Dizilerin kadınlarla imtihanında yeni bir dönem: Kader motifi

Kırmızı Oda, 2020.

Yerli ve milli süper kahramanlar, Osmanlı’dan bu döneme vaaz veren padişahlar, erillikten kendini kaybeden kaslı delikanlılar derken Türkiye televizyonlarında olup bitenlerin özellikle de rotasını çoktan dijital platformlara çevirmiş izleyici kitlesi için absürt bir komedi şovundan bir adım öteye gidemediği bir dönemde, tanımasak da adına bir şekilde maruz kaldığımız psikiyatrist Gülseren Budayıcıoğlu ekranlara âdeta bir iyi niyet elçisi gibi üç diziyle düştü: Doğduğun Ev Kaderindir, Kırmızı Oda ve Masumlar Apartmanı. Sıkı takipçilerinin İstanbullu Gelin’den de aşina olduğu bu ismi birdenbire bir psikiyatrdan televizyon yıldızına dönüştüren ise Kırmızı Oda’nın bizzat kendi yaşantısının, danışanlarının ve kliniğinin yansıması olmasıydı. Hakkında seans ücretinin uçukluğundan danışanlarının haklarını ihlal ettiğine kadar onlarca söylenti ortada dolaşırken Gülseren Budayıcıoğlu’nun dizileri her hafta reyting rekorları kırmaya devam etti. Dizilerin formülü basitti: Kader motifi.

Budayıcıoğlu, kader kavramını “Alınyazısı güzel bir sözcüktür. İnsanoğlunun uzun yıllara dayanan kültürel birikimini son dönemlerde biraz hafife alıyoruz bence. Kaderimiz ya da müdahale şansımızın olmadığı şeyler alnımızın arkasında, frontal lob ya da ön beyin denen kısımda bulunur. Bir anlamda Tanrı ya da doğa orada kaderimizi bize yazdırıyor,” sözleriyle açıklıyor. Doğduğun Ev Kaderindir’in isminin kader motifini açıklamak için seçilen bir cümle olduğunu eklerken “Bir annenin doyuramadığını tüm dünya doyuramaz,” gibi replikleriyle bu motifi dizilerinde de sıkça yineliyor. Özetle kader motifi Budayıcıoğlu’na göre insanın psikolojisinin ana kaynağının geçmişi ve ailesi olduğu düşüncesine işaret ediyor. Ana karakteri kadınlardan oluşan dizilerin bu bağlamda okunması ise toplumsal cinsiyet eleştirilerine kapı açıyor.

Birçok araştırmacıya göre toplum ve medya çift taraflı bir süreç olarak işler. Televizyonda izlediğimiz toplumsal tutumumuzu, toplumsal tutumumuz televizyonda izlediğimiz anlatıları doğurur. Ancak bu toplumsal kaynaklı durumların, bilhassa kadın-erkek temelli çatışmaların anlatı içerisinde bireyselleştirilerek sunulması problematik olabilir, zira bu ilişkiler her ne kadar öyle sunulmasa da aynı zamanda patriarkal, dolayısıyla toplumsaldır. Kırmızı Oda ise bu bireyselleştirmeyi olabilecek en bireysel mekânda, bir psikiyatri kliniği odasında yaparak, üstelik hikâyelerinde de sıklıkla kadın karakterleri merkeze koyarak bu anlamda tehlikeli bir alana yelken açıyor. Kader motifi üzerinden irdelediği kadın hikâyeleri, toplumsal bağlamını tamamen kaybederek kadın mücadelesi açısından güçlendirici bir görev yüklenme potansiyeli dahi olabilecek bir alanı apolitik, işlevsiz bir anlatıya dönüştürüyor, iddiasının aksine benzerlerinden öteye gidemiyor. Bugün hemen hemen hepimiz televizyonda kadın döven bir erkek figürüne tepki gösteriyor olsak da belli ki durumun bu kadar açık olmadığı anlatılara aynı tepkiyi gösteremiyor, bunun tamamen zıttı bir anlatıyı ise hiçbir şekilde izleme fırsatı bulamıyoruz.

