla alan kapatma), bu tarihsel arka plana yaslanır. Bazen de potentik toplumun narsisistik arzusu, dramatik bir çöküşe uğrar ve böylece kendi meşruiyetini kendisi yakar; fakat bu noktaya büyük toplumsal bedellerin sonucunda gelinmiş olur (Almanya’nın Nazizmle yüzleşmesi gibi).
Tehdit ve risklerle dolu bir dünyada güvenlik ihtiyacı evrenseldir; fakat potentik toplumda bu tehdit algısı paranoyalarla desteklenmiş bir cemaat ideolojisi halinde yaşandığı için, güvenlik ve istikrar, ana haz ilkesidir.
Türk muhafazakarlığının ve milliyetçiliğinin her zaman bir güvenlik sorunu olmuştur. Bu, daha derinlerde bir “yuva” sorunudur. Türk mitolojisinin yaratılış efsanesi Ergenekon, yuvadan ayrılma, yeni bir yuva bulma hikayesidir. Osmanlı İmparatorluğu, üç kıtaya yayılmış bir hükümranlık olarak, en güçlü olduğu dönemlerde dahi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika (İslami coğrafya) sınırlarının ötesine geçemedi; “Viyana kapıları” epiği bu sebeple esasen bir fetih travmasıdır. Elindeki tek Avrupai (Müslüman olmayan) coğrafya olan Balkanları 20. yüzyılın başında kaybetmeyi narsisistik imgesine yönelik öylesine yıkıcı bir hakaret olarak algıladı ki, hıncını Ermenilerden çıkardı. Fakat çok geçmeden imparatorluk tamamen çöktü, yuva olarak elinde kalan coğrafya küçük olduğu kadar, tekinsizdi de (Misak-ı Milli sınırları Lozan’la korunabilmişti ama bir gün Sevr’in hortlayacağı korkusu canlı kaldı). Dolayısıyla Türk toplumunun bilinçdışı, tarihten gelen bir meşruiyet sorunuyla (başkasının yuvasını yıkarak kendi yuvasını yapmış olmanın mahcubiyeti) düğümlenmiştir. Bu nedenle, Türk muhafazakarlığı ve milliyetçiliği, özgürlük ve demokrasi gibi değerlere önem vermez, hatta bunları güvenliklerini tehdit eden “Batı tuzağı” risk faktörleri arasında algılar. (Üç tarafı denizlerle çevrili bir coğrafyanın insanlarının daha ılımlı olmaları beklenir. Fakat Türkler dört taraflarının düşmanla çevrili olduğuna inanırlar. Bu açıdan tipik bir step toplumudur. Erdoğan’ın oylarını yansıtan demografik haritanın bozkırlardan oluşması gibi, Osmanlı İmparatorluğu da okyanuslara uzak düşen sınırlara sahipti. Bu, ironik bir örtüşmedir.)
Bugün Türk toplum vasatı, tehlikeleri kendinden uzak tutacak -ya da daha doğru bir ifadeyle- kendini tehlike odakları karşısında üstün tutacak ileri teknoloji aygıtlarıyla (İHA, SİHA) övünmektedir. Hatta bu aparatların onu sadece tehlikeler karşısında değil, tehlikenin yuvası olarak gördüğü Batı devletleri karşısında da üstün tuttuğunu sanmaktadır. Keza yerli otomobil, mega inşaat projeleri, uluslararası kara sularında ve yeraltında maden arama teknolojileri, uzay yolu projeleri gibi bazıları düpedüz kaba propaganda ürünü olan yatırım ve ütopyalar da aynı büyüklük arzusunu (ya da kompleksini) tatmin etmektedir. Bunların yalan ya da hayal olması önemli değildir; çünkü potentik toplum, “dünyaya kafa tutma, dünya tarafından kıskanılma” düzeyine eriştiğine inanmaya başlamıştır. Uğursuz doku yırtılmış, Osmanlı’nın ve genel olarak İslam dünyasının Batı karşısındaki müzmin geri kalmışlığı nihayet sona ermek üzeredir. Bu inanç, Türk toplumununun neredeyse yarısını etkilemekte ve Tayyip Erdoğan’a yönelik hayranlık duygusunu kamulaştırmaktadır.
Tarih boyunca çok sayıda devlet kurmuş egemen bir ulus olarak Türkler, esasen bir emancipotary’e (özgürleştirici) değil, bir protectory’e (koruyucu) gereksinim duymuşlardır; kahramanlık arketipleri bu doğrultuda şekillenmiştir. Erdoğan’ı, Cumhuriyet tarihi boyunca görülmüş bütün politikacılar arasında bu ihtiyacı karşılayabilen tek figür olarak değerlendiriyorum.
