Bir grup arkadaş dünyanın sonuna dair konuşuyorduk. Haberi aldın, bildiğin anlamıyla dünya (ya da medeniyet) sona erecek. Ne yaparsın, nereye gidersin, kimin yanında olmak istersin? Kendimden emin şekilde verdiğim “Bir biyolog bulurum!” cevabı, sonraki yıllarda alay konusu olacaktı.
Haklılardı, nasılını pek düşünmemiştim. Biyolog nereden bulunurdu, bulduktan sonraki adım ne olmalıydı, biyologlar benim onları bulmamı mı bekliyordu, bir biyolog insanlığın devamını garanti altına alıyor muydu? Bu sorular yanıtlanmaya muhtaçtı. İnsanlığı sürdürme refleksi politik olarak savunulabilirdi ama bu naif çıkışın ardında ne olduğunu deşmek de önemliydi.
Popüler kültür bize tam da bunu telkin etmiyor muydu? Dünyanın sonuna ilişkin tahayyüller, her zaman kıyamet sonrası tahayyülleriyle bir arada sunuluyordu. Türün adı post-apokaliptikti neticede. İnsanlık kıyameti yaşıyordu yaşamasına, ama hep sonrası da vardı. Sanki Nejat Yavaşoğulları, o kendine has sesiyle bir yerlerden bağırıyordu: “Ne olursa olsun, yaşamaya mecbursun!”
Fredric Jameson, insanlık için dünyanın sonunu hayal etmenin kapitalizmin çöküşünü hayal etmekten daha kolay olduğunu hatırlatmış, bunu hayal gücümüzün zayıflığıyla açıklamıştı. O bunu dillendirdikten sonraki yıllarda üretilen post-apokaliptik kurmacaların çokluğu ve popülerliği, bunun ne derece isabetli bir çıkarım olduğunu ilk elden gösteriyordu. Son yıllarda ise bilimkurgunun yeni bir alt türünden bahsedebiliyoruz: Pandemi sonrası anlatıları. COVID’den önce yayımlananlarına kahin gözüyle bakılıyor, televizyon uyarlamaları art arda geliyor. Ortak noktaları bize medeniyetin bittiği, ama hayatta kalanların yaşamaya devam ettiği, yeni düzenlerin kurulduğu bir dünyadan bildirmeleri. Bu yazıda da bu hikayelerden birkaçının “Dünyanın sonunu nasıl alırdınız?” sorusuna getirdikleri cevaplara bakmak istiyorum.
Başlamadan tali bir yola sapıp yukarıdaki paragrafın belki de en popüler istisnasına, Wall-E’ye (Andrew Stanton, 2008) uğrayalım. Wall-E’de insanların, tüketim hırsları ve çevreye karşı duyarsızlıklarıyla dünyayı kendileri için yaşanmaz hale getirdiğini görüyoruz. Bu tür bir hikaye, insanlık doğasına dair başlı başına karamsar bir bakış açısından doğuyor. İnsanlık doğasıyla ilgili bu fikirler de elbette kapitalist tahayyüllerle bağlantılı. Olağan Şüpheliler’in (Bryan Singer, 1995) meşhur repliğini bilirsiniz: “Şeytanın çevirdiği en büyük numara, Dünya’yı aslında var olmadığına inandırmasıdır.” Kapitalizmin en büyük numarasının da insanlığı, insan doğasına en uygun sistemin kendisi olduğuna inandırmak olduğunu söyleyebiliriz herhalde.
Station Eleven: Hayatta kalmak yetmez
Ünlü oyuncu Arthur Leander, sahnede Kral Lear’ı canlandırırken yere kapaklanır ve hayatını kaybeder. Kısa süre içinde dünyanın sonunu getirecek salgının bilinen ilk vakalarındandır bu. Aynı prodüksiyonda yer alan 8 yaşındaki Kirsten Raymonde, 20 yıl sonra Kuzey Amerika’da kurulan yeni yerleşim yerlerini gezerek Shakespeare oynayan The Traveling Symphony [Gezgin Senfoni] adlı kumpanyanın parçası olur. Türkçeye İstasyon On Bir diye çevrilen (Çev. Ferhan Ertürk, Pegasus Yayınları) Station Eleven’ın hikayesini kabaca böyle özetlemek mümkün.
The Traveling Symphony, Star Trek’e atıfta bulunan bir düstura bağlı yaşıyor: “Hayatta kalmak yetmez” [Survival is insufficient]. Bununla birlikte, iki hikayeciliğin tam olarak aynı prensipleri benimsediğini söylemek doğru olmaz. Örneğin Star Trek’in “Remember Me” [Beni Hatırla] adlı bölümü, dizinin ütopyacılığının en somut örneklerinden biri kabul ediliyor. Bölümde geminin doktoru, mürettebatın teker teker kaybolduğunu, kaybolan herkesin de diğerleri tarafından unutulduğunu iddia ediyor. Bu iddia ciddiye alınıyor, geri kalanlar tarafından araştırılıyor. Station Eleven’da ise ne kadar hatırlıyorsan, o kadar kaybediyorsun. Eski dünyayı hatırlayacak yaştaki karakterler, o günlere daha büyük bir özlem duyuyor. Yaşı küçük olanlar ya da yeni dünyaya doğanlar ise bu denli büyük bir kayıp yaşamış gibi hissetmiyor. Burada belki bir istisna Kirsten’in topladığı, Arthur’dan bahseden gazete kupürleri. Onun bu çabası, tam da bilmediği ya da ayrıntılarına hakim olmadığı bir hayata duyduğu özleme karşılık geliyor.