Kırmızı Oda’nın her bölümünün başında Gülseren Budayıcıoğlu’nun sesiyle bir mesaj okunuyor: “Şiddet, çocuklukta öğrenilen ve daha sonra otomatik bir tepki haline gelen, artık insanoğluna hiç yakışmayan vahşi ve ilkel bir davranış biçimidir. Verilen ağır cezalar, bugüne kadar şiddeti dünyanın hiçbir yerinde durduramadı çünkü şiddet köklerini çocukluktan alır. En sık uygulanan biçimi ise psikolojik şiddet dediğimiz, çocuğun en yakınları tarafından aşağılanması, hor görülmesi, değersizleştirilmesi ve daha da önemli sevilmemesidir. Çocukken aldığımız yaraların sonraki hayatımızda bizi nerelere götürdüğünü izlerken biraz hüzünlensek de şiddeti kökünden kurutmak üzere yola çıkalım ve hep birlikte şiddetin her türlüsüne ‘Dur’ diyelim.” Şiddet kavramını kamusal alandan çıkarıp kader motifinin kişisel bir unsuru olarak değerlendiren özel alana dahil eden bu söylem, şiddetin toplumsal sebeplerini göz ardı etme, hatta bu göz ardı edişi cezaların şiddeti engelleyemeyeceğinin altını çizerek kuvvetlendirme eğiliminde. Ancak yasal düzenleme eksikliklerinin feminist hareket için önemli bir gündem yarattığı, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanunun hâlâ tartışma konusu olabildiği bir iklimde, eril şiddetin yalnızca bireysel, hatta bireyin sorumluluğunu da en aza indirgeyen kadersel boyutuna odaklanılması toplumsal ilişkilerden azade bir seçim olabilme ayrıcalığına sahip değil, çünkü kişisel olan aynı zamanda politik.

Buna paralel bir örnekten devam edersek dizide kendisine şiddet uygulayan eşi Mehmet’i terapiye götüren Nesrin’in hikâyesi işlenirken daha ilk seanstan Nesrin’in şiddet gören bir annenin kızı, Mehmet’in ise şiddet gösteren bir babanın oğlu olduğu ortaya çıkıyor. Kader motifinin anlamlı bir örneği olabilecek bu durum iki tarafın da gördüğü ve bildiği ilişki tarzının bu olduğunu, bu yüzden böyle bir ilişkilenme içinde bulunmayı fark etmeden kendilerinin seçtiklerini belirten Doktor Hanım karakteri tarafından (o da bizzat Gülseren Budayıcıoğlu’nu temsil ediyor) ilgiyle inceleniyor. Doktor, kader motifini kırmak isteyen Nesrin’e bunun farkındalıktan geçeceğini söylese de çocuklarına ve eşine şiddet gösteren Mehmet’ten boşanması ya da ondan şikayetçi olması konusunda herhangi bir görüş belirtmiyor, yardım sağlamıyor ve hatta Mehmet’e karşı olan empatisini de sıkça göstererek iki karakteri kader motifi çerçevesinde eşit konuma yerleştiriyor. Toplumsal açıdan bu iki karakterin herhangi bir şekilde eşit olmadıkları açıkken bu eşitsizlik sadece repliklerde değil, anlatının hiçbir unsurunda yer almıyor. Doktor Hanım bir kadın olarak Nesrin’e destek olmak bir yana dursun “Babası kızını döverse o kızı kocası da döver,” gibi kadının özlüğünü hiçe sayan ve şiddeti erkeğin suçu değil kadının kaderi olarak gören söylemler kullanmayı tercih ediyor. Çiftin hikâyesi kendisi hakkında bir farkındalığa ulaşan Mehmet’in özürleri sonucunda (tanıdık, değil mi?) ayrı evlerde süreci izlemeye başlamalarıyla kararsız, ancak anlatı itibariyle muhtemelen en nihayetinde barışılması beklenen bir sonuca bağlanıyor. Fail ve mağdur ayrımı bilimsel olduğu altı çizilen bir ortamda ortadan kaldırılıyor, yerini tam da iktidara hizmet edecek şekilde karı ve koca alıyor.