Erdoğan, güvenliğe bağımlı, yüzleşme engelli, rövanşist döngü sarmalında zafer duygusuna aç, dinsel ve ulusal coşkulara kapılmaya açık bu toplumun nüanslarına hakimdir. Engelli toplum, Erdoğan’ın muktedir kişiliğinde engellerini aşmış bir suretini görmekte ve kuvvetli bir özdeşlik duygusu yaşamaktadır. Bu güç istenci mekanizması, Cumhuriyetin kuruluşunda Mustafa Kemal’de (Atatürk kodlaması) karşılık bulmuştu ama o bir koruyucu değildi, esasen bir özgürleştirici de değildi, tam olarak bir “kurtarıcı”ydı. Üstelik toplumsal tabanının geniş olduğu da söylenemez; politikalarının çoğunu arkasında büyük kitleler olmadan (tepeden inmeci tarzda) hayata geçirmişti. Entelektüel muhakemeye yatkın, laik, modernist, pozitivist, uzgörülü özellikleri Türk toplumunun vasatını yansıtmaktan uzaktı. Sonraki onyıllar boyunca Türkiye Cumhuriyeti’nde başbakan ve cumhurbaşkanı olan siyasetçiler de, eğitim almış, yabancı dil bilen, modern hayat tarzıyla genel olarak uyumlu, hatta bazı örneklerde toplum karşısında elitist özellikler taşıyorlardı. Tayyip Erdoğan’la birlikte bu zincirin halkaları kopmuştur. Erdoğan, Demirel veya Ecevit gibi yabancı dil bilmez; Tansu Çiller yahut Mesut Yılmaz gibi diplomalı ve aileden varlıklı değildir; Erbakan ya da Özal gibi teknokrat nitelikler taşımaz. Dolayısıyla Erdoğan’ı Türk siyaset tarihinde benzersiz kılan şey, zihin dünyasının ve davranış biçiminin sosyolojik ve kültürel bakımdan muazzam elverişli bir yörüngeye oturmasıdır. Bu, sadece, uluslararası sistemin bir zamanlar onun şahsında “ılımlı islam” projesine yatırım yapması nedeniyle böyle değildir. Asıl önemlisi, Erdoğan, bu toplumun üstüne doğmamış (içinden çıkmış), ama bu toplumu aşmış, muktedir olabilmiş, aşkın bir kişilik olarak toplumun üstündedir ve artık -arzu nesnesinin de ötesinde- bir “doyum nesnesi”dir. Muhtar bile olamayacağını öne süren kibirli monşerlere -hem de payitahta yakışır sarayında- ülkenin bütün muhtarlarını ağırlayarak yanıt vermiş bir galibiyet fantezisidir. Güç istenci ihtiyacına verdiği yanıt öylesine somuttur ki, Erdoğan’ı dindar bir devlet başkanına indirgemek, onu küçümsemek olur. Hem bir “sultan” hem de bir “halife” çağrışımı yapan aurası, imparatorluğun kendisini değilse bile konservesini kitlelere servis etmeye müsaittir. Çocuklarını parti ve devlet işlerine entegre etme tarzı, hanedanlık kültüyle uyumludur. Devletin itibarını “iki sarhoşun” köşkünden (Çankaya) kurtarıp Külliye’de tamir etmiş, Ayasofya gibi kutsal yuvaları yeniden ele geçirmiş, Boğaziçi Üniversitesi gibi elit kaleleri düşürmüş bir akıncıdır. “Yabancı” ve “kirli” olanı yerli ve milli olanla değiştiren, ecnebinin ağaçlarını söküp yerine millet bahçesi diken, terörist yuvası belediyeleri çökme operasyonlarıyla temizleyen bir arınma gurusudur. İdeolojik ve kültürel semboller üzerinden süregelen bu kale düşürme oyunu, muhalefet cephesinde öfke ve alayla karşılanırken, Erdoğan’ın kudretini parlatan icraatlara dönüşmektedir. Çünkü potentik toplum, hınç ve haset nesnesi olarak kodladığı “öteki”nin imtiyazlarından mahrum bırakılmasını hazla karşılamaktadır. Tayyip Erdoğan, aşağılayanları aşağılama sırasını kapmış kalabalıkların reisidir. Mağdurken ahlaki bulmadığı ne varsa mağrur olduktan sonra misliyle tekrarlayan rövanşist ihtirasın tecellisidir. Tartışmak yerine polemiği, uzlaşmak yerine pazarlığı, tahsil yapmak yerine kat dikmeyi, bilmek yerine inanmayı seçen sıradan kötülüğün rol modelidir. Ahiret işlerine dalmış, ağzından dua eksik etmeyen, çileci bir keşiş