6-30 Haziran tarihleri arasında Meclis-i Mebusan Caddesi, numara 31’de yer alan Merdiven Art Space, Ateş Alpar’ın Hasankeyf özelinde eko-yıkım pratiklerine yakından temas eden sergisine ev sahipliği yapıyor.
Fotoğrafçı ve akademisyen Ekmel Ertan’ın küratörlüğünde düzenlenen sergi vesilesiyle, Alpar’la sanat pratiğinin oluşum sürecini, sanat ile toplumsal alan arasındaki zigzaglı ilişkiyi konuştuk.

Öncelikle yıllara yayılan fotoğrafçılık pratiğini aktivizmle nasıl kesiştirdiğinden biraz söz etmeni istesem?
2010’ların başında toplumsal eylemlerde önce ses kayıtları aldım, sonrasında fotoğraf ve video kayıtları almaya başladım. Bu kayıtları montaj ve kurgularla bozup yeni kayıtlar elde ettim. Bu süreç güncel sanat pratiğimi şekillendiren bir başlangıç oldu. Dolayısıyla fotoğrafçılık ile aktivizm benim için iç içe geçmiş süreçler. Fotoğrafçılığımı aktivizmden aktivizmimi de fotoğrafçılığımdan çıkaramam, ayıramam.
Senin sorunda yer aldığı gibi iki alanı kesiştirmek için özel bir çaba sarf etmiyorum. Fotoğraflarım deneyimlerimden süzülüyor ve birbirini besleyen süreçler haline geliyor. Hayat içinde sorunsallaştırdığım meseleleri sanat aracılığıyla yeni bir ifade biçimine dönüştürmekle ilgili tercihlerim var. Fotoğraf çekme motivasyonumda bu tercihler önemli oluyor. Neredeyse refleksif bir durum söz konusu.
Taş Kabuk Sessiz tam da böyle bir çalışma pratiğinden doğdu. Kişisel tarihimde yeri olan bir coğrafyanın yok oluşu beni elbette sanatsal bağlamda da tetikleyecekti. Yıllara yayılan bu eko-yıkıcılığı hem kendi tarihim hem kişisel görüşlerim açısından (sen buna aktivistlik diyebilirsin, ben ise tam da bu noktadan bakarak sanat diyorum) hem de sanatsal açıdan kayıt altına almam gerekiyordu. Sonuçta bir eko-sanat pratiği ortaya çıkmış oldu.
Çektiğin fotoğraflar kelimenin en genel anlamıyla yalın belgelemeden kaçan bir boyut taşıyor. Ranciere’in poiesis dediği şeyle aisthesis dediği estetik rejimi nasıl buluşturuyorsun? Kadraj poetik duyarlığı nasıl süzüyor?
Fotoğraflarımı çoğu zaman bir fotoğraf serisi içinde konumlandırıyorum. Dolayısıyla uzun bir süreçte belgeleme yapıyorum ama bu belgelemede estetik boyutu pas geçmemeye özen gösteriyorum. Hangi alanda çalıştığım, neyi hangi konjonktürde fotoğrafladığım çok önemli. Ki burada ‘nasıl’ sorusu önem kazanıyor.
6 Şubat depremiyle kadim bir açmazı, “felaket kayıt altına alınabilir mi?” sorusunu yeniden tartışmaya başladık.[i] Benim de bir fotoğrafçı olarak depremi fotoğraflarken belgeleme yapmam gerekiyordu ama bu belgelemede temsil iddiam yoktu. Alana ve alandakilere saygı duymayı, bir insanı istemeyeceği bir kareye hapsetmemeyi önemsiyorum. Gördüklerimi ve alandaki deneyimlerimi aktarırken ‘nasıl’ sorusu aklımın bir köşesinde duruyor. Taş Kabuk Sessiz‘e konu olan yıkımı nasıl anlatmalıyım? Burada yaşayanları “kurban” olarak göstermeyi ya da eko-yıkıcılığa rağmen barajın yararlı olduğunu vurgulamayı düşünemezdim.