Bir başka karakter olan Meliha’nın hikâyesi de kader motifi açısından benzer etkileyicilikte. Dizide intiharın eşiğindeyken Doktor Hanım’a götürülen Meliha’nın annesinin bir “hayat kadını” olduğunu öğreniyoruz. Ailede devam eden bu kader motifi annesinin etiketi yüzünden “tecavüz ile kirletilmiş” ablası Güler’in de Meliha ve ondan küçük kardeşlerine bakabilmek için bir genelevde çalışmaya başlamasıyla devam ediyor. Ablası Güler’in kendisi için onları feda edişinin ölümüyle sonuçlanmasıyla beraber gördüklerinden dolayı cinselliği, hatta hafifmeşrep davranışları sapkın olarak değerlendiren Meliha bunun tamamen aksi şekilde tesettüre girerek dini bir yaşam tarzını tercih ediyor, iki kız çocuğunu da bu bakış açısıyla yetiştiriyor. Meliha, cilveli ve asi davranışlarını beğenmediği büyük kızı Melek’i ağır bir baskıya maruz bırakıyor, bu baskı sonucunda Melek bir gün tesadüfen yangında hayatını kaybettiği zannedilince bir daha eve dönmüyor. Kader motifi kendi kendine para kazanması gereken Melek’i de tıpkı hiç tanımadığı ve hikâyelerini bilmediği anneannesi ve teyzesi gibi “hayat kadını” olarak çalışmaya itiyor. Ailenin dört kadını aynı kader motifinin içinde olsa da kadınlara ne Doktor Hanım’ın ne de izleyicinin bakış açısı aynı. Kadın stereotiplerine uyan anaç ve fedakâr Güler ve Meliha hikâyenin mağdurları olurken, bunun aksi kişilik özelliklerindeki cilveli Melek ve anneannesi kader motifinin suçlularıymışçasına anlatıya dahil ediliyor. Bu da bireysel anlatıların empatiyi güçlendirebilme olasılığının toplumsal normlardan, cinsiyet rollerinden ve patriarkal etkilerden azade olmadığını bir kez daha kanıtlıyor.

Çoğaltılabilecek örneklerle gördüğümüz üzere ne aileyi ne de erkekliği ya da kadınlığı toplumsal düzeyde tartışmaya açan bir anlatının kadın mücadelesini desteklemesi mümkün değil. Aile içindeki sorunları spesifik olarak anneye, yani kadına yükleyen bakış açısının psikolojik açıklaması bir yana dursun, medya temsilleri açısından sağlıklı olmadığı da açık, zira izleyicilerin empati kurabilecekleri ya da kuramayacakları karakterleri bizzat anlatı şekillendiriyor. Bu noktada belki televizyon anlatılarının sağlıklı olma amacı gütmek zorunda olmadığı söylenebilir. Ancak Kırmızı Oda örneğinde hem gerçek hayatta karşılık bulan bir psikiyatr ve klinik söz konusu olduğu için (bu benzerlik de izleyici üzerindeki etkinin sağlamlaşması adına özellikle gizlenmemek üzerine kurulmuş) hem de Gülseren Budayıcıoğlu dizilerinin tümünde bir reklam unsuru olarak “gerçek hayat hikâyesi” ibaresi yer aldığı için çizilmesi gereken sınırlar bilinçli bir şekilde ortadan kaldırılıyor.

Hem Kırmızı Oda’daki diğer kadın karakterlerin hikâyelerinde hem de diğer Gülseren Budayıcıoğlu dizilerinde benzer kader motifi sorgulamalarını izlemek mümkün. Oysa anlatılar özünde baskıcı bir babaanne, hafifmeşrep bir anne ya da sevgisiz büyümüş bir çocuk gibi karakterlerden çok daha fazlasını, patriarkal ilişkileri korumak adına namus, aile, evlilik gibi kavramların altında yok olan kadınların hikâyelerini anlatıyor. Altı çizilen “gerçek hayat hikâyeleri” ise maalesef kişisel talihsizlikler değil, kadınların bizzat 8 Mart’larda, 25 Kasım’larda kol kola yürüdükleri kız kardeşlerinin hikâyeleri. Şayet bir kader motifi söz konusu ise bunu kırmak mağdurların büyük bir çoğunluğunun ulaşma fırsatı bulamayacağı binlerce liralık psikiyatri seanslarından önce o meşhur pankartta da söylendiği gibi umutsuzluğa kapılınca o kalabalıkları hatırlamaktan gelecek. Televizyon dizilerinden ise toplumun baskın düşüncesinden bağımsız bir temsil beklemek belki de yersiz olacak. Buna karşın televizyon dizilerini, şiddet olgusunun tanımını ve yasaları dönüştürecek güç uzakta değil, gerçek hayat hikâyelerini sokaklarda yüz binlerle paylaşan kadınlarda aranmalı.


Notlar:

  • Aynı zamanda lisans bitirme projesi olarak da çalıştığım bu araştırmada bana eşlik eden Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileri Duygu Aksoy, Özge Demiral ve İlke Ünlü’ye çok teşekkürler.
  • Ek bir okuma olarak benim de yararlandığım 5 Harfliler yazısını tavsiye ederim.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
BREAKFAST AT TIFFANY'S (Blake Edwards, 1961).
daha fazla

Moda demokratik olabilir mi?

Lee Alexander McQueen’in intihar ettiği haberini okuduğumda günlerce yas tuttum. Modanın ne anlama geldiğini kavramamı, o dünyayı keşfetmemi…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et