değildir. Öteki dünya da dahil, feleğin her türlü çemberini bilen, bu dünyanın köşelerini dönmüş, yırtık bir karakterdir. Potentik toplumun başına vurmuş bir piyango, aynı zamanda o toplumun barometresidir. Türk toplum vasatını anlamak isteyenler için sosyo-psikanalitik bir virtüel depodur. Otoriter bir baba ve merhametli bir anne arasında geçen çocukluğu, belirgin bazı travmalar taşımakla beraber lider bir kişiliğin mimarisine elverişlidir. Otoriteyi uslandırmanın yolunu daha o zamanlar bulmuş, babasının öfke ataklarını onun ayaklarını öpmek suretiyle zapt etmeyi başarmıştır.[13] Futbol oynadığı gençlik yıllarında baba korkusu nedeniyle kömürlüğe sakladığı kramponunu vakti geldiğinde evinin salonuna çıkarıp kumbaraya dönüştürmeyi bilmiştir (ayakkabı metaforunun bu dönüşümü, Freudyen çözümlemelere açıktır). Doktriner ve basitleştirici bir zekaya, işlek bir hafızaya, hükmedici bir muhakeme becerisine, etkileyici bir belagata sahiptir. Çalışkan, kurnaz, disiplinli, iş bitiricidir. Gurur duyduğu “ekonomist” sıfatını piyasadan bileğinin hakkıyla kazanmıştır; askerlik yıllarında zarar eden ordu kantinlerini kazançlı hale getirmiştir; ardından sucuk ticaretiyle gemi koleksiyonculuğuna başlamış; derken nev-i şahsına münhasır bir inşaat kapitalizmiyle üst düzey bir arazi baronu olmuştur. Elinin altındaki olanaklardan yararlanma konusunda kusursuz bir fırsatçıdır. Ortalama Türk insanının zaaflarına hakimiyeti hayranlık verici derecede gelişkindir. Üstüne çay poşetleri attığı kalabalıkların yaşadığı coşku gerçektir (gerçi padişah huzurdakilere altın kese atardı, ama rütüelin rızık dağıtan özü aynıdır). Erdoğan’ın nobran, zerafetten yoksun, bazen aşağılayıcı, otoriter bir şefkatle yüklü Reis kimliği, Türk toplum vasatı için biçilmiş kaftandır. Tencere yuvarlana yuvarlana sonunda kapağını bulmuştur.
Kutuplardan biri için arzu nesnesi olan karakterin diğer kutupta nefret imgesi olarak algılanması kaçınılmazdır. Biri için kamulaştırılmış hayranlık, diğeri için anonimleştirilmiş tiksintiye isabet eder. Nasıl ki politik islamcılar Atatürk’ün bütün Türklerin atası olarak sunulmasını ecdadına bir çeşit hakaret sayıyorsa, laik cumhuriyetçiler de Erdoğan’ın “dünya lideri” olarak takdim edilmesini gülünç ve pejmürde bulmaktadır. Bununla birlikte Erdoğan’ın cazibesi muhaliflerini de (bir negatif karizma halesiyle) kuşatmıştır. Erdoğan, yoğun kişisel özellikleriyle, aynı anda hem “nefret imgesi”, hem “arzu nesnesi” olabilmeyi başarmış bir siyasetçidir (Örneğin bu seçimlerdeki rakibi Kılıçdaroğlu, laik cumhuriyetçiler için muteber olabilir ama bir arzu nesnesi değildir. Karşıtları için nefret imgesi olduğu da söylenemez, zira ona yönelik reaksiyonlar onun kişiliğinden çok CHP’nin tarihsel çağrışımlarıyla ilgilidir).
Tayyip Erdoğan, elbette İmparatorluğu yeniden kurmanın imkanı değildir, zaten böyle bir imkan yoktur, ama belli başlı değerler ekseninde onu imparatorluğa dönüşün hikmeti olarak algılayan irrasyonaliteyi anlamak mümkündür. Abdülhamit’in ve Adnan Menderes’in trajik yenilgisinin nihayet telafi edildiği bir rövanş olarak tatmin edicidir; onlardan farklı olarak, hasımlarını sindirmeyi ve nötralize etmeyi başarabilmiş bir muzaffer figürdür. Siyaset sahnesine ilk çıktığı zamanlarda politik ajitasyonunun ana referansı olan Adnan Menderes’in yerini bugün esasen Abdülhamit’e bırakmış olması, özdeşlik imgelerinin evrimleşme yönü hakkında fikir verir. Dolayısıyla onu yitik otorite nostaljisine yanıt veren bir sembol-kişilik olarak tasavvur edebiliriz.
