Dünyanın en kötü insanı olmak

DÜNYANIN EN KÖTÜ İNSANI (Joachim Trier, 2021).
DÜNYANIN EN KÖTÜ İNSANI (Joachim Trier, 2021).

Norveçlilerin hata yapınca kullandıkları bir ifade var: verdens verste menneske. Türkçeye doğrudan çevirecek olursak, “ben dünyanın en kötü insanıyım” anlamına geliyor. Elbette kişinin ahlaki değerlerini yansıtan bir söylem değil bu, Norveçliler bunu daha çok “benim hatam” veya “kusura bakma” yerine kullanıyorlar. Her ne kadar gündelik kabahatler için kullanılsa da insanı düşündüren bir ifade: Acaba yaptığım her hatayla dünyanın en kötü insanı olmaya bir adım daha mı yaklaşıyorum? Yönetmen Joachim Trier, Oslo Üçlemesi’nin sonuncusu Dünyanın En Kötü İnsanı (2021) filmiyle bu sorunun yanıtını arıyor.

Ahlaki meselesi basitmiş gibi görünse de karakterleri oldukça karmaşık olan bu film, 20’li yaşlarını Oslo’da devirmekte olan Julie’yi (Renate Reinsve) odağına alıyor. Julie’yle o henüz tıp fakültesindeyken tanışıyoruz. Ameliyathanelerden çıkamayan Julie, son yılında seçmeli ders olarak psikoloji alıyor. Bu dersten ve yakışıklı hocasından o kadar etkileniyor ki, son beş yılın emeğini çöpe atarak tıp yerine psikoloji okumaya karar veriyor. Kararını anlamakta güçlük çeken annesine de “insan zihnini daha ilginç buluyorum” diyor. Ancak Julie’nin psikoloji sevdası bir hayli kısa sürüyor. Altı ay geçmeden, fotoğrafçı olma hayaliyle psikoloji okumayı bırakıyor. Öğrenci kredisiyle en pahalı kameraları alıp, döneminin en yakışıklı ve yetenekli fotoğrafçısına asistanlık yapmaya, kısa bir süre sonra da onunla yatmaya başlıyor.

Büyüklerimin “şımarıklık” benimse “büyümek” diye nitelendirdiğim bu dönem, Julie’nin hayatının en belirleyici dönemlerinden biri. Daldan dala atlamak her ne kadar kararsızlık gibi görünse de, yaptığı her sıçramayla gelecekte sahip olabileceği bir hayattan vazgeçiyor Julie. Ne olmak istediğini veya ne olmak istemediğini öğreniyor. 

Eski jenerasyonların bunu anlamasını beklemek pek gerçekçi olmayabilir. Evet, dünya o zamanlar bambaşka bir yermiş. Ama bizden farklı olarak onlara yıllarca ne olmaları gerektiği söylenmiş. Bu esnada kendilerini kaybedip, gerçekte ne olmak istediklerini bulamamışlar, en azından 40’li yaşlarına kadar. Buna annem ve babam da dahil. Yaşayamadıkları hayatlarını, dolaylı olarak benim hayatım üzerinden yaşıyorlar. Belki de orta yaş krizi böyle bir şeydir.

Parantezi kapatıp Julie’ye dönelim. Julie’nin ilk romantik deneyimi diyebileceğimiz ilişkisi, gittiği bir partide kendinden 15 yaş büyük Aksel (Anders Danielsen Lie) ile tanışmasıyla son buluyor. Aksel, Julie’nin sahip olmak isteyip olamadığı her şeye sahip. Yakın olduğu ve sürekli görüştüğü bir ailesi, severek yaptığı bir işi ve bunun getirdiği küçük çaplı da olsa bir şöhreti var. Tek eksiği, bunları paylaşacak birinin hayatında olmaması. Deneyimi ve yeteneğiyle etrafındakileri büyüleyen Aksel’in hayatındaki bu boşluğu Julie’yle doldurması uzun sürmüyor. Bir bakıyoruz ki beraber yaşamaya, evlilik ve çocuk gibi önemli meselelerden konuşmaya başlamışlar.