Sonuç olarak ortaya çıkan tahribatı tüm boyutlarıyla ve bütüncül bir şekilde anlatmaya çalıştım. Fotoğrafta estetiği ve etkileyiciliği arıyorum elbette ama bu işleyişte duyarlılıklarım da belirleyici rol oynuyor.

Bu serginde “tanık” olmanın getirdiği ağırlığı ve bundan kaçan, hafiflemek isteyen bir gövdeyi aynı anda taşıdığını hissediyoruz. Sence benzeri bir duyarlık seyirciye de yansır mı, beklentin nedir?
Çalıştığım konuların ağırlığına göre bir süre sonra bu ağırlığı paylaşmaya ihtiyacım oluyor. Bu sergi de bu ihtiyacın bir sonucu. Hasankeyf’te neler olup bittiğini gösterme arzusu. Bundan sonrası izleyiciye kalmış. Duyarlık geçer mi geçmez mi, ne tür bir duyarlık oluşur açıkçası bunu bilemiyorum. Ben sanatsal üretimimi kendi penceremden gerçekleştirirken izleyiciye “bilinç taşımayı” ya da izleyicide “duyarlık oluşturmayı” amaçlamıyorum. Yaşananları, deneyimlerimi de dahil ederek kendi gözümden aktarmaya çalışıyorum.
Bir de şu var, galeriye gelen izleyicinin o gün yaşadıkları, geçmişi, birikimi, galerinin genel atmosferi işlerin izleyici üzerindeki etkisini belirleyen unsurlar. Bunlara müdahale etmem mümkün değil. Ama serginin ortaya çıkışını anlatmaya, sorunsalını tartışmaya her zaman hazırım. Bu tartışmalar belki de sadece Hasankeyf’e değil tüm eko-yıkım pratiklerine dikkat çekilmesine vesile olur.
Olursa memnun olurum elbette.
Arşiv ve belgeyi yeniden işlemek çağdaş sanat pratiklerinin önemli bir parçası. Taş Kabuk Sessiz‘de bunun yetersiz kaldığı anlara dair de bir sezgi ve yeni yol arayışları söz konusu sanıyorum. Bunu nasıl açarsın, sence “çağdaşlığı” üreten, onu sanat pratiklerini kat eden disiplinler arası bir duyarlık olarak konumlandıran günümüz sanatının tıkandığı noktalar var mı?
Güncel sanat alanındaki üretimler sıklıkla arşive bakıyor, belgeleri yorumluyor. Burada bir tarihçi gibi titiz çalışmanın, verileri süzmenin, onları —bazen de— bozup yeni anlatılar kurmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Arşive girenler kadar onun dışında bırakılanlara da bakmak gerekli. Ben çoğunlukla tarihin kıyısında, arşivin dışında kalanlara odaklanıyorum. Dolayısıyla Taş Kabuk Sessiz gibi bir sergi ortaya çıkıyor. Konumlandığım yerden gördüğüm şey, verili bilgilerin kabulünden önce o bilgilere mesafeyle yaklaşmak gerektiği oluyor.
‘Tıkanma’ tartışmaları bence sanat üretimine içsel bir durum. Bununla birlikte yeni alanlar, mecralar bu tıkanmayı başka yollara sokuyor. O yollarda da benzer süreçler yaşanıyor. Bu, yaratıcı üretimin olduğu yerde olağan bir şey, bu nedenle günümüz sanatının tıkanma noktalarını nelerdir net bir cevap veremiyorum.
Ama ilk olarak coğrafya —Doğu/Batı ya da Kuzey/Güney ülkelerinde yaşamak—, network, yaşanılan ülkedeki sanat politikaları, ekonomik-kültürel ve toplumsal sermaye vb. etmenlerin tıkanmayı tetiklediğini söyleyebilirim.

Hasankeyf’te olan bitenler yıllardır, kâh kamuoyunun kâh politik grupların gündemindeydi. Pek çok ses sanatçısı bu konuya dikkat çekmek için performanslar düzenledi. Taş Kabuk Sessiz sence neyi değiştirebilir?