Erdoğan otokrasisinin genel hatları ve muhtemel yönü
Erdoğan iktidarına gelinceye kadar, Türkiye’nin rol modeli, “Küçük Amerika” metaforunda cisimleşiyordu. Erdoğan iktidarının kurumsallaşmasıyla birlikte, Türkiye, “Küçük Rusya” yönelimine girmiştir. Güvenlik ve istihbarat bürokrasisine dayalı, geleneksel medya araçlarının tek elde toplandığı, endüstriyel burjuvazinin ve subayların devlet yönetimini rahatsız etme özelliğini kaybettiği, yasama meclisinin devlet başkanının gölgesinde kaldığı, mafya ve finans sermayesinin merkezileştirildiği, sivil toplum alanlarının parti komitelerince kontrol ya da taciz edildiği, dış politikanın çok kutuplu dünya düzenine göre mümkün mertebe az angajmanla şekillendirildiği otokratik bir rejimle karşı karşıyayız. Bu çerçeve, aslında, soğuk savaştan sonraki dünya oluşumunda Türkiye’nin girdiği yeni kalıptır. NATO odaklı kontrgerilla örgütlenmesi bozulmuş ve bir parti olmaktan daha fazla şey ifade eden AKP’de (ve paralel paramiliter oluşumlarda) yeniden vücut bulmuştur; ordunun yanısıra parlamentonun da siyasetteki rolü azalmıştır; ticaret burjuvazisinin tabanı genişlemiştir; Ortadoğu-Türkiye ilişkilerinde ABD hegemonyası sarsılmıştır. “Birinci Cumhuriyet” kesin olarak bitmiş; post-kemalizm süreci başlamış; ama “Yeni Türkiye”, liberal beklentilerin tersine, yüzünü Batı’dan çevirme eğilimine girmiştir. Ancak, derin mistik dokularla örülmüş Slav milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği arasındaki benzerliğe rağmen, Türk toplum vasatı (Rusya gibi imparatorluk geçmişini koruması veya yeniden yaratması imkansız olduğundan), en fazla “Küçük Rusya”yla (o da bir otokrasi olması açısından) yetinmek zorundadır.
Naziliğin Hristiyanlık karşıtı ve yeni pagan, Mussolini’nin materyalist ve ateist niteliğinden farklı olarak Erdoğan’ın dinsel referanslardan beslendiği açıktır. Fakat Erdoğan otokrasisi başta antisemitist çizgiler olmak üzere belirli açılardan Mussolini iktidarını (1922’den 1945’e kadar) andırmaktadır. Diğer yandan siyasete İslamcı, milliyetçi, antisemitist motifleri nüfuz ettirmesiyle Mısır’daki Nasırcılık iktidarına (1950’lerin başından 1967’e kadar) benzemektedir. Ancak Erdoğan konseptinin antisemitizmi, pragmatik eksende ideolojik ve kültürel argümanlarla sınırlıdır; politik, ekonomik ve askeri alanlarda ruhsatsızdır. Kaldı ki, Nasırcılık, Mısır’ı aşarak tüm Arap dünyasına seslenebilmiş, Irak ve Suriye’deki Baas rejimlerine (ve Libya’daki Kaddafi diktatörlüğüne) ilham veren bir Panarabizme yol açmıştı. Oysa Erdoğan, bu türden bölgesel bir Türkçülüğe veya İslamcılığa esin olabilecek potansiyeller taşımıyor. Bu yönüyle İttihat ve Terakki’nin kanatları kırılmış, düşük profilli bir versiyonu gibidir.
Avrupa faşizmlerini daima aşırı milliyetçilik sürüklemiştir; çünkü din savaşlarının yol açtığı felaketler, daha az ürkütücü olmamakla birlikte, ulus-devlet öncesi tarihsel evrede kalmıştı. Oysa Ortadoğu’da din faktörünün siyasal hayattaki belirleyici rolü, Avrupa’ya göre anakronik özellik sergilemektedir; yani İslam coğrafyasında totaliter rejimleri esasen dincilik (yer yer milliyetçilikle iç içe geçmiş olarak) sürüklemektedir. Kuruluş aşamasında aşırı Türk milliyetçiliği ekseninde ve dinin kurumlarıyla beraber manevi değerlerini de karşısına alarak gelişen Türkiye Cumhuriyeti, şimdi milliyetçiliği ve dinciliği üst bir potada sentezleyen yeni tipte bir totalitarizmin sahnesidir ve bu yanıyla özgündür. Türkiye, Avrupa ile Ortadoğu arasındaki hilkat garibesi konumunu bu haliyle de korumaya devam etmektedir.