Henüz kitabın başında doktor kardeşinden salgının ciddiyetine dair bilgi alan bir karakter, süpermarkete gidip binlerce dolarlık alışveriş yapıyor. Burada aslında tam da ne yapması gerektiğini bilmediğini, izlediği aksiyon filmlerini taklit ettiğini fark ediyor. Görüyoruz ki karakterlerin dünyanın sonuna dair fikirleri de diğer anlatılarla şekilleniyor.
Tabii Emily St. John Mandel’in esas derdi, post-apokaliptik anlatıların pek çoğu gibi korku ya da gerilim kulvarlarına girmek değil. Burada bıçaklar nadiren çekiliyor, odak noktasında yolları bir şekilde Arthur’la kesişmiş karakterler ve aralarındaki ilişkiler var. Mandel, birkaç onyıla ve iki ayrı dünyaya yaydığı hikayesinde bu insanların arasındaki bağları anlatıyor. Herkesin herkese istemediği kadar bağlı olduğu dünya, yerini bağlantıların tamamen koptuğu (internetin, hatta elektriğin olmadığı) bir dünyaya bırakırken, yazar herkesin birbirine sandığından daha yakın olduğunu hatırlatıyor. İlk Dünya’da bu bağlar gözardı ediliyor, ikincisinde fark edilmiyor.
Tabii bir de ütopya olarak Station Eleven var. Kitaba adını veren Station Eleven, karakterlerden birinin yarattığı Dr. Eleven adlı çizgi romanın içindeki uzay istasyonu. Burada da post-apokaliptik bir evren var, Dr. Eleven’ın da zaman zaman eski dünyayı hatırlayıp hüzünlendiğine şahit oluyoruz. Eski zamanlara yakılan bu ağıt, çizgi romanı yaratan karakter için giderek kötüleşen bir ilişkinin ilk zamanlarını hatırlama aracına dönüşüyor. Bir şekilde edindikleri çizgi romanı okuyan karakterlerin ise hem eski zamanlarla hem de Arthur’la bağ kurmalarını sağlıyor. Zamanında bambaşka bir bağlamda sorduğumuz soru, Station Eleven’da yankılanıyor: Dünyada bir şeyler olur, ardından belki ölürüz. Ama belki de yaşarız, o zaman ne yapacağız?

Severance: Önceden çok mu iyiydik?
Buraya kadar okuyan varsa, severek izlediği o diziden bahsetmediğimi fark edince üzülebilir. Ling Ma’nın Salgın adıyla Türkçeleştirilen (Çev: Sıla Okur, İthaki Yayınları) Severance’ı, Çin’in Shenzhen kentinde doğan, dolayısıyla “Shen Fever” [Shen Humması] adıyla anılan bir salgını anlatıyor. Eğer kehanetten söz edeceksek, 2020’de olup bitene en yakınının Severance’ta çıtlatıldığını söyleyebiliriz. Tabii Ma’nın derdi de geleceği bilmek değil. Kendisi daha ziyade bugüne dair bir şeyler söylemeye çalışıyor.
Başkarakter Candace Chen henüz küçükken, ailesiyle birlikte Çin’den ABD’ye göç etmiş. 20’li yaşlarında New York’a taşınan Candace, Spectra adlı bir ulusötesi yayıncıda İncil tasarımlarından sorumlu ürün koordinatörü olarak çalışmaya başlıyor. Spectra’nın pratikleri, ulusötesi şirket dendiği anda irkilmiyorsanız, ne kadar haksız olduğunuzu yüzünüze yüzünüze vuruyor. Örneğin İnciller, verimi yükseltip maliyetleri düşürmek için salgının doğduğu Shenzhen’de üretiliyor. Maliyeti düşürme kaygısı öyle baskın ki, üretim hattında çalışan işçileri öldüreceği bilinse dahi tasarımlarda sahte taşların kullanılmasına onay veriliyor. Aynı şirket, her koşulda ayakta durabildiğini cümle âleme göstermek istediği için pandeminin ciddiyeti ortaya çıkmış ve her yer kapanırken bazı çalışanlardan ofise gitmeye devam etmelerini istiyor.
Severance’taki salgının ilginç yanı, rutinlerle olan bağlantısı. Bu evrende hastalananlar, gündelik bir eylemi bilinçsizce, ölene dek tekrarlamak zorunda kalıyorlar. Bu dürtüyle Candace’ın pandemi öncesi çalışma koşulları, hatta geç kapitalizmde yaşayan herkesin hayatı arasında paralellikler kuruluyor. Candace eski New York’u hatırladıkça, bir göçmen olarak yaşayamadığı Amerikan Rüyası’na özlem duyması üzerinden Station Eleven’daki Kirsten’i andırıyor.