Keşke bir sergiyle değişimi başlatabilsek. Hiçbir sanat ürünü tek başına dünyayı kurtaramaz ancak bu yolda küçücük bir adım atılmasını, konuya dikkat çekilmesini sağlayabilir. Değişimi toplumsal güç ilişkilerinden azade düşünemeyiz. Bu dönemde ibrenin iktidardan yana olduğu çok açık. Önceki sorularda da konuştuğumuz gibi, bu sergi küçük bir tartışmaya zemin oluştursa dahi önemli. Birikimler, tartışmalar, inişler-çıkışlar bir anda başka bir ritme dönüşebilir. O ritmi yakalamak için, değişim için iğneyle kuyu kazıyoruz aslında.
Ben de bunu sanat üretimimle yapıyorum.
Yıllar içerisinde, performanslarınla da birleştiğinde bir poetika, bir anlam havuzu yarattığını, ya da olanı dalgalandırdığını düşünür müsün?
“Anlam havuzu” kolektif bir olgu aslında. Ben de bana yakın anlamların olduğu havuzdaki birikime katkı sağlıyorum. Ancak her sanatçının üretiminde nüans oluyor. Örneğin sokağa çıkma yasaklarının olduğu dönemlerde kamusal alanda iş yapmak benim için önemli bir deneyimdi.
Kamusal alanın her anlamda yasaklarla örüldüğü süreçte sokakta varlık göstermeyi tercih ettim. Konjonktüre göre sanatsal söylemin kurulduğu nokta değişebilir. Kamusal alanın, meydanların, sokakların yasaklanması hayatımızı derinden etkileyen bir durum. O nedenle bir süredir kamusal alanda olmayı “anlam havuzu”na bu noktadan katkı koymayı önemsiyorum.
Dalgalanma yarattım mı bunu bilemem, zaman gösterecek. Şu andan bir şey söylemek oldukça zor.
Bölgedeki eko-yıkımın olası sonuçları yavaş yavaş ortaya çıkıyor, çıkacak. Mücadele de sürüyor, öyle görünüyor ki. Bu konuda ne söylemek istersin? DSİ’nin baraj faaliyetiyle, yüzlerce yıllık bir yerleşim alanını insansızlaştırması gelecek günler için ne söylüyor? Kent alanındaki soylulaştırma ve mukimlerin marjinalize edilmesiyle, Hasankeyf’in başına gelenler arasında nasıl bir bağ kurmak mümkün olurdu?
Eko-yıkım dönemin ruhunu yansıtan bir kavram, ne Türkiye ne de Hasankeyf’le sınırlı. Latin Amerika’da, Afrika’da, Asya’da irili ufaklı çok sayıda mücadele sürüyor. Hasankeyf’i de bunun bir parçası olarak görüyorum. Günümüz kapitalizmi müşterekleri kent ve kır ayrımı yapmadan yağmalıyor. Elbette bu sürecin insan ve insan olmayanlar üzerinde olumsuz etkileri oluyor. Tarım ve gıda politikalarında, kent planlamasında bunları en can alıcı şekilde görüyor ve yaşıyoruz. Felaket kapitalizmini yaşadığımızı bir an bile aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor.
Kentsel dönüşüm ya da güvenlik politikaları adı altında soylulaştırma devam ediyor. Hevsel bahçeleri ile Brezilya Amazonu için verilen mücadeleler, çiftçi-köylü hareketleri ile kentsel inşaat faaliyetlerinin bir arada düşünülüp tartışılması gerekiyor. Yoksa üç beş yıl önce çok uzaktaki bir realite gibi görünen iklim krizini aşmak pek mümkün görünmüyor.
[i] Ateş Alpar’ın öncülüğünde 29 Mart’tan itibaren düzenlenen Performİstanbul’daki “Bakmanın Ağırlığı” seminer dizisi yazın, sosyoloji, aktivizm alanlarından kişiler ile soruyu tekrardan tartışmaya açmayı hedefliyordu.
1 Yorum