Dünya şartları ve Türkiye’nin birden çok toplumda sabitlenmiş -mevcut- dinamikleri, Erdoğan’ın, önüne çıkan her şeyi ezip geçmeye muktedir, durdurulamaz bir juggernaut olmasına engeldir. Ayrıca Erdoğan otokrasisi, Nazizmde ve Mussolini faşizminde gördüğümüz tipte emperyalist bir yayılmacılığa yönelecek jeopolitik imkanlardan yoksundur. Yine de Mussolini’nin Habeşistan işgalinde olduğu gibi, hayati derecede kritik bir anda, “ulusal birliği” kendi çevresinde sağlamasına hizmet edecek fırsatları kollamaktan geri durmayacaktır. Bu bakımdan Yunanistan’ın bazı konumları, hem tarihsel arka plandan gelen Balkan travması ve Rum düşmanlığı nedeniyle, hem de güncel-konjonktürel çatışma unsurlarının diriliği nedeniyle teşebbüslere hedef olmaya nispeten açıktır. Benzer bir olasılık, Kürt varlığı bağlamında, Ortadoğu’nun birkaç noktası için de geçerlidir.
Genel olarak sanıldığının aksine, Erdoğan, güç zehirlenmesine karşı temkinlidir. Sınırları zorlama konusunda cüretkar ama çılgınlık sınırında dikkatlidir. Bilhassa iktidar alanına yönelik tehlikeler konusunda sezgileri kuvvetlidir ve bunları kişiselleştirmeye müsaittir. Fakat kendini yok etmekle sonuçlanacak Hitlervari bir ideolojik doktrinin tutarlılık ruhuna sahip değildir. Yine, genel olarak sanıldığının aksine, meşru seçimleri ziyadesiyle önemser; otoritesini toplumsal bir tabana oturtmamayı göze alamaz. Bu, demokrasiyi içselleştirmiş olmasından ileri gelmez, kendini güvende hissetmenin koşullarından biridir ve ayrıca çok gereksinim duyduğu üstünlük kurma psikolojisinin ana teçhizatıdır.
İdeolojik hegemonyasını sağlayabilecek kültürel-entelektüel enstrümanlardan (başta sanat olmak üzere) yoksundur. Bu durum, onun kasvetli otoritesinin “yumuşak güç” olmasına manidir ve medya operasyonları, savunma teknolojileri, milliyetçi mitoslar gibi daha doğrudan ve vulger yöntemlere başvurma yönelimini pekiştirmektedir.
Yakın gelecekte Erdoğan’ın iktidarını kaybetme ihtimali, izah etmeye çalıştığım toplumsal sabitler ile bunların beslendiği sosyokültürel döngüler nedeniyle, oldukça zayıftır. Aksine, potentik toplum, protectory’isini henüz bulmuştur; dramatik bir çöküş anına kadar ona tutunmaktan vazgeçmeyecektir. Erdoğan’ın karşısındaki en güçlü sabit (laik-cumhuriyetçiler), CHP’de hapsolmuş; Atatürk tarafından kurulması ve Cumhuriyet’in yadigarı olması nedeniyle bu partinin varlığını korumayı amaç haline getirmişlerdir. CHP’nin, sadece ismi ve sembolleriyle bile, geniş kitleler üzerinde travmatik boyutlarda tarihsel, kültürel çağrışımlar yarattığını kabul etmeye açık değillerdir. Bu, klasik Türk sağına oranla daha tutucu ve irrasyonel bir kavrayıştır; CHP’yi tarihteki yerine terk edip başka bir parti etrafında yapılacak bir örgütlenmenin, sadece bunun bile, ortaya çıkaracağı bazı muhtemel imkanları tahayyül etmekten uzaktır.
AKP iktidarının karşısında yer alan diğer toplumsal dinamikler, Erdoğan Otokrasisini kısa ve orta vadede zorlayabilecek durumda değildir. Kürt Hareketi, rejimi rahatsız etmenin ve bu arada demokratik toplumsal muhalefete alan açmanın üst marjına çoktan dayanmıştır ve daha fazla rezerve sahip değildir. Sosyalist sol, soğuk savaş döneminin kalıplarını aşamayan zihniyeti ve yapılanmasıyla dropout (toplum dışı), “tarih öncesi” ve donanımsızdır.