Ancak Julie, bir Nil Karaibrahimgil değil. Ne çocuk ne de kariyer yapmaya hazır. Aksel ise kendi şöhretinin ikisine de yeteceğinden, en kısa sürede bir aile kurmak istediğinden oldukça emin. Günümüzde hırslı, genç bir kadın olmanın bedelini iyi anlatan bir ilişki bu. Aksel gibi kendisini büyümenin dayanılmaz sancılardan ömür boyu koruyabilecek bir partneri var Julie’nin, öte yandan bu partnerle bir hayat kurarsa kendi benliğini yitirebilir. Aksel’e göre, Julie’nin bir kariyeri olmasına bile gerek yok. Anne olmak dışında toplumun ondan bir beklentisi yok. Halbuki Sezar 20 yaşına gelmeden Roma imparatoru olmuştu, Mozart ilk senfonisini yazmıştı, İskender dünyayı fethetmişti. Aksel’in daha yapacak çok işi vardı, kariyeri daha yeni başlıyordu.

Bir anda kararsız bir Julie’yi, sırtı açık siyah elbisesiyle Oslo sokaklarında yürürken görüyoruz. Yukarıda değindiğim düşünceler içinde boğuluyor, ta ki kendini bir ev partisinde bulana kadar. Davetli olmadığı halde eve girip, diğer davetlilerle tanışıyor. Kendini olmadığı bir doktor olarak tanıtıyor. Fakat bu ev partisinde onun gibi davetsiz bir misafir daha var: Eivind (Herbert Nordrum). Mahallenin kahve dükkanında barista olan Eivind, Julie’yi kimsenin anlayamadığı kadar iyi anlıyor. Onu, olduğu insan olarak değil, olmak istediği insan olarak görüyor. Julie ve Eivind, bütün gece şakalaşıp flörtleşmelerine rağmen hiçbir zaman fiziksel limitleri aşmıyor, kendi partnerlerine sadık kalıyorlar. Birbirlerini bir daha görmeyecekleri güvencesiyle yalnızca isimlerini birbirlerine söyleyip, sabaha karşı yollarını ayırıyorlar.

Julie’nin geriye kalan hayatının ilk günü de o sabah başlıyor. Her ne kadar Aksel’le kurduğu düzene geri dönmeye çalışsa da, dönemiyor. Eivind’le geçirdiği gece, konuştukları meseleler ve aralarındaki eşsiz kimya hep aklında. Onunla tekrar vakit geçirmeye duyduğu özlem ve merak, bir süre sonra Aksel’e olan sevgisinin önüne geçiyor ve Aksel’den ayrılıyor. Çok geçmeden Eivind’le beraber oluyor, eve çıkıyor, hep istediği yazarlık kariyeri için yazmaya başlıyor. Bütün bunları yaparken de, “dünyanın en kötü insanıyım ben” diyor kendi kendine. Peki, gerçekten öyle mi? Julie, bu unvanı hak ediyor mu?

Hayatımızın gidişatı, atalarımız için olduğu gibi değiştirilemez biçimde ailemiz ve etrafımızdaki dünya tarafından belirlenmiş olsaydı, belki de Julie gibi neyin ne olduğunu anlamaya çalışmakla bu kadar zaman kaybetmezdik. Uzun uzadıya düşünmezdik hangi meslek, nasıl bir eş, kaç çocuk diye. Nesiller boyu, dünya nüfusunun çoğu için bu soruların cevapları önceden belirlenmişti. Şimdi sonsuzmuş gibi görünen bir seçenekler dünyası söz konusu. Kendi hikayelerimizi yazıyoruz, yazmak için iyi kötü kararlar alıyoruz. Evet, bu esnada bazı insanlar ve ilişkiler harap oluyor. Ama dizginleri eline almak, kendini bulmak tam da bu değil mi zaten? Bu, neden bizi veya Julie’yi “dünyanın en kötü insanı” yapsın? Sadece “insan” yapar.

Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.

Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

1 Yorum
  1. Derin Hanim ne kadar hoş yazmışsınız. Benim de orijinal dili ile izleyip çok beğendiğim bir film. ❤️

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Şiir nereye kayboldu?

Şiirden bahsederken aklınızda canlanan sahne orta yaşlı, bekar, orta sınıf bir erkeğin rakı masasında otururken size epey anlamsız…
daha fazla

Böreğin tarihi

Sultan IV. Mehmet (sal. 1648-1687) döneminde, Divan-ı Hümayun her sabah Topkapı Sarayı’nın Kubbealtı bölümünde toplanırdı. Sadrazam ve vezirler…
Total
0
Share