Sonunda New York’tan kaçmaya karar veren Candace, Pennsylvania yakınlarında bir grupla karşılaşıyor. Bu grup tarikat benzeri bir düzen kurmuş, düzenli olarak bir araya gelip dua ediyor, keyfekeder belirlenmiş kurallara bağlı yaşıyor. Kısa süre içinde bunun da ulusötesi şirketlerin yapılanmasına ne kadar benzediğini anlıyoruz. Vox yazarı Constance Grady, grubun lideri Bob’un Charles Manson’dan çok orta seviye bir yöneticiye benzediğini söylerken tam da bunu kastediyor. Onun “Burada olmaktan memnun musun?”, “Sence sana uygun bir ekip miyiz?” gibi soruları önce “Mümkünse biraz daha katılımcı olmanı istiyorum,” gibi taleplere dönüyor, sonra da iş Candace’ı rızası dışında hapsetmeye varıyor. Neticede Bob bir yazılımcı, dolayısıyla post-apokaliptik kurumsallık için biçilmiş kaftan.

The Last of Us: Biyoloğu Öldürmek
2013 yapımı bir konsol oyunundan televizyona uyarlanan The Last of Us nihayetinde gerilim ya da korku türüne dahil edilebilecek birçok unsura sahip olduğu için, hikayede daha iyi bir dünyaya dair umutlanmamızı sağlayacak pek bir şeye rastlamadığımızı söylemek mümkün. Belki Wall-E kadar kestirip atmıyor, ama o da bize insanlığın en kötü yanlarını gösteriyor.
Buradaki eğilim, pek çok post-apokaliptik anlatıda olduğu gibi, “Salgın da olsa, dünya sona da erse, etrafı zombiler de sarsa, insanın insana yaptığı gibisi yok,” mesajını bas bas bağırmak. Evet, enfekte olmuş yaratıklar etrafta geziniyor, karşılaştığınız anda hastalığı size de bulaştırmaya hazırlar, ne kadar uzun süre önce enfekte olmuşlarsa o kadar tehlikeliler. Yine de önemli karakterlerin başlarına gelen ne varsa, insanlardan, daha doğrusu böyle bir dünyada yaşamaya mahkûm insanların korku ve paranoyasından geliyor. Örnekler arasında Joel’un kızını kaybettiği sahneyi, salgından sonra kentlerin askeri diktayla yönetilen karantina bölgelerine dönüşmesini ya da enfekte olmaktan beteri de var dedirten David ve yönetimindeki tarikat benzeri topluluğu saymak mümkün. Dizi uyarlamasında hafif değiştirilen Tess’in ölümü ise buradaki en büyük istisnalardan biri. Enfekte olmuşların arasına katılan Tess, The Last of Us’ın belki de en hassas öldürülen karakteri. Bunun nedenlerinden biri, ortada insan müdahalesi olmaması. Nitekim dizi Bizden Geriye Kalanlar adıyla Türkçeleştirildi, ama The Last of Us’ın “insanlığımızdan geriye kalan” anlamını da es geçmemek lazım.
Yine de her şey şiddetten ibaret değil. Örneğin Joel’un kardeşi Tommy’nin yaşadığı toplulukta ortak mülkiyet var, üretim ve tüketim ortaklaşa yapılıyor, herkes kendine yetecek gıdaya erişebiliyor ve birlikte refah içinde yaşıyor. ABD’nin en muhafazakâr eyaletlerinden Wyoming’in göbeğinde çareyi komünizme bu kadar benzeyen bir yapıda bulmalarındaki ironinin farkındalar. Yani aslında ABD’de bile bir komünist ütopyanın yeşerebileceğini görüyoruz, dünya sona erse yeter.
Daha iyi bir dünya umudu yok dedik, ama Ellie’nin varlığı bir yandan da başlı başına bu hayali mümkün kılıyor. Salgına karşı bağışıklığı olan Ellie, olası bir aşı için insanlığın elindeki tek şans gibi görünüyor. Yine oyunun adına gidersek, “the last of us”, yani “sonuncumuz” ya da “son umudumuz/şansımız” o. Tabii onu aşıyı üretecek üsse ulaştırma görevini üstlenen Joel, tedavinin mümkün olması için Ellie’nin ölmesi gerektiğini öğrenince ahlaki bir ikilem yaşıyor. İnsanlık normale dönebilir, ama kendisinin dönebileceği bir normal yok, onu kişisel olarak normale en yakınlaştıran şey de elinden alınmak üzere. Neticede onu tanımlayan özelliklerden biri naiflik değil, bu yüzden refleksi de “Bir biyolog bulurum!” çıkışındaki “biyoloğu” öldürmek oluyor.
Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.
Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.
Güzel yazı ama Severance dizisinin konusu yazdığınız gibi değil.
Merhaba, yazıda diziden değil Ling Ma’nın “Salgın” adıyla Türkçeleştirilen “Severance” adlı kitabından bahsediliyor.