Toplumların faşist şeflerden (Führer, Duce ve diğerleri) kurtulma süreçleri, bu toplumların potentik yoğunluğuna ve doğal olarak ilgili tarihsel bağlama göre şekil almaktadır. Almanya’da Hitler, ari ırk kuramına dayandırdığı übermench (üst insan) doktrinini 12 sene dizginsizce sürdürdükten sonra dramatik bir çöküşle bitirdi. İtiraz edilemez kesinlikteki tükenişi, Alman toplumundaki güç istenci arzusunun iflasıyla sonuçlanmıştı. Bu, öylesine karşı konulamaz bir iflastı ki, bütün mağduriyet kodlamalarını geçersiz kılmış, rövanşist duygunun tohumlarını kurutmuştu. Mussolini’nin 21 yıllık iktidarının çöküş noktası, II. Dünya Savaşı’nda halk desteğini belirgin şekilde kaybetmesine yol açan politik tercihleri oldu; bilhassa savaşa girmesi ve Almanya’ya koşulsuz angajmanı, İtalyan milliyetçiliğinin rüzgarını tersine çevirdi. Ama onun sonu, İtalya faşizminin Almanya’daki gibi marjinalize olmasına yetmedi. Nihayetinde ayaklarından asıldığında “Ebedi Roma İmparatorluğu” imgesi sönmüştü ama aşırı sağ fanatizmi sonraki onyıllarda Berlusconi kılığında yeniden uç verecekti.
Bazen de diktatörler, dramatik bir çöküş noktasına uğramadan ama toplumun narsisistik arzularını uzunca bir süre doyurma (ve faşizmin toplumsal bedellerini daha geniş bir zaman dilimine yayma) fırsatı bularak ömürlerinin sonuna kadar (yahut elden ayaktan düşünceye kadar) iktidarda kalabildiler. Portekiz’de Salazar’ın yaklaşık 50, İspanya’da Franco’nun yaklaşık 30 sene süren rejimleri bu duruma örnektir.
Bu tarihsel çağrışımların perspektifinden baktığımızda, Erdoğan Otokrasi’sinin dayanıklılık potansiyellerinin hem toplumsal iç dinamikler bakımından, hem de uluslararası sistemin genel durumu açısından zayıf olmadığını görüyoruz. Almanya’nın güçlü entelektüel mirası, İtalya’nın rönesans geçmişi, Yunanistan’ın Hellenistik mazisi, bu toplumların demokratik -özgürlükçü yaşam sahaları oluşturmasına elverişliydi; ayrıca Avrupa’daki faşizmler, (İtalya’da işçi grevleri ve partizan savaşı, Portekiz’de halk desteğindeki subaylar hareketi-Karanfil Devrimi, Yunanistan’da kitlesel gençlik hareketlerinde somutlaşan) Sovyetler Birliği’nin de varolduğu bir dünya şartlarında, toplumsal muhalefet tarafından rahatsız edilebiliyordu. Buna mukabil Erdoğan Otokrasisinin karşısında güçlü bir toplumsal muhalefet olmadığı gibi, Türk toplumunun sosyokültürel kaynakları, yüzleşme engelinin prangasını kıracak erdemlere halihazırda sahip değildir. Almanya, İspanya, Osmanlı, İtalya, Rusya gibi dağılan imparatorluklar arasında elindeki bakiyesi ile “muhteşem geçmişi” arasındaki makas farkı en fazla olan milletin Türkler olması, onun potentik toplum özelliğini hala sürdürmesinin nesnel sebeplerinden biridir. Dolayısıyla döngünün ileriki aşamalarında, rövanşizme dayalı fasit dairenin yerini (herhangi tipte) çoğulcu bir toplumsal mutabakata bırakması, uzun ve sancılı bir süreç olacaktır. Bu süreç, her halükarda iki biçimde olabilir: Ya dramatik bir çöküş noktasında Erdoğan faşizmi kendi kendini berhava etmekle sonuçlanan, itiraz edilemez kesinlikte bir iflasa yol açar ve potentik toplumun narsisistik arzusu öyle bir tükeniş anı bulur ki yüzleşmeyi kaçınılmazlaştıran yepyeni bir “tabula rasa” olanağı doğuverir. Ya da tek sekmeden ibaret bir “moment de voir” (aydınlanma anı) olmadan, birkaç nesil sürebilecek uzunluktaki bir toplumsal dünüşümle el ele demokratik ve özgürlükçü değerler birikirler; dinsel ve ulusal kimliklerin fanatizmi çözülmeye uğrar; dolayısıyla totalitarizmin ve faşizmin toplumsal tabanı daralır. Her iki ihtimalde de, Erdoğan iktidarını “önümüzdeki ilk seçimlerde” yenmeye şartlanmış romantik beklentileri dışladığımın farkındayım. Bana göre, konunun karamsar veya iyimser olmakla ilgisi yoktur; elverişsiz koşullar altında, gerçekçi bir bakış açısına ve dayanıklı bir kondisyona sahip olup olmamakla ilgisi vardır.
[1] CHP’nin 1923-1950 arasındaki 27 yıllık iktidarı bu durumun istisnası değildir, çünkü 1946’ya kadar zaten tek partili seçim sistemi yürürlükteydi. Nitekim 1950’den itibaren gerçekleşen 21 genel seçimin sadece 3’ünde (1961’de yüzde 36.7, 1973’te yüzde 33.3, 1977’de yüzde 41.4) CHP birinci parti olabilmiştir. Kaynak: Türkiye İstatistik Kurumu.
[2] “Muhafazakar-mukeddesatçılar” ifadesini tereddütle kullandığımı belirtmek isterim. Genelleme yapabilmek için başvurmak zorunda olduğumuz kavramların”politik islamcılık”, “mukeddestaçılık”, “muhafazakarlık” gibi ifadelerle sınırlı olması (ama bunların da hata payı taşıması) retorik açıdan zaafiyete yol açmaktadır. Bu nedenle “Türk toplum vasatı” ifadesine de olabildiğince yer verme gereksinimi duyuyorum.
[3] Oy oranlarıyla ilgili bütün istatistikler Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ve Yüksek Seçim Kurulu (YSK) verilerine dayanmaktadır.
[4] Partilerin sosyal sınıflara göre oy dağılımını görmek için bkz. Konda Araştırma Şirketi, Seçmen Kümeleri-Ekonomik Konumuna Göre Seçmenler.
[5] Muhafazakar-mukeddesatçı blokun birden fazla partiye bölünmesi durumunda Erdoğan’ın zayıflayacağını ileri süren (aynı şekilde AKP’nin “kemik oy”unun % 25’in üstünde olmadığına inanan) tez yanıltıcıdır. Bu yanılgının temelinde merkez sağda birden fazla partiyi esas sabit, Erdoğan’ı geçici sabit kabul eden varsayım yer almaktadır. Halbuki tarihsel evrime baktığımızda, “merkez sağ” olarak ifade edilen parçalı temsiliyetin nispeten uzun sürmüş ama nihayetinde askeri darbeler tarafından tetiklenmiş konjonktürel bir olgu olduğunu görebiliriz.
[6] MHP’nin ayrı ve sıradışı bir parti olarak zuhur etmesi, soğuk savaş konseptinin ihtiyaç duyduğu NATO güdümlü kontrgerilla modeliyle doğrudan ilgilidir.
[7] 10 Ekim 1965 genel seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi (TİP), yüzde 3 oy oranıyla 15 vekil çıkarmış, sosyalist solun Türkiye tarihindeki tek ünlü seçim başarısını kaydetmiştir. Sosyalist sol, Soğuk Savaş’tan sonra da yasaklara ve devlet baskısına maruz kalmaya devam etti; fakat bu durumdan bağımsız olarak da toplumsal bağları cılızdır. Amerikan ya da Avrupa tarzı burjuva liberal parti denemeleri ise iki iddialı girişime rağmen hüsranla sonuçlanmıştır.
[8] İttihat ve Terakki kadrolarının Cumhuriyetin kuruluş ve gelişim sürecindeki etkisini ayrıntılarıyla inceleyen bir kaynak için bkz. Talat Paşa, Hans Lukas-Kieser, İletişim Yayınları
[9] Çağdaş antropolog Claude Levi- Strauss “öteki”yle yüzleşme sürecinde toplumların genellikle iki temel stratejiye başvurduğunu ampirik verilerle saptamıştır. Birincisi, antropoemik (kusma, dışlama) eğilim sergiler; sürgün, toplama kampı ve soykırım gibi tecrit etme, ortadan kaldırma unsurlarını içerir. İkincisi, antropofajik (yutma, sindirme) eğilim sergiler; asimilasyon, dejenerasyon gibi ehlileştirme unsurlarını içerir. Birincisinde öteki yok edilir ve yabancıdan kurtulunur! İkincisinde ötekilik durumu yok edilir ve yabancı ‘yabancılığından’ kurtarılır! Bkz. Hüzünlü Dönenceler, Claude Levi Strauss, Yapı Kredi Yayınları.
[10] İttihat ve Terakki, İmparatorluğun Balkanlarda kaybedilmiş topraklarını Kafkasya’da telafi etme ihtirasına kapılmıştı. Kemalist Cumhuriyet, İslam coğrafyasından mümkün mertebe soyutlanmış ve yüzünü Batı’ya dönmüş bir ulus-devlet projesi için Milli Misak sınırlarıyla yetinmeyi tercih etmiş, Pantürkist – Panislamist düşleri gündeminden çıkarmıştı. AKP iktidarı ise, Türki Cumhuriyetlerle ve bilhassa Azerbaycan’la (bir nebze de Kazakistan, Türkmenistan) geliştirmek istediği ilişkileri adeta Pantürkist bir hissiyatla tesis etmektedir. Mevcut uluslararası jeopolitik, kuşku yok ki, bu hevesin bir realiteye dönüşmesine imkan tanımaz. Ayrıca Türki cumhuriyetlerle ilişkiler AKP’den önce de vardı. Burada önemli olan, bir duygudur, İmparatorluk duygusuna yakın ve Cumhuriyet duygusuna uzak hissetme arzusunda cisimleşen “siyasal bilinçaltı”dır. Örneğin Türkiye ile Azerbaycan arasındaki bağ, ikisi de “hanedanlık” belirtileri içeren yönetim modelleri nedeniyle de nostaljik bir prototipe denk düşer.
[11] Erdoğan’ın “partili cumhurbaşkanı” modelinde ısrar etmesini ve AKP başkanlığını bırakmamayı ziyadesiyle önemsemesini, partisinin (benzerini 2000’lerde Berlusconi İtalyası’nda gördüğümüz) bu fonksiyonlarıyla açıklayabiliriz. 10 milyondan fazla üyesi ve oldukça örgütlü yapısıyla AKP, “sivil” bir güvenlik sübabı olmanın ötesinde, “sosyal devlet”in sorumluluklarını gayrimeşru şekilde üstlenmiş bir aygıt durumundadır. Devletin bütçesinden kanunsuz şekilde aktarılan ve ayrıca ihaleler, borsa spekülasyonları, arazi paylaşımları, uyuşturucu ticareti, mafya sermayesi gibi yollarla biriktirilen varlıklar, AKP’de “paralel kasa”ya dönüşmektedir. Bu kasa, kuşkusuz doğal afetler ve ekonomik rahatsızlıklar esnasında geniş kitlelere açık tutulmaktadır. Genel olarak hükümetlerin düşmesine yol açan ekonomik krizlerin AKP iktidarını bilakis ayakta tutmasının kayda değer bir nedeni budur.
[12] Rusya bazı açılardan özgün bir örnektir. Öncelikle Sovyetler Birliği, Çarlık Rusya döneminin sınırları biraz küçülmüş olsa da, dünyanın en büyük topraklarına sahip olmaya devam etmiştir; diğer dağılan imparatorluklar kadar yaralayıcı bir trajedi duygusu yaşamamıştır. Ayrıca Sovyetler Birliği, ulusal kimlikler konusunda, kalıcı olamasa da, iyileştirici politikalar deneyebilmiştir.
[13] Daha fazla bilgi için bkz. Recep Tayyip Erdoğan/ Bir Dönüşüm Öyküsü, Ruşen Çakır-Fehmi Çalmuk, Metis Yayınları.
Desteğiniz bizim için önemli. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.
Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.
Kaleminize sağlık. Her kelimesine katılıyorum
Bol dipnotlu,basılıp kütuphaneye konulasi,zaman zaman açıp bakilasi ,konuyu açıkça özetleyen bir yazı olmuş. Yazarın ellerine sağlik:)
Eglendirirken dusunduren, dusundururken eglendiren, ifade gucu cok yuksek, tahlil gucu saglam ve bir o kadar da alti dolu bir degerlendirme olmus, tebrikler. Ama yine de ben derim ki, bu degerlendirmelere eyvallah, bir kosede ve hatta baskosede tutulasilar ama kazin ayagi yine de pek oyle degil. Bu isler daha derin bence. Bu tahlillerin gercek olmasi ya da olmamasi degil konu. Bu tahlillerin alasini cok cok zamaninda, pireler tellal iken yapip, ona gore recetesini hazirlayip, ona gore yolumuzu cizdirenlerin oldugu unutulursa, hem onlarin zekasina hakaret olur, hem de boyle iste anca eglendirirken dusunduren, dusundururken eglendiren, okuyani ve yazani bilissel tatmine eristirmekten oteye cok da karsiligi olmayan bir salt dusunsel faaliyet ortaya koymakla kalinmis olur. Yazanin emegine saglik.
Bilgilendirici, akıcı ve derli toplu yazınızı bir çırpıda okudum. Elinize sağlık